Farklı tasnif ve değerlendirmelere göre;
“...19. asrın en büyük Türk bestekârı,
hattâ, daha cüretkâr çizgilerle;
Itrî ile Arel arasındaki dönemin en büyüğü,
III. Selim Ekolü’nün genç dahîsi
ve nihâyet, neoklâsik dönemin çilingiri...”
başlayan sadece “3 aylar”dır !
“Receb tükendi,
Şaban idrak edildi,
Ramazan hasretle bekleniyor...” filân.
“Regaib,
Miraç,
başka bir coğrafyada, “tanış” görmek;
her zaman iyi gelir insana.
Bizim “Dünya Markası” yaratmadaki beceriksizliğimizi düşündüğünüzde ise,
uzaklarda, hem “âşinâ” görüp
hem de “âşinanın itibarından” hisse alabilmek,
daha fazla keyif veriyor...
“Seyredesim yok!” Maçların öncesinde ve sonrasında, sadece “kazanmak” için sahnelenen rezilliklere tahammül edemiyorum artık. Sahada yaşananları saymıyorum bile... Rahmetli babam iyi bir Fenerbahçeli idi. Gençliğinde, “Lefter’le adada futbol oynadığı günleri” keyifle anlatır ve o gururu, her anlatışında tekrar yaşardı. Ben Lefter’e yetişemedim. Ama Can Bartu’yu ucunda kıyısında seyrettim sahada...
Biz futbolu “Can”lar sayesinde sevmiştik. Kazanmak için herşeyi “fethetme” merakını gemleyemeyenler yüzünden uzaklaştık. Buna rağmen, sosyal medyada “sağduyu”nun, “kaybettiğimiz değerleri özlemiş” mesajlarını okudukça, Bartu’nun birbirine “düşman edilmiş” futbolseverleri “sevgi ve saygı” düzleminde buluşturmasına da gülüyorum, bıyık altından... İhtimal “Sinyor”, dün oynanan derbinin “kalite kaybetmiş havası”nı teneffüs etmemek için kanatlandı; “maçı Metin Oktay’la beraber seyretmek için” yaptı bu kötü sürprizi...
Yine sosyal medyada dolaşan İslam Çupi’nin Can Bartu için yazdığı satırları hatırlayalım:
“...Can Bartu, kim ne derse desin, Türk sahalarının gelmiş geçmiş en büyük asilidir. Can, 14 yıl zarfında hiçbir gün, futbolun hamalı olmaya yanaşmamıştı. Can’ın ayağındaki top, hiçbir maçta sadistçe dövülmemiş, Bartu hiçbir hareketinde etinin kuvvetinden medet ummamıştı. İtalya gibi, insandan hüner değil, ‘iş’ isteyen bir futbol endüstrisinin dev çarklarında bile Bartu, 6 yıl bir ‘ustabaşı’ değil, bir ‘patron’ gibi dolaşmıştır. Can taktik adamı mıydı ? Hayır... Can futbolda karşı takımın bir adamını yemek için kurulmuş bir zebani miydi ? Hayır... Can ipleri antrenörün elinde bir sistem kuklası mıydı ? Hayır... Can futbol sahalarında ölümüne ter yiyen bir emekçi miydi? Hayır... Bunlardan hiç birisi değildi Can... Bunlardan biri olsa idi, zaten Can olamayacaktı. Futbol Can’a değil de, Can futbola çok şey öğretti. Eğer Can, futbolun vazifeler alfabesinin ezberi dışına çıkmasa idi, meşin yuvarlak Türkiye’de sadece koşanların sporu olacaktı...”
Bu paragrafta, anlayanlar için, “itibar ve asalet” tarif ediliyor. Bir tek, “kebapçıya sadece kebap yemek için giderdi...” cümlesi eksik kalmış ki, ona da Çupi’nin ömrü yetmedi zaten... “Can Bartu”yu, sahada seyreden bu gözler, İtalya’ya gidip, arkasından “teneke çalınarak” gönderilenleri de gördü maalesef. Onlar, bu dünyadan hiçbir şey öğrenemeden gidecekler. Ve elbette onlar da “futbolu kirlettikleri”yle kalacak ve öyle hatırlanacaklar.
