Kimse oraya dokunamaz, sana zorla bir şey yaptıramaz ve yapamaz.
İstemediğin şeyler oluyorsa ya da olduysa susma.
Susma, anlat. Susma bağır. Susma kulağıma söyle. Ama susma.
Bana her şeyi duyurabilirsin.
Her şeyi anlatabilirsin.
Ben senin her şeyi anlatabileceğin yerim. Sana susman da söylense, korkutsalar da susmamalısın.
Ben sana kızmam. Ben seni her zaman kucaklar ve derdine seninle beraber çare ararım.
Bütün oklar kendimize döndü. Çocuklar rahat bırakıldı.
Onlar sevgiden gelmiş küçük merak toplarıydı ve kendi yollarını bulurlardı.
Bizim yollarımızda gezinmeleri gerekmezdi.
Herkes kendine çekidüzen vermeli ve Gandhi’nin dediği gibi ‘dünyada görmek istediğin değişimin kendisi ol’malıydı. Ol.
Aslında çok şey gizli bu iki harfte.
Ol, nezaket istiyorsan, nazik ol. Sana güvensinler istiyorsan, güvenen ol.
Sevilmek istiyorsan, seven ol.
Bahar gelince yeşermiyor dallar bunlar yoksa. Uzun yollardan gelen haberci, su isteyince içemiyor çeşmelerimden.
Saçlarım ta aşağı kadar inmiyor kulelerimden. Tırmanmıyor yakışıklı.
Özgürlüğüm ve sıkıntım olmadan, telleri kopuk oluyor enstrümanların. Çalmıyorlar bir şey.
Kadehlerim dolmuyor. Güzel bir hikayem olmuyor. Kuruyup kalıyorum ben bu ikisi yoksa.
Ne çıkarsa bunlardan çıkıyor inanın bana.
Bakın bir özgür kalın, bir de üstüne sıkı bir sıkılın, cin çıkıyor şişeden.
Ne dilersen dile diyor benden.
Bir baktım, beyni böyle iki yüz gram kıyma gibi kafanın tasında yalnız bırakırsan, gidip korku filmi açıyor hemen.
Kapatırsan, gerilim açıyor. Onu da kapatırsan, yine böyle ormandan sesler gelen bir şeyler açıyor.
Bir yerde okumuştum, bu türü sevmesinin nedeni, evrimin ilk başlarındaki eski beyin alışkanlıklarıymış.
Yani eskiden çok eskiden, belki de henüz dört ayağın üzerine dikilmemişken biz, dünya gerçekten de sürekli kükreyen kanatlı şeylerle doluydu.
Yürürken yem olurdun.
Geceleri güzüne uyku girmese iyi olurdu.
İşte beyin hâlâ o eski yazılımı kullandığından, bizi bir huzurlu bırakmıyor.
Hani vardır, aslında bir şeye benzemeyen şarkılar, sırf çocukken duydun diye ilk notalarıyla gözlerini doldurur. Belki öyle bir şey.
Bir dakika. Aslında bir şeye benzemediğini falan söylemiyorum. Aslında söylüyorum da. Çünkü kendinden başka hiçbir şeye benzemiyor. Onun için arkadaşım oldu. Belki onu senede sadece bir hafta görebildiğim için bilmiyorum.
Her defasında karışık bir kafayla, uzun bir yoldan geliyor. Ta Avustralya’dan. Sanki dünyada başka yaşayacak yer bulamamış gibi. Gitti en uzağa oturdu.
Gelir gelmez kocaman saçlarını sallayıp, içindeki bütün tozu dumanı ayaklarıma döküyor. Elektrik süpürgesinin torbasını boşaltırsınız ya, öyle kafasının içi.
Bir ara herkes ne güzel derin derin konuşuyordu. Sonra ‘kafa açmak’ diye saçma sapan bir deyim peydah oldu. Komik bulundu. Kim biraz ciddi ciddi soru sorsa, bunalsa, bu laf ortaya atıldı, duyan herkes kahkahalarla güldü.
Sert bir kabuğun içinde yumuşacık bir şey ıstakoz. Büyüyor büyüyor, sert kabuğu ona dar gelmeye başlıyor. Sıkışıyor ıstakoz.
Sonra çıkıyor o kabuğundan. Korunmasız olma pahasına.
Okyanusta lop diye yutulan yem olma pahasına.
Koşup gidiyor bir kayanın altına. Orada kendine yeni bir kabuk yapıyor.
Daha büyük bir kabuk.
Sonra büyüyüp de o ona küçük gelince, yine aynısını yapıyor ıstakoz. Bıkıp usanmadan.
Eskimiş dar gelen sert kabuğunu bırakıyor. Yumuşacık büyüyen bedenine bir kayanın arasında yeni kabuk yapıyor.
Öfkenin o kalın yorganının altında, incecik bir tül var: Kırılganlık. Kırılganlığı kaldırıp, sessizce altındakine baktınız mı peki?
Orada da ipekten yumuşacık sevgi var, sevgi. Sevmediğimiz insan bizi kıramıyor. Bizi kıramayan da öfkelendiremiyor. Demek ki, sevmediğimize öfkelenemeyiz de. Öfke yumruk sıktıran bir duygu. İnsan yumruk sıkınca tırnakları avucunun ortasına batar. Battıkça batar.
Ve bu kimin canını en çok acıtır biliyor musunuz? Evet belki kısa vadede, yumruğu salladığın şeyi acıtır ama uzun vadede o yumruk, seni acıtır en çok. Senin avucuna batan o tırnaklar, en çok seni yaralar.
Bence eski yılda ilk bırakılacak şey, öfke.
Öfkenin altının altına inip, kuyusundan sevgiyi çıkartıp bakmalı. Belki hemen sarılamaz insan bir zamanlar öfkelendiğine. Ama ben geçenlerde bir yerde rastladım öfkelendiğim birine. O da ben de sıkılmıştık bu saçma ve sahte öfkeden.
Onu besleyecek kötü duyguları da bulamıyorduk ne zamandır. Açtı öfke. Cılızdı.
Biz de son verdik ona. Sarıldık. Çok mutluyum, çok hafifim bir öfkeyi daha geride bırakabildiğim için.
“Evet, bebek önemli ama aile daha önemli.”
Kapıdan çıkarken söylenen şeylere dikkat etmeli.
Onlar yolluk.
Ben de bunu aldım cebime koydum.
Sonra bir süre unuttum.
Cepteki fişler, saç bantları, bozuk paralar gibi bekledi benim onu çıkarmamı.
Biz kadınlar, çocuğumuz olunca dünyayı unutuyoruz.