Haber kanalları geçen hafta Haşhaşîler hakkında şu minvalde bilgiler geçtiler: “11’inci yüzyılda ortaya çıkan, haşhaş içirilen fedaileriyle siyasi suikastlar düzenleyerek güç kazanan bir Şiî tarikatı.” Öncelikle şunu açıklığa kavuşturalım: Haşhaşî denilen topluluklar bu isme şiddetle karşıdır ve kendilerini ‘Nizarî İsmailî’ olarak adlandırırlar. Haşhaşîlik bir topluluk ismi değil, öncelikle Haçlıların, sonrasında rakip cemaatlerin eserlerinde görülen bir itham/yakıştırmadır. Ağırlıklı olarak Suriye’dekiler için kullanılırken, İran’da düşmanları bile onları bu isimle nadiren anmıştır. Nizarî İsmailîlik, Şiîliğin bir koludur. Hareketin kurucusu Hasan Sabbah, inancının yayılması için İran’da korunaklı bir bölge arıyordu. 1090’da fethi çok zor olan, dağ başındaki Alamut Kalesi’ni, silahla değil davetine uyanların sayısının artması ve zekâsıyla ele geçirdi. Alamut’u, İran ve Suriye’de başka kaleler izledi.
HAŞHAŞ MESELESİ
Nizarîlik ilk dönemden itibaren bir inanç topluluğu, siyasal bir aktör, hatta yerel egemenlik kurmuş silahlı bir güçtür ama bilinen anlamda bir tarikat değildir. Zaten Selçuklular da Alamut Kalesi’ne din adamlarıyla değil askeri birliklerle saldırmıştır. Nizarîler, bu kuşatmaları atlatsalar da kalelerden kolayca çıkamadıkları için siyasi cinayetlerle etkili olmaya çalıştılar. Bunlardan sonuçlarıyla en sarsıcı olanı, Selçuklu Devleti’nin güçlü veziri Nizam-ül Mülk’ün öldürülmesidir. Kurbanlar arasında Abbasî halifesi Müsterşid’in yanı sıra Kudüs Latin krallarının devamı I. Conrad da vardı. Bu suikastları gerçekleştiren isimlerse Alamut Kalesi’ndeki ‘şeref listesi’ne kaydediliyordu!
Hasan Sabbah’ın fedaileri modern suikastçı tipine, intihar eylemcilerine tam uymaz. Onlar sahte kimlikler edinip uzun süreli ilişkilerle güven kazanarak önemli kişilerin yakın çevresine sızıyorlardı. Topladıkları istihbaratı kentlerdeki aracılarla merkeze aktarırken gelen emirlere göre hareket ediyorlardı. Yani, suikastçılar öyle haşhaş çeken kafası dumanlı katiller değil, hiyerarşik bir örgütün bilinçli ve soğukkanlı üyeleriydiler. Kaldı ki, harekete düşman tarihçilerin anlatılarında dahi haşhaş kullanımı geçmez. Vitryli James ve Marco Polo’ya dayanan, fedaileri ikna için gizli zevk odalarının bulunduğu ‘Cennet Bahçesi’ efsanesinin de tarihi kayıtlarda dayanağı yoktur. 1256’da Alamut’a giden Cüveyni, bu bahçeye ait bir ize rastlamaz. Öte yandan kötü şöhretin en güçlü nedeni ‘Büyük Kıyamet’ dönemidir: İmam II. Hasan, 1164’te şeriatın artık amacına ulaştığını ve kıyamet (diriliş) devrinin başladığını; bu aşamada takipçilerinden ibadetler ve yasaklarla şeriatın kaldırıldığını açıkladı. Her ne kadar 50 yıl sonra III. Hasan şeriata dönüldüğünü açıklasa da aradan geçen süre haklarındaki iddiaların yayılması için yeterliydi.
EFSANELER VE GERÇEKLER
Hareketin bir özelliği de yaydığı hikâyelerle sahip olduğu gücün kat kat üstünde bir etki bırakmasıdır. Örneğin, rivayete göre fedailer saraydaki hizmetkârlar aracılığıyla, bir gece uyurken Sultan Sencer’in yastığına hançer saplar. Sultan uyandığında bunu görerek korkuya kapılır. Ardından Alamut’tan gelen “İstesek o hançer senin göğsünde olurdu” tehdidi üzerine Nizarîler rahat bırakılır. Benzer bir hikâye onların suikastından iki kez kurtulan Selahaddin Eyyubî için anlatılır. Yine de tüm yıkıcı etkilerine karşın Nizarî İsmailîler, dönemin büyük siyasi güçlerinden olamadılar. Ama gizlilik esasına dayanan tüm inanç-eylem grupları gibi efsane üretmek için harika bir malzeme oldular. Bu efsaneler de kitaplara, romanlara, filmlere, hatta bilgisayar oyunlarına kadar uzandı. Nizarîlerin tarihiyse 13’üncü yüzyıldan itibaren fedailikten çok farklı bir yola girdi. Günümüzde Alamut’tan yayılan inançla ilgili en önemli gerçek, Nizarî İsmailîlerin farklı ülkelerde milyonlarca (iddiaya göre 15 milyon) mensubunun bulunması. Ama belki de en şaşırtıcı bağlantı, saygın mimarlık ödüllerinin de hamisi, dünyaca ünlü Ağa Han (Aga Khan) ailesinin, bu topluluğun resmi imamı olmasıdır! Bu ilgi çekici ailenin hikâyesiyse başlı başına anlatılmayı hak ediyor.
