Geçen hafta,
“Feyzi Aslangil’e Mektuplar”ı, Mülkiyeliler’e, Kuzguncuk’ta okumak ve çalmak için, yine İstanbul’daydım. Tesadüfen davet edildiğim “Hezarfen San'at Atölyesi”nin kapısından girdiğimde, Üsküdar - Aziz Mahmud Hüdayi Mahallesi’ndeki Atölye’de, “her ay düzenlenen Mûsikî Akşamları”ndan da, cuma akşamının bu ayki konuğu olan, İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu Ses Sanatçısı Güzin Değişmez Hanımefendi’nin, Birol Yayla’nın Tanbur’u, Yağmur Damla Bilgin’in Klâsik Kemençe’si ve Alper Akaryıldız’ın Kanun’u refakatindeki, “sohbet ve tadımlık konseri”nden de haberdâr değildim. Neyzen(başı) Salih Bilgin’in takdimi ile başladı akşam...
Güzin Hanım’ın ,
"Bir gün birilerinin yaşam öykümü dinleyeceğini aklımdan geçirmemiştim" cümlesi,
samimi olmasına samimiydi ama, Sabite Tur Gülerman’dan bahsederken,
“önümdeki notaya bakıyordum; hiçbir yere sığmıyordu bu okuyuş”
Konya'da, doğduğu yıl vücuduna batan 15 santimetre uzunluğunda iğneyle
26 yıl yaşayan kadın, ameliyatla sağlığına kavuştu.
Fransa'da Alp Dağları'nda 26 yıl önce, tırmanış yaparken,
buzulların altında kalarak kaybolan ve cesedi dağcılar tarafından bulunan kişi,
5 bölümlük “bir özge muammer bey” için, “...öyle çocukluk yıllarımdan başlayarak, annemden dinlediklerime bağlanır. Annem, Yunan işgalini İzmir'de yaşamıştır, çocukluğumuz boyunca ondan şehrin işgal altındaki yaşantısıyla ilgili bir sürü şey dinlemiştik, ben hem bunları işgal gerçeğinin acılığıyla ortaya koymak istedim, hem de Muammer bey'in iç serüveniyle 'dünyanın bir kavga, kavganınsa bir büyük yaşamak' olduğunu ! Bu şiirle ilgili, ummadığım bir şey, Timur Selçuk'un ’karantinalı despina'yı bestelemesi oldu. Bir gün bir telefon, hattın öbür ucunda o, kibarca bazı şiirlerimi, bu arada karantinalı despina’yı bestelediğini bildiriyor, plak yapmak için izin istiyor. İstediği izin olsun, verdim gitti. İşin garibi o ki, aslında gayet başarılı bir beste olan parça, bilinmez neden TRT'de sansüre takıldı, besbelli bu yüzden kalabalıklarca dinlenemedi...” paragrafını bırakmıştır meraklısına.
“Karantinalı Despina”, şiirin üçüncü bölümüdür. Burada, İzmirli’ye “Karantina”yı tekrar tekrar anlatacak değiliz. Lâkin dışarıdan gelenlere, “Sahibe’l Meydân” rızası için, hiç değilse (Meryem Ana’nın da isimlerinden biri olan) “Despina”dan bahsetmek icap ediyor.
“...Bir gül takıp da sevdalı her gece saçlarına / çıktı mı deprem sanırdın 'kara kız ' kantosuna / titreşir kadehler camlar kırılır alkışlardan / muammer bey'in gözdesi karantina'lı despina... /...çapkın gülüşü şöyle faytona binişi kordelia'dan / ne kadar başkaydı her kadından her bakımdan / sınırsız bir mutlulukta uyuturdu muammer bey'i / ustalıkla damıttığı o tantanalı aşklarından... / ...işgal altüst etti nasıl da izmir'de her şeyi / öğrendi kullanmasını despina bu yanlış geceyi / körfez'de parıldayan yunan zırhlılarına karşı / miralay zafiru'yla ispilandit palas'ta sevişmeyi... / ...gemi sinyallerinin gece bahçelere yansıması / havuzda samanyolunun ‘hisarbuselik’ şarkısı / demlendikçe yalnızlığı aydınlanıyor muammer bey / olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması...” Biz, anlıyormuş gibi yapsak; belki, şiirde “betimlenen şarkılar”ı, yakıştırmalar yapıştırıp, tahminlemek mümkün hale gelir. En azından okuyucunun seçeneklerini yelpazelemiş oluruz.
