Ekmek adeta medeniyetin tarihidir; kadim inançların ayrılmaz parçası, savaşların mayasıdır. Evliya Çelebi’den öğrendiğimize göre fırıncıların pîri Hz.Adem’dir: Cebrail yeryüzüne inmiş ve ona buğdaydan un, undan hamur ve hamurdan da ekmek yapmayı öğretmiş. Yani, ekmek mücadelesi insanlıkla birlikte başlamış. “Ekmeğini taştan çıkaran” Anadolu halkı, yerde bulduğu ekmeği kaldırıp sokak hayvanları, kuşlar, karıncalar yesin diye duvar kenarına koyarken öpüp üç kere başına götürmüş; hatta kutsal bildiği ekmek üstüne yemin bile etmiş. Kendisine ekmek veren eli görmeyene “nankör” (nan: Farsça ekmek, nimet) demiş. Rivayete göre Sultan I.İbrahim, kendisini tahttan indirmeye gelenler içinde Şeyhülislam’ın yanı sıra cellatı da görünce akıbetini anlar ve can havliyle “aranızda benim nan ü nimetimi yiyenlerden bana acıyacak olan yok mudur?” diye sorar. Ama infaz edilmekten kurtulamaz. Çünkü nankörlük iktidar savaşının hamurunda vardır.
ETMEK - ÖTMEK
16.Yüzyılda Osmanlı’yı ziyaret eden seyyah Dernschwam’a göre, Türkler her öğünde fırından taze çıkmış beyaz ekmek yermiş. Aslında “etmek yermiş” demek gerekir, çünkü ekmek kelimesinin bugünkü şekliyle kullanımı 17.yüzyıldan sonradır. Öncesinde Türkçe’de ekmeğe “etmek” denirdi. Yani, kelime kökeniyle ekmek, gıdanın ta kendisidir. Kimi dilbilimcilere göre “ötmek” de ekmeğin kökü olabilir. Ekmek bulamayıp aç kalan halkın yüksek sesle “öttüğü” düşünülecek olursa bu bağlantıya şaşmamak gerek! Dolayısıyla ekmeğin kolay temini, fiyatının kontrolü ve standart ağırlığı çok mühimdi. Her dönemde İstanbul’dan Devlet-i Aliyye’nin pek çok köşesine bu konuyla ilgili buyruklar gönderilmiştir.
DEVRİMLERİN HAMURU
Bir memlekette ekmek yoksa huzur da yoktur. Örneğin, 1788 ve 1789 yıllarında iki yıl üst üste hasatın çok kötü olması Fransa’da ekmek fiyatlarını aşırı yükseltmiş, halk ekmek bulmakta ve almakta zorlanmıştı. Kıtlık korkusu, kızgın kitlelerin Fransız Devrimi’ni destekleme nedenlerinden biridir. Her ne kadar Marie-Antoinette “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” demediyse de, ona yakıştırılan bu meşhur cümle zenginler ve fakirler arasındaki uçuruma işaret ediyordu. Ekmek–halk ve devrim teması, edebiyat tarihinin başyapıtlarından Sefiller’de de karşımıza çıkar: Fakir Jean Valjean’ın zorluklarla dolu hikayesi, aç yeğenleri için ekmek çalmasıyla başlar, hapis yıllarının ardından 1832 Haziran ayaklanmasına uzanır.
Ekmek sıkıntısı 1917’deki Bolşevik Devrimi’ni de başlatan nedenlerden olmuştur. Bitmek bilmeyen ekmek kuyruklarını protesto için Petrograd’da toplanan halka askerlerin ateş açması, devrimin kıvılcımını aleve dönüştürmüştü. Ancak sonraki yıllarda bundan çok daha vahim kıtlıklar yaşandı: 1932-33 yıllarında Sovyetler Birliği’nde 5 milyonun üzerinde insan, ekmek bulamayıp açlıktan hayatını kaybetti! Bir buğday ülkesi olan Türkiye’de bile II.Dünya Savaşı seferberliğinin faturası ağır oldu ve 1942-1947 yılları arasında ekmek karneyle satıldı. 1960’larda Türkiye’de yükselişe geçen sol hareketin en önemli sembollerinden biri buğday başakları ve “emekçinin ekmek mücadelesi”ydi. Bu mücadele zamanla kavgaya dönüşecek, sokaklarda kanlı çatışmalar yaşanacaktı. İstanbul’da “halk ekmek” üretimi, 1978’de böyle bir ortamda başlıyordu.