Selahaddin Eyyubî genç sayılabilecek bir yaşta Mısır’ın veziri ve başkumandanı seçildiğinde yıl 1169’du. Tam da o günlerde, Bilbis şehri yakınlarında Türkmen bir görevlinin dikkatini yolda yürüyen bir adam çekti. Adam yalın ayak yürümesine rağmen elinde bir çift yeni ayakkabı taşıyordu. Şüphe çeken adam, Selahaddin Eyyubî’nin huzuruna getirildi. Selahaddin ayakkabıların sökülmesini istedi. Ayakkabının içinden çıkan, Saray Ağası Cevher’in Mısır’ı ele geçirmeye çalışan Kudüs Haçlı Kralı Amalric’e yazdığı gizli işbirliği mektubuydu! Cevher’in amacı, Doğu’da eşzamanlı başlatılacak savaş ve Kahire’de çıkarılacak isyanla Selahaddin’i devirmekti. Bu ittifak ortaya çıkarılmasaydı Selahaddin iktidarının ilk yılında aniden iki ateş arasında kalabilirdi. Ama tarihin kaydettiği en ilginç kişiliklerden biri olan Selahaddin Eyyubî’nin daha yapacak çok işi vardı.
ANLAŞMAYI SEVEN SAVAŞÇI
Adeta Ortadoğu’daki çeşitliliğin bir aynası gibiydi Selahaddin Eyyubî. Büyük bir Kürt aşiretine mensuptu. Annesiyse Türk kökenliydi. Arap kültürüyle eğitilmiş, Türk emirlerle birlikte yükselmişti. Ordusunda ve devlette bu üç unsur da mevcuttu. Ama etnik bağlılıklardan ziyade kişiliğindeki asıl etken İslam’dı. Gönlünde daima bilim ve edebiyat olsa da ailesinin isteğine uyup yönetici oldu. Kısa zamanda başarılar kazanarak Mısır’dan Diyarbakır’a kadar Ortadoğu’yu idaresi altına aldı. Şimdi hedefinde Haçlıların 1099 yılında ele geçirdiği kutsal şehir Kudüs ve Doğu Akdeniz kıyıları vardı. İstihbaratı doğru kullanması ve akılcı savaş taktikleriyle Kudüs’ün yeniden alınmasını sağladı. Haçlıların aksine katliama girişmediği gibi tarihte benzerine zor rastlanır bir hoşgörü ve bağışlayıcılık gösterdi. Bu tavrı, dinî ve ahlakî bir gereklilik olarak görüyordu. Örneğin, düşmanları İngiltere Kralı Richard ve Fransa Kralı II. Philippe savaş sırasında hastalanınca onlara kendi doktorunu gönderecek kadar sıra dışı biriydi. Bunun gibi kayda geçmiş daha pek çok ilginç davranışı vardır. Bağışlayıcılığı, cömertliği, sözüne bağlılığı ve asaleti, Avrupa’da bile destansı bir kahraman olarak anlatılmasını sağladı.
ADALET VE SERVET
Özellikle adalet konusunda çok titizdi. Bir suçlama karşısında çok sevdiği yeğeninin, bir diğerinde de önde gelen komutanının yargılanmasına izin vermiş, ayrıcalığa karşı çıkmıştı. Aynı tutumu kendisi için de göstermiştir. Kudüslü bir tüccar, elinde bir belgeyle kadıya başvurarak Selahaddin Eyyubî’den davacı oldu. Kadı hemen durumu sultana bildirdi. Sultan kadıya belgeyi korumasını söyledi ve herkesi şaşırtan bir şekilde mahkeme edilmeyi kabul etti. Hatta Ortadoğu’nun en güçlü adamı, davaya bizzat katılıp kadının ve tanıkların huzurunda davacıyla yüzleşti! Selahaddin Eyyubî kendi suçsuzluğunun kanıtlanmasına rağmen yine de davacı tüccara hediyeler ve bir miktar para verdi. Öte yandan amacı, onu ‘susturmak’ değil gönlünü almaktı. Selahaddin Eyyubî, tarihin gördüğü en cömert ve en mutevazı liderlerden biridir. Kişisel servetini kimsesiz çocuklar ve yaşlılar başta olmak üzere halka dağıtmaktan hiç çekinmezdi. Debdebeden daima uzak durdu. Şahsı için hiçbir saray veya bina yaptırmadı. Öldüğünde özel hazinesinden sadece 1 Dinar ve 36 dirhem çıkmıştı*! Kendisini yakından tanıyan İbn-i Şeddad onun için şöyle yazar: “Herkes hakkında iyi sözler söylenmesini isterdi. Ağzı temizdi. Asla söverken görmedim... Ahdine vefa ederdi.”