Birinci bölümde;
2006’da, 36 ülkeden 52 dernek ve kulübün üyesi olduğu FICC, (Uluslararası Kampçılık ve Karavancılık Federasyonu) “Rally” adındaki “Uluslarlararası Büyük Buluşması”nı İzmir’de yapmak istemişti de (İzmir Büyükşehir Belediyesi, -Bu kadar kalabalık İnciraltı’ndaki doğal dengeyi bozar, ortalığı çöplüğe çevirir, karavanlarını da bırakır gider bunlar- yollu dünyadan habersiz ve komik gerekçesiyle eşsiz bir fırsatı reddettiği ve koca İzmir’de başka da bir yer gösteremediği için...) Türkiye Kamp ve Karavan Derneği, misafirlerini Gümüldür-Hipocamp’da ağırlamıştı... Bu “ufuk faciası”nı defalarca yazıp çizmiştim, bu köşede...
“...Bugün Avrupa’daki bütün büyük şehirlerin (Venedik, Paris, Berlin, Atina dahil...) neredeyse hemen hepsinde, şehrin tam göbeğinde konuşlanmış olan kampinglerin adına, 1990’larda basılmış kamping rehberlerinde bile rastlarsınız...” diye konunun üstüne üstüne gitmiştim de hattâ, “İzmir’in V-Kamp ve İnciraltı BP-Kamp günlerini hatırlayanlar”ın içi “cız” etmişti...
21 Haziran 2013’te yazdığım, “Kordon’da 9 çadırlık sürekli bir kamping düşlüyorum” başlıklı yazıyla ise, (bazılarının gözünde) meseleyi iyice abartmış, (ve özetle) “...Kordon’un, zaman zaman esen ‘delice’ rüzgârı biraz zorlar elbette. Ama sabahı ve gecesi ‘eşsiz’ olacaktır; önce günbatımı, sonra ‘yıldız pikniği’. Adı ‘9 Eylül’e armağan edilmiş, 9 çadırlık sürekli bir kamping düşlüyorum... / ...Kuralı olsun, yasağı olmasın...” diyerek dönen tekere çomak sokmuştum. Birinci Kordon’da kurulan çadırların, “turizme ve EXPO faaliyetlerine zarar verdiği” gerekçesiyle (?!) kaldırıldığı günlerdi. Aksi görüşü savunmuş, “EXPO için eşsiz bir tanıtım fırsatı ve simgesini kaçırıyoruz” demiştim. “Kim üstüne alınırsa TV’de tartışalım” demiştim de, kimse üstüne alınmamıştı...
Bu olaylardan 3 yıl sonra, 2016 yılında, EGE TV’de kendisiyle sohbet ederken; Sayın Tunç SOYER’e, kaçan bu “2 büyük balığı” hatırlatmış ve ekrandan, zamanın FICC Başkanı João Alves Pereira’nın “kampçılar”a ithafen yazdığı mektuptan bir bölüm okumuştum:
“Salatalık” ya da “bâdem” diyerek yumuşatmaya çalışıp, “telâffuzu gereken aslı” ndan vazgeçtiğimiz için doğru dürüst “hıyar” demekten çekinir hâle geldik.
Oysa, (Farsça kökenli) “hıyar”a “hıyar” demekte, ne sakınca olabilir?
Buna rağmen, okuyacağınız “köşe yazısı”nın, manşetlerdeki, “tanzim satışlar” ile bir alâkası yoktur.
Yani, “domates, biber, patıcaaaan...” diye devam edecek bir serinin hazırlığı içinde filân da değilim.
