Bir şey yapamamaktan, elleri kolları dilleri bağlı insanların yere bakarak gezindiği bir ülkesi var.
Güya her şey huzurlu ve barış içinde orada.
Fakat gel gör ki, ne hızlı çarpan bir kalp ne de bir buluş.
Öyle gelmiş öyle gidiyorlar.
Hani yolda dümdüz yürüyüp, hiçbir yere uğramayan, sağa sola sapmayanlar vardır, öyle bir yolculuk bunlarınkisi.
Hata yaparım diye ödleri koptuğundan, hiç sınırlarına gitmemişler.
Merkezlerinde bir karargah kurmuş, oradan ‘aman ha’ sloganıyla yönetiliyorlar.
Bir köşede, tükenmez kalemle sonsuza giden spiraller, en aşağıdan yukarı bakan iki göz ya da damlalar...
Benimki hep o üç şeydi: Köşe güneşi, çiçek ve kelebek.
Bunları o kadar çok çizdim ki, zamanla imzamın parçası oldular.
İmza attığım her yere bunları da çizmeye başladım.
Sonra sevdiğim üç kelime buldum: Abart, çoğalt, parlat.
Bir tür hayat mottom oldu bunlar benim.
Zamanla, imza günlerinde orada burada bu güneş, kelebek ve çiçeğin altına bu üç kelimeyi yazmaya başladım. Parlat’ı güneşin ışığına, abart’ı kelebeğin kanadına, çoğalt’ı da çiçeğin yaprağına yazdım.
Bu bir nevi benim iç posterim oldu.
Kolay çünkü istemekle başlıyor her şey.
Her şeyi çalıştıran motor, istek. Çok isteyenin deposu ondan dolu.
Çoğu zaman o yüzden ilk varanlar, en çok isteyenler olur.
Bazen bir şey olmadığında, ‘yeterince istememişim’ dememiz bundandır.
Hayat açık artırmasında çoğu şey, onu çok isteyene gider.
Gel gör ki, istek elimizde değildir. Bir şeyi istemiyorsak, istemiyoruzdur.
Çok istiyorsak da çok istiyoruzdur. Bunun ayarıyla oynamak zordur.
Amfar, her sene AIDS yararına yapılan bir açık artırma gecesi.
Yıllar önce Elizabeth Taylor kurmuş Amfar’ı ve AIDS tedavisi araştırmaları için bugüne kadar milyonlarca dolar bağış toplanmış Amfar gecelerinde.
Bir gece düzenleyip, elini parası olanların cebine, şifa dağıtmak için daldırma fikrini ayakta alkışlıyorum.
Çok parası olanların, insanlığa fayda sağlamayı satın almasından daha güzel ne olabilir?
Böyle geceler bana kendi küçük şöhretimi hatırlattığı için ayrıca kıymetli.
Buradaki anahtar kelime şöhret değil, küçük.
Annecim sen çok yaşa ve hiç unutma:
Anne bence sen çok güzelsin.
Yıllar, önce geçmek bilmezler, sonra geçip giderler.
Bir kadın için, yıllara meydan okumanın en büyük meydan savaşı olduğunu biliyorum.
Ve sen anne, bu savaşın botokssuz, çivisiz kahramanısın.
Hâlâ o mini minnacık etekleri giydiğin günkü kadar güzelsin.
Siyah beyaz resimlerindeki kadar.
Okuyunca düşündüm, hak verdim ve üzüldüm.
En zengin, kusursuz sofrayı anlatırken bile ‘kuş sütü eksik!’ diyoruz.
Neden acaba her şeye eksiğinden bakıyoruz?
Eksiğinden bakarsan, ooo her şeyin eksiği gediği var.
Halbuki bir şeyleri olduranlar, ‘tamam bu’ diyenler.
Eğer bu güzel oldu demezsen, hiçbir şeyi noktalayamazsın.
Noktalayamazsan kopup gidip yaşamaya başlayamaz.
Bu dersten hiç geçilmeyecek. Hep ama hep ‘ana baba 101’ okunacak.
Bir dönem bitince, yeni dönemde tekrar edilecek. Hep sınıfta kalınacak.
Bu kursta, hem yirmilerindekiler hem de seksenindekiler beraber okuyacak.
Bu dersin sınavıydı, çoktan seçmelisiydi olmayacak.
O sırada kalpten doğruluğuna inandığın şeyler, cevap olacak.
Bazıları uyacak bazıları uymayacak.
Kurşun kalemle cevaplanan şeyler sürekli silinip, yeni varılan sonuçlarla değiştirilecek.
Bence her gün napıp yapıp dans etmeliyiz. Vücudumuz zamanla bizden kopup, günlük işlerimizi halleden bir makine haline geliyor.
Kafa olarak yaşıyoruz. Vücut kaidesine oturtulmuş, koca bir kafa büstü.
Düşünüp duruyor ve kararlarını köleleştirdiği bedene yaptırıyor.
Onu sağa sola işe koşuyor. Şunu getir, bunu götür, oraya uzan, şunu çek gibi.
Halbuki dans etmeye başlayınca bedeninize kanatlar takıyorsunuz.
Kimseyi dinlemeden ritme bırakıyor kendini.
Bir de sabaha ‘en kötü dansınızı yapın’ diye başlayınca, kafanın fişini çekiyorsunuz zaten.
Kumandayı alıyor. Ritimden başka da hiç kimseyi dinlemiyor.