Son zamanlarda siyasetteki ilkesizlik furyası ve kullanılan ifadelerin düzeysizliği karşısında Selahaddin Eyyubî’nin hatırası bir ibret timsali olarak karşımızda duruyor. Umalım ki onun tavrını, hatıra eşyası veya söylev malzemesi olmaktan çıkarıp hayata geçiren siyasetçilerin sayısı hızla artsın.
*“Selahaddin Eyyubî ve Devri”, Ramazan Şeşen, 2000.
Sezar, M.Ö. 49 yılında Roma Cumhuriyeti’nin ‘diktatör’ü yani ‘sözü buyruk sayılan olağanüstü yönetici’si seçilmişti. İzleyen 5 yıl içinde hem tarihe geçen, hem de siyaseten kendi sonunu hazırlayan bir dizi karar aldı. Yeni bir anayasa hazırlattı. 600 olan senatör sayısını 900’e çıkararak desteğinden emin olduğu sıradan vatandaşların, taşradan gelenlerin senatör olmalarını sağladı. Tabii bu ‘alt sınıfların siyasi varlığı’ Romalı soyluları allak bullak etti. Siyasi kararlarının tavizsiz uygulanması ve asayişin sağlanması için bir polis teşkilatı kurdurdu. Yöneticilerin görev sürelerine zaman sınırı getirdi. Muhalefet unsuru gördüğü meslek örgütlerini yasa dışı ilan etti. Azalan nüfusu çoğaltmak için 3 çocuk ve fazlasını yapan aileleri ödüllendirdi. Ayrıca iddialı projelere de kalkıştı: Bunlardan biri Roma’da dev bir ibadethane inşa edilmesiydi. Daha büyük limanlar; Kartaca ve Korint’e sıfırdan kentler kurulmasını istiyordu. Ama belki de en önemli projesi Ege ve Adriyatik’i birbirine bağlayacak olan Korint Kanalı projesiydi. Peki ama Sezar nasıl olup da cumhuriyetin en güçlü ismi olmuştu?
DİN ADAMLIĞI YERİNE SİYASET
M.Ö. 100 yılında doğmuştu Romalı Galius Julius Caesar. Onu 16 yaşındayken din adamı yapmak istediler. Ama politik çalkantılar engel olunca askere yazıldı. Seferden dönüşte alt sınıfların mahallelerinde yaşadı. Yüksek hitabet yeteneğini ve güçlü sesini kullanarak insanları davalarda savundu. Görevli gittiği ordu birlikleri seferlerden başarıyla döndükçe o da siyasette adım adım ilerliyordu. Kamu arazilerinin fakir halka dağıtılmasını önerdiyse de Senato’da kabul ettiremedi. Tabii Roma Cumhuriyeti’nin seçkin sınıfı, onun bu hareketini hiç mi hiç sevmedi. En iyisi onu başkentten uzak tutmaktı. Galya’nın yani bugünkü Fransa’nın yerel yöneticisi oldu. Burada üst üste kazandığı zaferlerle, adamları ve halk tarafından daha çok sevilirken üst sınıfların tedirginliği artıyordu. Pompey’in yönetimindeki Senato, “görev süren doldu, artık silahları bırakıp Roma’ya dönme zamanı” dedi. Oysa aldığı istihbarat, bunun kendisini ortadan kaldırmaya yönelik bir komplo olduğunu söylüyordu. Gözü kara adamdı... Askeri birliklerinin başında, “ok yaydan çıktı bir kere” diyerek Roma’ya yürüdü. Bu, bir iç savaş ilanıydı. Pompey ve adamları Roma’dan kaçtı. Sezar kovaladı ve zafere Mısır’da ulaştı: Gitti, gördü, yendi! İşte bu zaferlerden dönen Sezar, kendince tüm rakiplerini yenmiş ve Senato tarafından ‘diktatör’ ilan edilmişti. Hatta 5 yıl sonra bu ünvan ‘ebedi diktatör’ olarak yenilendi. Senatörler Sezar’a unvan üstüne unvan verip hoş tutmaya çalışsalar da aslında aleyhindeki ittifak gizlice güçleniyordu: Sezar ortadan kaldırılmalıydı! Tabii bunun için Brutus gibi onu destekleyenlerin de ikna edilmesi gerekiyordu. Sezar, Senato’da düzenlenen ve 60 kadar kişinin ortak suikastında, aldığı 23 derin darbeyle hayatını kaybetti! Tabii ortak yanları Sezar karşıtlığı olan ve Cumhuriyet’i diktatörden korumak iddiasıyla bu suikastı yapanlar önemli bir konuyu atlamışlardı: Sonrasını! Kendilerine daha fazla hak ararken savaşçı Sezar’ın taktisyen yeğeni Octavius, Roma Cumhuriyeti’ne son verip Roma İmparatorluğu devrini başlatacaktı.
NEYSE Kİ...