Bu yazı, sadece (nedense) “Sözüm Meclisten Dışarı...” diye başlayan bir “Cucumis sativus” şiirini, farklı bir bakış açısıyla yorumlamak ve “yerel seçim zeminindeki hukukî perspektif ile ilişkisi” üstüne fikretmek, niyetiyle yazılmıştır.
Barış Manço’nun bir diğer çalışması;
Efendim, beni nezaketle davet ettiği, (20 seneyi devirmiş ve artık hayli yorgun düşmüş) bu köşenin adını, Sevgili Deniz Sipahi koymuştu: “Benim Gözlüğümden...” Önereceğim kitabın adı da “Bir Büyükelçinin Gözünden” olunca, bu yazının, ülke gündemine yapışık gündemine, yazarının kaleme aldığı “rengârenk ve renk-âhenk” anıları hiç taşımamaya karar verdim (ki); değerli okuyucu satır aralarının tadını, kendi “gözüyle ve gözlüğüyle”e çıkartabilsin. Sadece, “önsöz”den, kısa kısa alıntılar yapıp, onların altını çizmekle yetineceğim. Fazladan, bir diplomat temkîni ile hazırlanmış, “sıcak ve düzeyli” söyleşi’nin kazanımlarını fısıldayacağım...
Uvertür, “...Hariciye mesleğinin bir bakıma kâtiplik, yani yazı yazma, not tutma demek olduğu, ilk dışişleri bakanına Reis-ül Küttâp, yani kâtiplerin başı denildiği hep bilinir. Yazı yazmak Dışişlerinde bizim için gerçekten hayatın her zaman en önemli parçasıydı; görüşmelerin tutanaklarını hazırlardık, Ankara’ya resmî telgraflar kaleme aldık, yıllık raporlar, yabancı dilde mektuplar, notalar yazdık. Öyle ki, dünyanın dört bir yanına dağılmış misyonlar aynı dilden konuşuyor, bir sözcük Pekin’de nasıl anlaşılıyorsa Kahire’de de öyle anlaşılıyordu. Belki ‘devlet üslubu’ denilen bu titizlikten dolayıdır ki, Dışişleri Bakanlığı’na Türkçe’yi en doğru kullanan kurumlardan biri denirdi...” diye seslendirilince anlıyorsunuz ki, elinizde tuttuğunuz kitap, “izlenimler, anılar” düzleminden çok fazlasıdır... Sadece, bu paragraftaki “devlet üslûbu” vurgusunun dahi, bizim kuşağımızı tavlamaya ve (artık maalesef) mahcubiyete yetip de arttığını hissediyorsunuz. Attilâ İlhan’ın dediği gibi:
“...söyleşir / evvelce biz bu tenhalarda / ziyade gülüşürdük /...
zamanlar değişti / ayrılık girdi araya / hicrana düştük bugün
ah nerde gençliğimiz / sahilde savruluşları başıboş dalgaların
Seçilmeye yakın ismin etrafında, “temkinle pıtırcıklanmış bir sevgi hâlesi...”
“Eş, dost, akraba, yakın arkadaş, kanka, canciğer, yoldaş, meslektaş” kontenjanından ve “çok yakînimdir...” (?!) parantezinden geçilmiyor.
Kimlerin “gerçek dost” olduğunu zaman gösterecek.
Bu resim, bana nedense (?!); “Keçecizâde” Mehmet Fuat Paşa’yı ve tabiî, bu lakâp da (babasından intikal eden) aile şöhretini hatırlattı...
“...Fuat Paşa’nın dedesi Konyalı kazasker Mehmet Sâlih Efendi’ydi. Mehmet Sâlih Efendi’nin oğlu ise II. Mahmut döneminin parlak portrelerinden biri olan, divan edebiyatının seçkin ve tanınmış şairlerinden Keçeçizâde İzzet Molla... Öyle bir insandı ki, İzzet Molla; Şeyhülislâm fetvâsına karşı çıkacak derecede donanımlı ve yürekliydi... II. Mahmut, 1827’de Rusya’ya savaş ilânı için Şeyhülislâm’dan fetva alınca, devletin buna hazır olmadığı gerekçesiyle, muhalefet etmişti... Daha da ileri giderek Sultan’a, huzurda, herkesin önünde, savaş ilânının felaket olacağını söylemişti. Bunun üzerine ortadan kaldırılması düşünüldüyse de kıyılamadığı için vazgeçilip, Sivas’a sürülmüştü, orada da vefat etmişti...” İşte “Keçecizâde”, böyle “onurlu” ve mirası reddedilemeyecek bir babanın oğluydu... Söz, bu “baba-oğul” meselesine nasıl ve nereden geldi, anlamadım ya? Devam edelim...