KEFİLSİZ EKMEKÇİ OLMAZ
Ne mutlu ki günümüzde -gerçek anlamıyla- ekmek yokluğu yaşanmıyor. Bu nedenle, kendisinden gelecek vizyonu beklenen bir cumhurbaşkanı adayının “ekmek için” sloganıyla yola çıkması, tam anlamıyla bir ‘tarih uyuşmazlığı’. (Ekmek-Ekmel ses benzetmesine hiç girmiyorum.) 1800’ler Avrupası’nda veya 1940’lar Türkiyesi’nde kitlelere umut olabilecek bir vaat, 2014’te -haliyle- bir şey ifade etmiyor. Elbette bu ülkeye kardeşlik tohumları “ekmek” fikri gayet hoş. Ama Türkiye’nin şu anda tohum ekmek, filizlenen başakları seyretmek, biçmek, öğütmek, undan hamur karmak, pişirmek gibi bir sürece sabredeceğini hiç sanmam. Sofrasında yeni ve doyurucu lezzetler bekleyen milyonlara “ekmek almaz mıydınız?” diyenlere, Osmanlı’nın 1768 tarihli fermanını hatırlatalım: “Ekmekçi esnafının her biri isim ve şöhreti ile nizam defterinde tespit edilir ve hepsi kefalete bağlanır. Kefilsiz ekmekçilik yapılmaz ve... kendileri ile birlikte kefilleri de sorumludur.”
Savaşın sonunda Almanya teslim olduğu için biz de yenik sayıldık. Oysa, olaylar hiç de bu şekilde cereyan etmedi. Gelin öncelikle Osmanlı adına savaş kararı alanların zihnine yolculuk yapalım.
KAPIYA DAYANAN TEHLİKE
Bir düşünün... Yıl 1878. Başkentiniz İstanbul, neredeyse işgal edilmiş. Kuzeyinizdeki güç, yani Ruslar, İstanbul’da Yeşilköy’e, Doğu’da Erzurum’a ulaşmış. Devletiniz topyekün yıkımdan kılpayı kurtulmuş. Bu olaydan sadece 30 yıl sonra 1907’de Ruslarla İngilizlerin komşunuz İran’ı paylaşmak için anlaştıklarını öğreniyorsunuz. Üstelik bu kağıt üstünde de kalmamış. 1911’de Ruslar, Tahran’daki Meclis’i bombalayıp, İran iç siyasetine doğrudan müdahale etmiş. Doğu’da bunlar olurken Batı’da Rusların hamisi olduğu küçük ülkeler birleşiyor ve Balkan Savaşı başlıyor. Bulgarlar, Çatalca’ya kadar ulaşıyor. Yunanlılar Ege Adaları’nı alarak Anadolu’ya yüzme mesafesi kadar yaklaşmış. Edirne’yi zar-zor geri alıyorsunuz. İşte bunları aklımızda tutmadan, 100. yıldönümüne tanık olduğumuz I.Dünya Savaşı’na neden girdiğimizi layıkıyla değerlendiremeyiz.
ESAS MESELE NEYDİ?
Hem yönetici kadro, hem de Müslüman halk için Balkan Savaşı her anlamda büyük bir çöküştü. Şiirler, nutuklar, sloganlar Balkanları geri kazanmaktan söz etse de devletin asıl meselesi elde kalanları korumaktı. Elde kalanlar içinde de İstanbul ve Anadolu öncelikliydi. Karadeniz’den gelebilecek Rus donanması başkent, Ege Adaları ise Anadolu sahilleri için büyük bir tehditti.
Osmanlı böyle perişan bir haldeyken Avrupa devletleri birbirine baskın çıkma yarışındaydı. Ve sonuçta Avrupa’da “Harb-i Umumi” patlak verdi. Bugün baktığınızda Avrupa güçlerinin birbirleriyle savaşmasını Osmanlı için tarihi bir fırsat olarak görebilirsiniz. Ama durum bu kadar basit değildi. Osmanlı yöneticileri, Rusların gözünün İstanbul’da ve Boğazlar’da olduğunu düşünüyordu. Yakın zaman önce yaşanan savaşlar, dile getirilen fikirler karşısında aksini düşünmek saflık olurdu. Nitekim Sovyet Devrimi’nden sonra yayınlanan belgeler, Türklerin şüphelerinde yerden göğe haklı olduklarını kanıtlamıştır. Yani, Osmanlı Devleti’nin derdi ne Balkanları yeniden feth etmek, ne de Turan İmparatorluğu falan kurmaktı. Aslolan Rusların İstanbul ve Doğu Anadolu’ya saldırma ihtimaline karşı bir savunma yolu bulmaktı.
SİLAHLI TARAFSIZLIK MÜMKÜN MÜYDÜ?
Osmanlı, savaşta tarafsız kalabilmek için kim talep ederse etsin Boğazlar’ı savaş gemilerinin geçişine kapatmalıydı. Ama bunu yapabilmek için caydırıcı güç olarak en az iki savaş zırhlısına ihtiyacı vardı. Dolayısıyla donanmanın güçlendirilmesi hayati bir öneme sahipti. Bu amaçla donanmaya İngiliz danışmanlar getirilmiş ve iki dretnot tipi savaş gemisi satın alınmıştı (Bu dretnotların hikayesini “Rio de Janeiro nasıl Sultan Osman oldu?” başlıklı makalede bulabilirsiniz.) Ama ne var ki İngilizler, biraz da Yunanlıların baskısıyla tüm parası ödenmiş olan bu gemileri Osmanlı’ya teslim etmediler. İşte bu olay Osmanlıların İngilizler ve Fransızlarla müttefik olma ihtimalini tamamen suya gömdü. Bir başka sonuçsuz çaba da doğrudan Ruslarla saldırmazlık antlaşması yapma girişimiydi.