Tolkien’in ünlü eseri ‘Yüzüklerin Efendisi’nde zor durumdaki kahraman Aragorn, zafer kazanabilmek için ölülerin dünyadaki hayaletlerini kendi tarafında savaşmaya çağırır. Tarih aracılığıyla gündelik siyasette haklılık iddiası da buna benzemiyor mu? Geçmiş olaylardan, göçüp gitmiş insanlardan hedefinize uygun olanları alıp kullanırsınız. O örneklerle dilerseniz hükümete, dilerseniz cemaate, dilerseniz bir başkasına yüklenirsiniz. Ama bu düşman-taraftar ikilemine kapılmamalıyız; çünkü mesele artık kimden yana olduğunuzun çok ötesine geçti. Gelin, biz büyük resime bakalım; iç çekişmelerde, iktidar ve hukuk krizlerinde olayların nerelere varabileceğini görmek için tarihe uzanalım.
İKTİDARIN HUKUKU
Erken dönem Orta Asya Türk devletleri genellikle ayrı boyların koalisyonundan oluşurdu. Ama kazanılan güç ve zenginlikten hareketle devletin başındaki kağan, diğer boyların mutlak hükümranı olmaya kalktığında koalisyon muazzam bir hızla bozulabilirdi. Hele de başa kimin geçeceği konusunda ‘töre’de tanımlanmış mutlak kuralın olmadığı bir düzende...
Yüzyıllar sonra Osmanlı gibi merkezi bir devlette bile iktidar meselesi hukuken hâlâ problemliydi. Mesela, Fetret Devri... Mesela Cem Sultan’ın, Yavuz Selim’in, Kanuni’nin oğulları Şehzade Mustafa ve Bayezid’in giriştiği iktidar mücadeleleri... Bunlar basit, kişisel taht mücadeleleri değildi elbette. Her defasında devlet adamlarının ve ordunun bölünmesi, yenilenlerin destekçileriyle birlikte tasfiye edilmesi demekti. İşte Osmanlı’da -bizim için kabul edilemez olan- ‘kardeş katli’ uygulaması bu tür iç çatışmaları önlemek için çıkarılmıştı. (Günümüzde kardeş katlinin çok farklı bir boyutta sürdürüldüğünü söylemek hiç de yanlış olmaz!)
İktidar krizlerinin çok önemli bir boyutu daha vardı: Dış müdahaleler. Orta Asya döneminde iç çatışmalar başlayınca devreye hemen Çinliler giriyordu. Üstelik Çinlileri yardıma çağıran çoğu zaman rakip taraflardan biri oluyordu! Öte yandan tüm bunların Türklere özgü olduğunu sanmayalım. Örneğin, Bizans’tan Macaristan’a kadar olan bölgedeki devletlerde iç mücadeleler kilit rol oynamıştır. Osmanlı’dan aldığı destekle tahta çıkan krallar veya prensler eninde sonunda kontrolü Osmanlılara kaptırdılar. Yani, iç çekişmeler devletlerin sonunu dahi getirebiliyordu.
Yakın tarihin en önemli iktidar-devlet-hukuk kriziyse Milli Mücadele döneminde yaşanmıştır. İşgal kuvvetlerinin yanı sıra, beş yıl boyunca iki hükümet, iki karar merkezi, birden fazla kolluk kuvveti... Yani iki iktidar odağı, iki ayrı yürütme! Neyse ki, hem İstanbul hem de Anadolu’daki devlet görevlilerinin ve halkın çok büyük çoğunluğu Milli Mücadele’nin yanında yer almış, böylece kaos önlenmiştir. Yine de iki başlılığın sürdüğü bu ortamda çıkan irili-ufaklı isyanlar nedeniyle gerçek bir iç savaşın eşiğinden dönüldüğünü söylemek mümkün. Bu buhranlı dönemde Atatürk’ün en titizlendiği konuların başında, alınan kararların hukukî olması geliyordu.
NEREDEN NEREYE?
Bugün dünya tarihinde defalarca yaşanmış bir olayın ‘ufak çaplı’ tekrarına tanık oluyoruz: İktidar yolundaki ittifak, asıl patronun kim olduğu sorusuyla bozuluyor; ardından hukuki bir krize dönüşüyor. Asıl tehlikeyse mevcut krizin çok boyutlu olarak derinleşip temelden bir tahribata yol açmasında. Hal böyleyken kimin kimi dövdüğü, kimin kazançlı çıktığı kısa vadeli bir kâr-zarar hesabı sadece. Sorunlarımıza uzun vadeli, karşılıklı çözümler bulamazsak kaybeden -sanıldığı gibi- sadece iktidar partisi veya cemaat değil, tüm Türkiye olacak.
