Geçen haftanın özeti: Uğurcan geçen hafta, ’Bilen, bilmeyene borçludur...
Bir şeyler öğrendiysen, bize de öğretsene’ diye mesaj attı. Bahsettiği şey, şu Londra’da gittiğim hikaye yazma semineri. Bir şey bildiğimden değil de, şu bilenin bilmeyene borçlu olma meselesi çok hoşuma gitti. Hazırlanıp, bütün notlarımı toparlayıp, anlatıcağımı söyledim. Zaman istedim. Sık sık, hayatta olma nedenlerimle ilgili kutucukta, bir paylaşım programı varmış gibi hissediyorum zaten.
Bu köşe bu yüzden, bu köşede bazen kendimle anlaşılmaz köşe kapmacalar oynamam bu yüzden, şarkılar falan hepsi. Çok konuşmam da bununla alakalı. Edit edilmemem de. Kimse beni düzeltmiyor, düzeltmeye kalkmıyor. Çünkü ben langır lungur, haldır huldur bir şeyim. Durumumun vahim olmamasının tek sebebi, içerik peşinde olmam. O dağınık şeyin içine hep kendimce değerli bulduğum bir şey saklıyorum. En yağmurlu günlerimde bile, buradaki sessiz harfleri birleştiren, şemsiyeyi görüyor. (yani görüyor değil mi?...) O halde, paylaşım programı çalışsın:
Bu hafta, çok ilginç bir kitap okuyorum.* Kitapta, insan beyninin, kendisine yalan yanlış mutluluklar vaat eden bir dalaverici olduğunu anlatıyor. Hatta, çeşitli deneylerden örneklerle ispat ediyor. İnsan aklı, Hürrem Sultan’dan beter bir sinsilikle, gelecek ve geçmişteki boşlukları dolduruyor. Bunu yaparken, verdiği cevapların yüzde doksanı yanlış. Biz bunu hiç ortaya çıkaramıyoruz. Ta ki, bu kitabı okuyuncaya kadar! Göz illüzyonları gibi, hayal gücü illüzyonları var. Ah, şu kafamızın içinde ne amatör, ne beceriksiz bir sihirbaz yaşarmış meğer! Hepimiz, günün yüzde 12’sinde geleceğimizi düşünüyormuşuz. Beynimiz, hergün part-time gelecek için çalışıyor yani. Geleceğini düşünen tek hayvan olmamızın sebebi, alnımıza denk gelen beynin ön kısmı. O kısım, milyonlarca yıl içinde yavaştan gelişmiş ve plan programdan sorumlu bir ünite olarak, kafamıza ’ya sonra?’ sorusunu ölene dek kazımış. Artık iyi mi olmuş, kötü mü olmuş bilmiyorum. Ama şunu söyleyeyim, kafatasının sadece ön tarafına demir kazık giren bir adama bir şey olmuyor. Sadece gelecek kavramını anlamıyor. Bizim ’uzay’ denince bön bön bakmamız gibi, bakıyor yüzümüze. Şiirle anlatmam gerekirse, durum şöyle:
Ya sonra sorusu
yatar kafasının ön kıvrımında
uyumaz
Bir nedenden
Rahat değilmiş içi
İnsanoğluna, çok şık bir restoranda süper bir yemeği, ne zaman yemek istersiniz diye sormuşlar. Neredeyse tamamı haftaya demiş. Yarın değil. Fıkra gibi, çünkü kafamızdaki planlamacı ciddi komik bir karakter. Bunun nedeni, güzel bir şeyi geciktirmenin o şeyle ilgili mutluluğu artırması. Bunu zaten biliyoruz, o yüzden yeni aldığımız şeyleri hemen giymiyoruz demeyin. Peki, bir hafta yemeği iple çekmenin mutluluğu, yanımıza kar kaldı diyelim; kaçımız o gün geldiğinde o mutlak mutluluğa varıyoruz? Neredeyse hiçbirimiz. Peki neden? Peki niçin? Ayrıca neden gezegendeki insanların tamamı, kanser hastası dahi olsalar, geleceğe iyimser bakar? Hepimiz yarının bugünden daha iyi olacağına inanıyoruz. Muşuz. Ki bence de öyle. Ben de öyle. Peki ya kaygılanmalar, gelecekle ilgili korkular diyeceksiniz... Onlar da kendimizi ’ya işler sarpa sararsa’ya hazırlamak için. İnsan, bilerek kendini endişelendirip ödünü patlatıyor ki, hem olayın etkisi azalsın, hem de motive olup gerçekleşmemesi için çalışsın.
Kendimizle aynalara bakıp, sağdan soldan duyup, memnun oldum diye tanışamayız. İçebakış açısı edinmek için, okumak gerek.
Bu kitabın 145. sayfasındayken, Orhan Pamuk’un nobelinin tadına varamaması bana normal geldi. Nobelin tadının, o bahsettiğim yemeğin tadından bir farkı yok. O, Türkçe’ye aitmiş, yazdıkça mutlu olucakmış. Eski Yunanlılar bunu bilmiş. Bunun adına güzelce, ’eudaimonia’ demiş. Bir kişinin erdemle işini yapması, iyi yaşanmış hayat demekmiş...
Haftaya: Mutluluk bize nerelerde ce diyor ve neden dünkü maçı, sonucu bilmesek de bugün seyretmek içimizden gelmiyor?
Aç parantez, bundan sonra okuduğum kitapları Türkiye’nin çeşitli yerlerine bırakıp, size saat kaçta, nereye bıraktığımı yazıcam. İsteyen oradan alıp okusun. Herkes okumayandan korksun. Kapa parantez.
* Çevirmesi zor, mutluluk peşinde tökezlemek gibi birşey, ’stumbling on happiness-daniel gilbert’