Ben kendime, üstüme başıma halime filan biraz geç baktım.
Göbeğimin pörtlekliğini, ruhumun ödlekliğini filan geç gördüm.
Ha, şunu da gördüm ama, önemli olan bunları görünce ne yaptığınmış.
Onları görür görmez kıskıvrak yakalarım.
İçimdeki türlü kaçak yapılanmayla hep savaşıyorum.
Tez bir anlaşma yolluyorum tespit ettiğim açığa.
Diyorum sizin koşullarınız nelerdir?
Kumaş ellerimde durduğu kadar, uçuyordu da.
Kalbime baktım. Hasretime baktım.
Şanslıyım, hasretimi hiçbir yerde unutmadım.
Onu başka bir hasretle karıştırmadım.
En önemlisi de, hasret duymayı hiç bırakmadım. Bu mutluluktan da önemli geldi bana.
Bu kalpteki hasret.
Artık neyse o.
Hayat, koparıp almak, sonra da koparıp koparıp vermek.
Diyorlar ki, ilk 50 yılda aldıklarını ikinci 50 yılında vermeliymişsin.
Neden ikinciye kadar bekleyelim?
Hayatın en başında, aldıkça dağıtmayı öğretelim.
Bugün bir arkadaşımın kızı mail attı. Henüz 17 yaşında.
Kendi gibi parlak gençlerin okuması için 10 kilometre koşacakmış.
Bizden ‘justgiving’ (sadece geri veriyorum) sitesine, kendi adına bağış yapmamızı istedi.
En azından benim için durum bu. Eminim sizin için de.
Kararsızlık, yoluna sis basıyor.
Sahnede bazen yaparlar. Sis basıcı makine vardır kenarda. Basar sisi sahneye.
Ben hiç sevmem. Boğazıma yapışıp, beni öksürtür. Sesim kısılır.
Hep derim, “Biliyorum ışıklarla oyunu iyi oluyor ama yapmayın” diye.
İstemiyorum.
İşte kararsızlık da böyle.
Masa lambasını spot ışığı yapar, elime gitar yerine raket tutuştururdu.
Yataklar sahneler kadar yüksekti o zamanlar.
“Çık” derdi, “Dans et, bağırarak şarkılar söyle. Whitney Houston gibi korkusuzca söyle.
Madonna gibi korkusuzca şarkı yaz. Michael Jackson gibi korkusuzca dans et.”
Odanın ışığını kapatıp, “E hadi” diye beni ışıkların altında durmaya iten ilk o oldu.
Yaramazdı.
Haylazdı.
Çok arkadaşım olmadı benim.
Dışa dönük, güler yüzlü görünmeme rağmen, sosyalleşmeyi çoğu zaman yorucu ve vakit öldürücü buldum.
Kendi başıma gitar çalıp şarkı söylemek, müzik dinleyip kitap okumak, bir şey yazmak, sevdiğimle baş başa olmak, film izlemek, yürüyüşe çıkmak hep daha cazipti oturup birisiyle kahve içip sohbet etmekten.
Sonra ilk gençlik yılları geçip, okullar bitince arkadaşların kıymeti arttı gözümde.
Çok isterdim mesela ilkokuldan arkadaşım olsun.
Fakat 10 yaşımda, hüngür hüngür ağlayarak bir trenle İstanbul’a gelmiştim ve ilk 10 yılımdaki herkes, bir günde geride kaldı.
Ceylan Elestekin’di benim en yakın arkadaşım.
Üstelik üç buçuk yaşında bir çocukla.
Üstelik eksi bilmem kaç derecede.
Vagonlar da darmış.
Giden bazı arkadaşlarım, “Valla biz kısa olsun diye Erzurum’dan bindik, o bile uzun geldi sekiz saat” dediler.
“Çocukla olmaz o iş” diyenler oldu.
Bir de biz bir vagonda, 10 çocuk olacaktık. Kaos.
Ben genellikle böyle durumlarda, niye yapılmaması lazım kısmına odaklanırım.
Birisi bana alınmış, gücenmiş, küsmüş, gidiyormuş, bir daha da gelmeyecekmiş.
Bunun gibi bir mesaj. Bana neden kızgın olduğunu da yazmış. Her gerçek gibi, yarı gerçek.
Benim tarafımdan bakınca, başka okunan bir mesele.
Bunun bir önemi yok. Önemli olan karşı tarafta uyandırdığın duygu ve algı.
Kimseyi duygularından dolayı suçlayamayız.
‘Neden öfkelendin, öfkelenecek bir şey yok ki? Neden ağlıyorsun, üzgünsün, üzülecek bir şey yok ki?’
Bunlar dünyanın en saçma cümleleri. Ben bu cümleleri bırakın büyüklere, üç buçuk yaşındaki oğluma bile sarf etmiyorum.