Örneklerle anlatmaya kalksak sayfalar yetmez... Ama özeti çok kısa: Tarihin hiçbir döneminde tektip Müslümanlık olmadı. Özet net olsa da Müslümanların hep aynı düşünen, aynı biçimde davranan tek parça ‘robotik’ bir kütle olduğunu sananlar hayli fazla. Hal böyle olunca siyasi farklılıkların açıklaması da yine İslam üzerinden yapılmaya çalışılıyor. Örneğin geçen hafta kimi Avrupa gazeteleri, Türkiye’deki son gelişmeleri yorumlarken meseleyi İslam’a bağladı. Haberlerde cami resimleri, ‘Müslüman politikacı’ başlıkları kullanıldı. Sanki her siyasi kararın mutlaka dini bir dayanağı varmış; bir parti, hareket veya kişi tek başına bir dini temsile yetkiliymiş gibi... Ama hepsinden de öte, sanki İslam ve Müslümanlık birebir aynı şeymiş gibi... İşin ilginci, bu ‘zihinsel toptancılığın’ geçmişinde hem ateşli İslam karşıtlarının hem de bazı siyasal İslamcıların ortak izi var!
DEĞİŞEN ROLLER
Müslümanları yekpare bir topluluk saymanın Batı Avrupa’daki kökeni Haçlı Seferleri’ne kadar dayanır. 11’inci yüzyıldan itibaren kilise, 300 yıl boyunca ısrarla “Dünyanın tüm Hıristiyanları, istilacı Müslümanlara karşı birleşin!” çağrısı yapmıştı. 1844 yılındaysa Karl Marx maddeciliği, Hıristiyan - Müslüman ayırmadan “Din toplumların afyonudur” diyordu. Bu iki anlayışı da barındıran Batı yayılmacılığı, Müslümanlar arasında iki karşıt siyasi tepki ortaya çıkardı: Redd-i mirasçılar ve İslami birlikçiler (ittihad-ı İslamcılar / pan-İslamistler). Redd-i mirasçılara göre, geride kalmanın nedeni din ve dolayısıyla İslam’dı. Diğerleriyse mücadelenin ancak Müslümanların siyasal birliğiyle kazanılacağına inanarak “dünyanın tüm Müslümanları, sömürgeci Batı’ya karşı birleşin!” çağrısı yaptılar. Ama bu çağrı yeterli karşılık bulamadı. İslami birliği savunanlar da kendi ülkelerinin bağımsızlık hareketlerinde milliyetçilerle ki bir kısmı redd-i mirasçıydı yan yana mücadele ettiler.
Günümüzde ‘siyasal İslamcılık’ adı verilen hareketler, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte tek bir ideoloji ve birleşik bir liderlik etrafında ilerlemedi. Buna uygun toplumsal zemin de yoktu zaten. Her şeyden önce dindarlık siyasi tavır takınmanın mutlak gereği değildi. Ayrıca, medrese eğitimli bir âlimle dağ köyündeki bir tasavvuf ehlinin, kentli bir aileyle konar-göçerlerin dini yaşayışlarında pek çok fark vardı. Alnı secdeye değen herkes aynı değildi yani. Öte yandan bu farklılıklar, siyasal İslamcılar için bölünmüşlük demekti. Uzunca bir süre siyasi temsilin dışında kalan İslamcılar arasında güçlenen kanı, Müslümanların birliğine asıl engelin kökü dışarıda bir ‘fitne’ olduğuydu. İşte bu noktada iki zıt kutup, yani koyu İslam karşıtları ve koyu siyasal İslamcılar, garip bir şekilde aynı ‘zihinsel toptancılık’ta buluştu. İkisi de tüm Müslümanları -sınıfsız, tarihsiz, coğrafyasız- yekpare bir bütün olarak görüyordu (ya da öyle görmek istiyordu): İlki topluca itibarsızlaştırıp saf dışı bırakmak, diğeriyse kitleleri tek bir liderlik ve siyasal hareket etrafında birleştirmek için.
ÇOĞULCULUKTA BİRLİK
Oysa toplumdaki çeşitliliği görmezden gelen toptancı yaklaşımlar, kimin ‘gerçek’ Müslüman, kimin ‘fitneci, aşırı, yoldan çıkmış, vb.’ olduğu üzerine karşılıklı suçlamalara yol açıyor. ‘Tam birlik’ iddiası, çetin bir liderlik mücadelesini ve tabii tasfiyeleri de beraberinde getiriyor. Bugün bazıları üzüntüyle, bazılarıysa keyifle Türkiye’de olan biteni izlerken aslında daha temel bir sorun çıkıyor karşımıza: Bir politik mücadeleyi, doğrudan din ve dindarlıkla ilişkilendirerek laikliği de Müslümanlığı da tehlikeli bir yanlışa sürüklüyoruz. Oysa tarihin bizi getirdiği noktada şunu söyleyebiliriz: Demokrasinin zıttı aslında ne İslam, ne Hıristiyanlık ne Budizm ne o ne bu... Demokrasinin asıl karşıtı, hangi düşünceden gelirse gelsin toptancılık, totaliterlik, tektipçilik, ayrımcılık ve tabii hukuksuzluk. İnancımız ne olursa olsun ‘her evin ihtiyacı’ olan çoğulculukta buluştuğumuz bir gelecek dileğiyle...