Yılın “teknik adamı”nı seçmek için, komik oylamalar yapılıyor; “medyalığı kalmamış medyada”. Adayları mukayese ederken, “rol model olabilme” gibi bir ölçüt kullanılmıyor herhalde ki, sadece “ilkel bir itiş kakışın rekabet tamtamları” duyuluyor.
Bir “Efsane”yi kaybettik !
Etkilenmemek mümkün değil ! Giderek pek çok kişinin tercih ettiği bir “okuma aygıtı” olduğunu görüyordum zaten. Sevgili kızım da kullanıyor; hayli memnun olduğunu biliyordum.
“Bir tane edinsem mi acaba ?” diye, kendi kendime söylenirken, Yol üstündeki “ışıklı duyuru”ya takıldı gözüm; “24. İzmir Kitap Fuarı / 6-14 Nisan 2019...” İnsan ister istemez, bir uçtan bir uca savruluyor dakikalar içinde. Kâğıdın, teknoloji ile olan, “kaçınılmaz itişmesi”ne tanık olmuştum ayaküstü. Bu ruh hâli içinde, ne yazacağınızı şaşırmanızdan daha normal, ne olabilir ?
Kitap Fuarları’nın bir bölümünü, hemen hemen kişisel gayretleriyle, birkaç yılda, bir “Sahaflar Sokağı”na çeviren Emin Nedret İşli Beyefendi’den, Nisan 2017’de, yine bu köşede bahsetmiştim. Ve demiştim ki, “bazı insanlarda dostluğunuz, ne zaman başlamış olursa olsun, o beraberlik, hep çok eskidir... / Bu kadîm âşinalık, tarifsiz bir “renk”tir benim için; O, “Turkuaz” bir dosttur !”
Bu sahanın, “Üstâdları”ndan biri olan Emin Nedret Bey’i, bu sene, İzmir’de, “Turkuaz Sahaf” tabelâsı altında, “2. Hol -103 C”de misafir ediyoruz. Geçtiğimiz haftalarda, “Üsküdar’daki Hânesinde” ziyaret ettim kendisini... Hoş, “evin içinde mi bir kütüphâne var, yoksa kütüphanenin içine mi , bir ev saklamışlar ?”, orası da tam belli değil ama; bendeniz, şahsî kütüphânesi ile ilk kez “göz göze” geldim ve hâlâ tesirindeyim...
Tam, (kötülük, kusur yönünden sen benden daha betersin) anlamındaki “tencere dibin kara, seninki benden kara” deyimini yedeğine alarak siyaset yapılmasına alışıyordum ki, yerel seçimlere günler kala, sosyal medyada “boncuk bulanlar” oldu ve Demirel’in, “tencerenin deviremeyeceği hükümet yoktur” vecizesini hatırlayarak, servis etmeye başladılar.
“Tencere kültürü”ne hayli alışık bu coğrafyada, (hoşa gitmeyen herhangi bir nitelik yönünden birbiriyle benzeşen iki kişi bir araya gelmiş, anlamındaki) “tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” deyimi, zaten seçmenin ağzından düşmüyordu. Hattâ, “et koydum tencereye, yar geldi pencereye” türküsündeki gibi, “içi anlam olarak boş, dolgu dizeleri”yle siyaset yapma yollu (üstelik hamasî) hafifliğimize bile alışmıştık.
Buraya kadar, sorun yok gibi görünüyordu. Ama, elinizi vicdanınıza koyun! Bahse konu tencerenin, bir de kapağı olmalıydı. Nedense, onun “esamesi okunmuyordu”. (Yani adı bile anılmıyordu). İşte bu noktada, “kendisine fena halde haksızlık ediliyor” diye düşündüm. Kapakla, “kaderde, tasada, kıvançta...” ortak olduğu söylense de tencere her fırsatta “kapaktan rol çalıyordu...” Bu adaletsizlik ve çifte standart giderilmeliydi!