Tanzimat döneminin önde gelen üç siyasi liderinden biriydi “Keçecizâde”.
Burada vurgunun, mide ya da kalpte olduğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz demektir. Yanlış düşünüyorsam; zaten Serdar Hocam düzeltir ama, buradaki asıl güzellemenin, “sol”un insana kazandırdığı lezzete ilişkin olduğu ıskalanmamalı... Sayfaları çevirmeye başlayınca, benzer yazılarımdaki “teessür” dolaştı yine kaleme. Düşündüm de ben “Gurme” sözcüğü ile tanışalı 40 yıldan fazla olmuş. O da, rahmetli Burhan Felek sayesinde... Önce, Osmanlıcasını öğrenmiştik Usta’dan çünkü: “Şikemperver...” Yemeğin, sadece yemekten ibaret olmadığı farkındalığı ile tanışınca, işi sığ sularda ticarete dökenlere acıyasınız geliyor. “Bir sonradan gurmeye katlanmak için, mide lâzım” demek zorunda hissediyor insan kendini.
“Gâvur İzmirli ama eş durumundan Antakyalı sayıldığını” söyleyen Mülkiye’nin değerli Hocalarından, sevgili dost Dr. Serdar Şahinkaya’nın, “Boğazlar Meselesi / Mide de, kalp gibi ‘sol’dadır...” isimli kitabında, “kadîm” şeyler kıpraşıyor bence. Telgrafhane Yayınları’nın Yeme/İçme dizisinden çıkan bu “eser”in, Nedim Atilla tarafından yazılan ve “bâdeye revnâk veren”; “önsöz ve arka kapak” satırlarına göz atalım:
“Umberto Eco; gerçek bir yemek yazarlığı katına ulaştığı Prag Mezarlığı romanında eski bir Latince deyimi hafifçe yerinden oynatır ve der ki: ‘Carmina dant panem’; ‘Edebiyat ve felsefe karın doyurur.’ Latince deyişin söylediği aslında tersidir. Latincede ‘Carmina non dant panem’ denir, yani ‘Edebiyat ve felsefe karın doyurmaz…’ Serdar Şahinkaya Hocam bu kitabın son taslağını gönderdiğinde aklıma hemen Eco’nun bu lafı oynatması geldi. Kitabı okudukça lezzetleri kovalamaya başladım. ‘Keyifleri göze-gönle göre düzenlemek varsa Serdar Hoca bunu çok da iyi başarmış’, dedim ilk olarak… ‘Yemekte de edebiyat ve felsefe mümkünmüş ve karın doyuruyormuş’, dedim.” / “Serdar Şahinkaya’nın kitabının adının ‘sola’ vurgu yapması da boşuna değil elbette… ‘Birlik içinde çeşitlilik; çeşitlilik içinde birlik’, dünyaya sol memesinin altındaki cevahirle bakanlar için yaşamın her alanında olduğu gibi mutfak kültürleri için de geçerlidir. Mutfak kültürlerinde -özellikle de bu kitapta anlatılanlarda- kültürü uygarlığa dönüştüren belki de bu ruh... ‘Birlik içinde çeşitlilik; çeşitlilik içinde birlik’. Birlik Anadolu mutfağını, çeşitlilik ise sayılması olanaksız yemek kültürlerini simgeliyor. Çeşitlilik birliğe katılmayı önlemiyor. Birlik ise çeşitliliği ortadan kaldırmıyor. Şahinkaya, ‘Özgüveni’ yüksek makaleler ve yemekler sunuyor bize...”
Bu güçlü girizgâhtan sonra, bari ben de,