Günümüzden tam 120 yıl önce, yani 15 Aralık 1893’te, Vilhelm L.P. Thomsen, Danimarka Fen ve Edebiyat Kraliyet Akademisi’nde bildirisini sunmaya hazırdı. 51 yaşındaki başarılı akademisyen, çalışkanlığı sayesinde 16 dil öğrenmişti. Ama gelin biz, bu tarihi sunumdan da eskiye gidelim.
SAVAŞTAN KEŞİFLERE
Büyük Kuzey Savaşı sırasında İsveçliler 1709’da Poltava’da Ruslardan çok ağır bir yenilgi aldı. Ruslara esir düşenlerden biri de İsveçli subay P. J. von Strahlenberg’di. Gönderildiği Sibirya’da Türkî halklar olan Tatar, Başkırd, Yakut, Çuvaş, Özbek ve Kırgızlar hakkında bilgiler topladı. 1730’daki kitabında ‘Tatar’ dillerinin Fince’yle benzerliğini ortaya koydu. Ayrıca Yenisey’de gördüğü anıt mezar taşlarından söz etti. Anayurtları saydıkları bu toprakları keşfetme çabasındaki Finler 1889’da Yenisey’deki anıtların içeriğini yayınladı. Ruslarsa aynı yıl Moğolistan’daki Orhun Nehri kıyısında büyük taş yazıtlar buldular. Finler de 1890’da bu dev kitabelerdeki yazıları kopyaladılar.
Bu tarihten itibaren Orhun Yazıtları’nı çözme yarışı başlamıştı. Bilinmeyen bir dildeki 38 işaretin her biri ayrı bir ses için miydi? Harfler soldan sağa mı, yoksa sağdan sola doğru mu yazılıydı? Rusya’daki en yetkin araştırmacı Alman asıllı Wilhelm Radloff bile bilmeceyi çözememişti. Bunu başaransa bir başka ‘Vilhelm’ oldu. Danimarkalı Vilhelm Thomsen, Orhun Yazıtları’nda tekrarlandığını fark ettiği üç kelimeye odaklandı: ‘Türk’, ‘Tengri’ ve ‘Kül Tigin’ kelimelerini doğru öngörerek yazıyı dâhiyane bir şekilde çözdü. 15 Aralık 1893’teki sunumunda kanıtladığı üzere, Orhun Yazıtları’nın sahibi olan Türklerin kendilerine ait bir alfabesi vardı! Çoktandır unutulan bu gerçek, Orhun’daki anıtların dikilmesinden 1160 yıl kadar sonra Kuzey Avrupalılar tarafından ortaya çıkarılmış oldu. Türk dilinin, medeniyetinin ve dünya tarihinin yazımında çığır açan bu gelişme, Macarlar için de önemliydi. ‘Balıkçı(!)’ Finlerden çok ‘büyük devletler kuran’ Türklerle akraba olmayı yeğleyen Macarlar, harıl harıl Türklük üzerine çalışıyordu. Onlara Rus egemenliğindeki Kırım ve Kazan Tatarlarıyla diğer Türkler de katıldı. Ancak Rusya’daki Türkologlar için Stalin dönemi felaketlerle doluydu. 30 kadar Türkolog, 1930’ların ve II. Dünya Savaşı’nın karanlık yıllarında siyasi suçlamalarla kurşuna dizildiler veya çalışma kamplarında hayatlarını kaybettiler.
GİDENLERİN HATIRASI
Kopenhag’da 1927’de ölen V. Thomsen’in adı, büyük başarısına hürmeten Ankara’da Milli Kütüphane’ye bakan caddeye verildi. Thomsen’den günümüze, başarılı Türkologların hayat hikayelerinde hep ortak bir yan var: Titizlik, ısrarla daha doğrusunu aramak ve bulgularını tekrar tekrar sorgulamak. Ne var ki onların katkılarını bile yeterli sayamayız. Çünkü akademik bulguları topluma aktarmadıkça gerçek ilerleme mümkün değil. Türkçülük, Atatürkçülük, ümmetçilik, Batıcılık; falancılık, filancılık fark etmiyor... Kolaycı sloganlarla, kaba genellemelerle, hele de hakaretlerle ortak bir dil oluşmuyor! Herkesin birbirinin alfabesini doğru okuduğu günler dileğiyle...
Bakın sosyoloji profesörü bir siyasetçi geçenlerde ne dedi: “Demişler ki ‘sen Türksün. Ne demek Türklük? İşte Orta Asya’dan gelmişsin. Bakarsan kaçımızın dedesi Orta Asya’dan gelmiş? Türk dediğin bir sentezdir zaten. Türk diye bir ırk yok... Türkiye’de insanların üç-dört nesil öncesine baktığın zaman çok farklı çıkıyor.” Görülüyor ki konu millet/ulus, milliyetçilik, ırk, ırkçılık vb. olunca eğriyle doğru birbirine karışıyor. Gelin, önce bu kavramların geçmişine bir göz atalım.
