İri’yle İnce’den sonra, hikaye yazmaya karar verdim. Daha doğrusu, senaryo yazmaya. Kendim çalıp, oynadığım bir senaryo.
Belki çok kısa bir sahnem olur ve onda kapı deliğinden bakıp, kapıyı açmayan kadın olurum. Henüz bilmiyorum. Henüz hiçbir şey bilmiyorum desek daha doğru. Kafamda bir koşuşturma başladı, sanki tanımadığım insanlar kafatasımı çalıp, içeri girmek istiyor. Hepsi o iki balık yüzünden. Ben de, kimsiniz tanımıyorum diyorum. Artı, napıcam kafamın içinde tanımadığım o kadar insanla. Hepsini giydir, kuşat, geçmişlerini yaz konuştur...deli işi. Robert Mckee, benim de aralarında oturduğum 200 kişilik sınıfa aynen şunu dedi cuma günü: Beyin ameliyatı yapmak, senaryo yazmaktan daha kolay. En azından nasıl yapılacağı öğretilebiliyor.
Kendisi, sabah 8’den akşam 9’a kadar süren bu 3 günlük kursta, bize hikayenin ne demek olduğunu anlatıcak. Etraftaki herkesin gözleri parlıyor, kalemleri dansöz, hatta çoğunun kafasında ensesinden tutup getirdiği karakterler ve olaylar var. Fazla heyecanlanmayın çünkü Robert Mckee, Tanrının yazma becerisini bonkörce dağıttığını söyledi. Yani, yazmasını beceren çokmuş. Fakat, hikaye anlatmasını bilmek için, birsürü başka şey lazım. Yemek yapmak gibi bu iş. Malzemelerin tamsa, başla. Ki malzemenin yüzde sekseni genetik.
Bir filmin senaryosu nasıl yazılır, karakter nasıl canlanır, ne zaman ne olur falan öğrenmem, hem iyi, hem kötü oldu. Şimdi artıkher filmi cetvellerle seyredicem. Bir filmden çıkınca, ’görüntüler ne güzeldi, diyaloglar ne güzeldi, efektler, müzik ne güzeldi’ gibi teknik yorumlar duyarsam etraftan, anlıycam ki o film iyi olmamış. Yok sanat, yok Avrupa, yok bağımsız avangard falan diye yıllarca Beyoğlu’na sürüklendiğim filmlerin, çoğundan zevk almadığımı, kendime itiraf edebilicem. ’İlk sahnesinde bulut, ikinci sahnesinde daha parlak bulut, üçüncü sahnesinde daha da parlak bulut olan filmler Avrupa’dan gelicek; ilk sahnesi bulut, ikinci sahnesi bulutta uçak, üçüncü sahnesi uçakta patlama olan film, Hollywood’dan gelicek.’ Bu espriydi ama, çok komikti o vakit.
Kendimi bir karakter gibi ele alıp, işlemeye başlıycam; ulaşmaya çalıştığım bir yer olucak, karşıma ona ulaşmamam için ben dahil türlü türlü düşman çıkıcak. Ben yenilicem. Ama sonu kötü biten film sevemediğimden, kahramanlığa soyunucam. Tercihler yapmazsam, hayatım durağan olucak. Kendimi eğlendirmek ve meraklara sürüklemek için, olaylara beklenmedik tepkiler vericem. Beklenmedik şeyleri yapan ve söyleyen insanları, daha çok sevicem. Çünkü kendi hayat hikayemi de, karanlıkta bir koltukta izliyor olucam. Ve kendimle empati kurabilmek istiyorum. Fakat bir gün bir bakıcam, aslında istediğim ve peşinden koştuğum bambaşka birşeymiş... Aklıma gelen ilk şeyleri, çöpe atıcam. Hiçbir şeyi bir tesadüfle çözmeye çalışmıycam ve aşkların eski dönemlerde yaşandığını bir türlü unutamıycam. Gösterdiğim şeyi de, asla açıklamıycam.
Beklentilerimle, gerçekleşenlerin arasını açabildiğim kadar açıcam. Çünkü işin eğlencesi orda. Ve onların arasına düşünce de, neden diye sorucam. Çünkü kendimi, o sorunun cevabına sakladım.
Bakın, kursuna gittim ama iyi anlatamadım. Siz anlayın halimi, neredeyse onbir saatlik ders dinledim bugün. Şu an sindirme aşamasındayım. Beynim doluyken konuştum yani...gerçi biraz da kafakarışıklığı çeken biriyim. Karakterim böyle. Ve eski Yunan’da dedikleri gibi: Karakterin, kaderindir.