Bir haftadır alışmıştık kısaltmalara; “YSK... AA... DHA... vs.” Bence, bir de “TDK”ya kulak verilmeliydi... “Güncel Büyük Sözlük”te, “kapak” için, (isim, dedikten sonra...) sırasıyla; “Her türlü kabın üstünü örtmeye veya bir deliği kapamaya yarayan nesne”, “Dolap, sandık vb.ni örtmeye yarayan parça”, “Kitap, defter vb.nin en üstüne geçirilen kılıf”, “Biçilen ağaç kütüklerinin iki yanından çıkan, düzgün olmayan tahta”, “Zıvanada iki dış yan parça...” karşılığı veriliyordu. Aynı sözlükte sayfalar, “kapak taşı, kapağı atmak, kapak vurmak, göz kapağı, rögar kapağı, diz kapağı...” diye tamlamalar, “oynama kızım oynama bu kapak patlar / kırkından sonra azanı teneşir paklar...” benzeri deyimler ile doluydu...
Dahası, “kapak çeşitleri” sorgusuna, bir arama motoru; saniyeler içinde, (teknik olarak mükerrer yazılmışlar olabilir...) “pilfer-proof kapaklar, emniyetli ve drop-stop kapaklar, flip-off ve dekoratif tanımlamalı kapaklar, vidalı kapaklar, likör kapakları, sentetik tıpalar, plastik kapaklar, nem alıcı kapaklar, emniyet kapsülleri, vidalı kapaklar, flakon çakma kapaklar, irigrasyon solüsyon kapakları, ilaç kapakları, yağ kapakları, gazlı ve gazsız içecek kapakları, kendinden vidalı kapaklar, geçmeli kapaklar...” yanıtını veriyordu. Biz, “kaynayan kazan kapak tutmaz...” atasözünde çakılıp kalmış görünüyorduk.
“Biraz paradigma değişikliği iyidir” diyerek yazdım bu satırları. Hattâ, belki “empati” yapmaya bile fırsat verebilir, karaladıklarım. Yazının sonuna geldik, ama açıkçası, “başlık”taki tercihim hâlâ içime sinmiş değil. “Artık buna değerli okuyucu karar versin” diyorum. Ne dersiniz? “Tencere mi olsun, kapak mı olsun?”
(Not: Yazının, aşağı yukarı 10 sene evvel, Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı arasında, bir TV programında bahse konu edilen; İstanbullu Rumların kullandığı ve “kosta kapaki” diye bittiği açıklanan küfürle bir ilgisi yoktur... / ...Kurthan Fişek Hocamın, 1998’de Hürriyet’te düştüğü; “Kimse üstüne alınmasın. Bu bir soyut yazıdır, gündemimizden uzak, CHP’den ıraktır. Ölmesine rağmen öldüğünü bilmeyen, burnu boktan kurtulmayan hayvanlardan söz ettim. Aktif siyasetle ilgisi yoktur, soyuttur, zoolojiktir...” şeklindeki -efsanevî- dipnotundan ilhâm alınmıştır).
“Muhsin Ertuğrul Tiyatro Emek Ödülü” bugüne kadar; “Oyunculuk”tan “Sahne Tasarımı”na,
“Tiyatro Bilimi”nden, “Oyun Yazarlığı”na, “Tiyatro Müziği”ne uzanan geniş bir yelpazede, (üzülerek bütün isimleri burada sayamıyorum...) Münir Özkul’dan Prof. Dr. Özdemir Nutku ’ya, Melih Cevdet Anday’a; Suna Pekuysal’dan, Prof. Dr. Sevda Şener’e, Güngör Dilmen’e, Osman Şengezer’e; Erol Keskin’e, Rüştü Asyalı, Zihni Göktay ve Timur Selçuk’a verilmişti.
Fakülte’nin Sahne Sanatları Bölümü Akademik Kurulu, 2019 yılında “Tiyatro Bilimi” dalına ayrılan ödülü, “Tiyatro Kuramı” alanında, “ülkemizde 1970’lerden 2010’lu yıllara kadar, 40 yıl boyunca, eğitmen, akademisyen, yönetici olarak verdiği hizmetlerden ve tiyatro alanında çoğu yayınlanmış araştırma, inceleme ve eleştirileriyle, tiyatro bilimine yaptığı katkılar”dan ötürü, Prof. Dr. Murat Tuncay ’a vermeyi kararlaştırdı. Ve geçen hafta, 27 Mart “Dünya Tiyatrolar Günü”nde verildi ödül.