IRKÇILIĞIN MUCİTLERİ
Milliyetçiliğin ileri aşaması gibi görülse de tarihte önce ırk ayrımcılığı çıktı ortaya: Bir yanda ‘medeni’ beyaz insan, diğer taraftaysa ‘vahşi’ siyahlar, Kızılderililer, çekik gözlüler... Bir süre sonra bu sömürgeci ‘üstün’ ırkın rakip milletleri, gözlerini birbirlerinin payına diktiler. Bu süreçte Fransız Devrimi ve Napolyon istilaları ‘ulusal birlik’ kavramını tetikledi. Bir de anayurt meselesi vardı tabii. Herkes uzak atalarının topraklarında hak iddia ediyordu. ‘Tarihi anayurduna’ kavuşmayı arzulayanlardan biri de Yunanlılardı. 1821-1832 arasındaki Yunan bağımsızlık hareketi, Osmanlı’nın bildiği yerel isyanlardan hayli farklıydı. O yıllarda Avrupa’da, Balkanlar’da kim varsa, anlı-şanlı tarihini yazıyor, unutulan destanlarını parlatıyordu. Savaşçı ataların resimleri kitapları süslerken, ‘milli marşlar’ bestelenip, ‘milli bayraklar’ dikiliyordu. Tüm bunlar ‘haklı’ savaşların dayanağıydı. Osmanlı Türkleri Balkanlar’da, Kuzey ve Orta Asya Türkleriyse Rus yayılması karşısında çöküşteydi. İşte savunmacı Türk milliyetçiliği bu koşullar altında doğdu. İttihat ve Terakki’nin savunmayı hücuma çevirme çabasıysa yeni felaketlere yol açtı.
ASİL KAN, SAF KAN
I. Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Türkleri milli bir devlet kurarken, Asya Türkleri bağımsızlığını yitirdi. Türk milleti parçalanma travmasını atlatabilmek için geçmişiyle ‘övünmeli, çalışmalı, geleceğe güvenle’ bakmalıydı. Milletin ‘muhtaç olduğu kudret, damarlarındaki asil kanda mevcut’tu. Günümüzden 1930’lar Türkiyesi’ne bakanlar, milliyetçiliğin o dönemde aslında son derece ‘modern-ileri’ bir akım olduğunu ıskalıyorlar genellikle. Bugün kabullenmek zor olsa da faşist İtalya ve Almanya, o yıllarda müthiş bir gelişme sağlamış görünüyordu! Meseleye bu açıdan bakmak, Türkiye’de milliyetçilik adına yapılan yanlışların nedenlerini doğru anlamamızı sağlar. Avrupa’da ırkçılığın ve faşizmin yükselişini ancak II. Dünya Savaşı durdurdu. Sonrasında ırkçılık -ortadan kalkmasa da- insanlık suçu ilan edildi. Irk araştırmaları yerini tıbba ve genetik bilimlere bıraktı. Genetik araştırmalarsa üstünlük iddialarını boşa çıkarırken dünya üzerinde ‘saf ırk’, ‘saf kan’, ‘üstün ırk’ diye bir şeyin olmadığını ve herkesin bir şekilde birbiriyle akraba olduğunu kanıtladı.
KİM MUTLU KİM MUTSUZ?
Gelelim günümüze... ‘Türk diye bir ırk yok’ ifadesini de içeren cümleler ne yazık ki tarihi yanlışlarla ve kavram karmaşasıyla dolu. Hele bir de anayasadaki vatandaşlık ve millet tanımı kapsamında söylenince... Kamuoyu bu sözleri ‘Türk diye bir millet yok’ biçiminde okuyor haliyle. Oysa Türklük, kabul etseniz de vardır, etmeseniz de. Türk kimliği, kültürü ve dili “yoktur” demekle yok olmaz. (Zamanında “Kürt diye bir şey yoktur” denmesiyle Kürtlüğün yok olmadığı gibi.) Türk’üm diyen herkes Türk’tür. Irka, soya, kökene bakmak gerekmez. İster Orta Asya’dan gelmiş olun, ister Kafkasya’dan, ister Balkanlar’dan. İster Anadolu’nun kadim halklarının genlerini taşıyın, ister Ortadoğu’nun, Karadeniz’in. Bunun tarihi formülü de belli zaten: “Ne mutlu Türküm diyene”. Çoğulcu demokraside kimlik özgürlüğünü savunan birinin (kendisindeki çağrışımları ne olursa olsun) bu ifadeye karşı çıkması tutarlı olabilir mi? Ben kendi adıma -Türklüğün bulunduğu noktadan memnun olmasam da- Türk olmaktan mutluyum. Öte yandan hiç kimse, yalan söylemek zorunda kalmamalı. İsteyen herkes ortadaki bölümü kendi seçimine göre doldurmalı: “Ne mutlu ...... diyene!” Bakarsınız, oraya yazılacakların aslında Türklükle çatışmak anlamına gelmediğini bir gün -hepimiz- fark ederiz.
Yahya Kemal Beyatlı, 1889 yılında 5 yaşındayken Üsküp’te Sultan Murad Camii’nin arkasındaki mektebe başladığı günleri şöyle anlatır: “Bir sabah İshakiyye Mahallesi’nde, karaağaçların altındaki konağımızın önünde el ele vermiş kız ve erkek mektep çocukları, sarıklı hocaları önde, ilahiler söyleyerek göründüler.” Osmanlı’da okula başlama törenlerinden olan bu renkli, neşeli ‘âmin alayları’nda erkek çocukların fesleri, kızların saçları ve elbiseleri değerli taşlarla süslenirdi. Bazen oğlanlar at sırtında, kızlarsa özel arabalarla katılırdı kutlamalara. Okul yollarındaki bu kızlı-erkekli yan yanalık, derslerde de sürüyordu tabii. Karma sınıflardaki oturma düzeni ‘kızlar önde, erkekler arkada’ veya karşılıklıydı. İyi de bu kız-erkek bir arada okuma konusu Osmanlı’da ne kadar yaygındı?
OKULLARIN ÇOĞUNLUĞUNDA
Osmanlı’da yüzyıllardır varlığını sürdüren mahalle/sıbyan mekteplerinde kız ve erkek çocukları 4-5 yaşından itibaren beraber eğitim görürlerdi. Abdülhamid devrinin son yıllarında, iptidai mekteplerin (ilkokul) muhtelit, yani karma olanları çoğunluktaydı: 5073 karma mektebe karşı, 4569 erkek mektebi! Ayrıca kızlara özel 349 okul vardı*. Yazılı anıların da gösterdiği üzere mahalle hayatı, çocuklar için kaç-göç veya ayrışma üzerine kurulu değildi. Yani, bugün hâkim olan algının aksine, Osmanlı toplumunda kız ve erkek çocukları yan yanaydılar. Elbette, günümüzdeki gibi bir karma eğitimden söz edemeyiz. Çünkü ortaokuldan (rüşdiye) itibaren kızlarla erkekler ayrılıyordu. Ancak bu, sadece Osmanlı’ya özgü bir durum değildi.
MODERNİTEYLE GELEN AYRIŞMA
Batı’da geleneksel okullarla ‘modern/asrî’ okullar arasındaki ayrım 1800’lü yıllarda adım adım başlar. Modernleşme çabalarıyla Batı’da kız okulları artarken Osmanlı’da da 1843’te Mekteb-i Tıbbiye’ye bağlı ebe okulu, 1859’da ilk kız rüşdiyesi, 1870’te ilk kız öğretmen okulu açıldı. Tabii kızlara özel eğitim, daha çok karma eğitim anlamına gelmiyordu. Örneğin, İttihat ve Terakki döneminde açılan erkek ilkokulu sayısı, karma okulların neredeyse 6 katıdır. Oysa geleneksel Müslüman vakıf okullarında tam tersi bir durum vardı: Karma ilkokullar, erkek ilkokullarından üç kat fazlaydı! Yani ağırlık, vakıf mekteplerinden devletin ‘modern’ kız-erkek ayrı okullarına kaydıkça çocukların fiziki ayrışması da artıyordu. Bugün şaşırtıcı gelebilir ama Batı modernleşmesi ilerlemeyi savunurken beraberinde cinsiyet ayrımcılığını taşımıştır. Dolayısıyla Batı’da (ve Türkiye’de) karma eğitim, her seviyede ancak 20. yüzyılın ortalarında yaygınlaştı. Dünyaca ünlü üniversitelerden Yale’in karma eğitime geçtiği yıl 1969, Harvard’ın 1972, Columbia’nın 1983’tü! Oysa Darülfünûn’da (İstanbul Üniversitesi) kız öğrenciler erkeklerle birlikte derslere 1919’da kabul edilmeye başlanmıştı.
Darülfünûn’daki uygulamayı eleştirenler olsa da karma eğitimin hararetli karşıtlarına ilk olarak Osmanlı’da değil Batı’da rastlıyoruz. Bunlar arasında muhafazakârların yanı sıra akademisyenler de vardı. Örneğin 1873’te Harvard Tıp Fakültesi’nden ünlü bir profesör, karma okulların kızların biyolojilerini ve doğurganlığını olumsuz etkileyeceğini öne sürmüştü! Bu açıdan bakınca, bugün Türkiye’de karma eğitime verilen tepkiler, modernleşmenin paralel sonucu gibi görülebilir. Ama bir ‘ayrıntı’yı kaçırmamak şartıyla... Asıl mesele, bu tepkinin 100 yılı aşan ‘küçük’ gecikmesinde! Tarihin defalarca gösterdiği üzere, geçmişte yapılmış tartışmaları aynen tekrar etmek, enerji kaybından başka bir şey getirmiyor. Oysa günümüzde eğitim, farklı sorunlarla karşı karşıya: Edinilen bilginin düzeyi; yeni teknolojiler; liselerde erkek-erkeğe veya kız-kıza kanlı bıçaklı kavgalar, hatta ilkokullarda bile görülen şiddet, vd. Kendi adıma, Meclis’in önümüzdeki dönemde asıl bu gibi yanlışları nasıl çözeceğini, bu konuların siyasetin gündeminde olup olmadığını, karma eğitim meselesinden çok daha fazla merak ediyorum.