GİZEMLİ TELEFONLAR
1914 Haziranı’nda Saraybosna polis merkezini telefonla arayan bir kişi, ısrarla üst düzey bir yetkiliyle görüşmek istediğini belirtiyordu. Polisler konunun ne olduğunu sorsalar da telefondaki isimsiz kişi, vereceği önemli bilgiyi ancak en yetkili kişiyle paylaşabileceğini söyledi. Bu durum bir kaç kez tekrarlansa da ne polisler onu amirleriyle görüştürdü, ne de meçhul adam onlara meseleyi anlattı. Ardından aramalar kesildi ve anlatılacaklar tarihî önemde bir sır olarak kaldı.
SUİKAST ÖNLENEBİLİR MİYDİ?
Polis memurları bu gizemli telefonları amirlerine iletselerdi belki her şey çok farklı gelişebilirdi. Çünkü arayan kişi muhtemelen Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ın, Bosna gezisinde suikaste uğrayacağını ihbar edecekti. İşin garibi bu ihbar yerine ulaşmasa bile veliaht prens ve eşi, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da suikastten, hem de bombalı bir saldırıdan kurtuldu. Çünkü atılan bomba patlasa da araçlarına isabet etmemişti. Saldırgan, siyanür içip intihara kalkıştı ama canlı yakalandı. Yani talih bir kez daha Ferdinand’ın kapısını çalmıştı. Ama çok vahim bir kararla “karizmayı çizdirmemek” uğruna, sanki bir şey olmamış gibi ziyaret sürdürüldü. Oysa şehirde birden fazla suikast timi vardı. Üstelik prens ve eşinin olduğu araçtaki sürücü yolları iyi bilmiyordu. Ve sonuçta hepimize ilkokulda öğretilen o meşhur olay gerçekleşti: “Sırp tedhişçisi Gavrilo Prinçip, Avusturya-Macaristan veliaht prensini Saraybosna’da öldürünce I.Dünya Savaşı çıktı!”.
(Bu standart ifade, ilkokul yıllarında çoğumuzun aklını karıştırmıştır: Sırp neydi? Tedhişçi ne demekti? Tek bir kişi öldü diye neden tüm dünya birbiriyle savaşmıştı? Bir veliaht –nasıl bir şeyse- neden bu kadar önemliydi? O vurulunca biz niye savaşa girmiştik?)
KOSOVA’NIN YILDÖNÜMÜ
Arşidük’ün öldürüldüğü tarih, aslında herhangi bir gün değil, Osmanlı zaferiyle sonuçlanan Kosova Meydan Savaşı’nın yıldönümüydü. Sırplar, 28 Haziran 1389’da Sultan Murat’ı savaş meydanında hançerleyerek öldüren Miloş Obiliç’i 1914 yılında farklı bir gururla anıyor, hemen her yerde kutlamalar yapıyorlardı. Çünkü I.Balkan Savaşı’yla Kosova yeniden Sırpların olmuş; 523 yıl sonra Osmanlı’dan intikam alınmıştı!
MİRASÇILARIN KAVGASI
13 Haziran 1993’te hayatımın en keyifli anlarından birini yaşıyordum. “Benim”le aynı üniversitede okumuş, akademisyen, üç-beş mahalle ötemde yaşayan, ortak değerleri paylaştığımı düşündüğüm, Türkiye için genç sayılacak yaştaki bir kadın siyasetçi, partisinin genel başkanı seçilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı oluyordu. Ama kısa bir süre sonra bu sevincim yerini büyük bir hayal kırıklığına bıraktı.
TERS KÖŞE
Geçtiğimiz hafta da, pek çok kişiye hayal kırıklığı yaşattı: CHP-MHP, ortak cumhurbaşkanı adayı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu duyurdu. CHP-MHP seçmeni için ilk soru işareti İhsanoğlu’nun sıra dışı aile geçmişiydi. Babası Yozgatlı İhsan Efendi, Cumhuriyet ilan edildikten bir yıl sonra 22 yaşındayken İslamî ilimler eğitimi için Mısır’daki El-Ezher Medresesi’ne gitmiş ve hayatının geri kalanını burada, İslamcı kimliğiyle tanınan isimlerle yan yana geçirmişti. Mısır’da doğan İhsanoğlu, Türkiye’deki akademik kariyerini İslam-Osmanlı tarihi üzerine yapmıştı. Üstelik AK Parti iktidarının onayıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam ülkeleriyle ilişkilerinde aktif rol üstlenmiş biriydi. Bu özellikleriyle İhsanoğlu, adeta AK Parti’nin adayı olmalıymış gibi görünüyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın karşısına “Atatürkçü / laik, milliyetçi” bir aday çıkmasını bekleyen seçmen için sonuç: Hayal kırıklığı.
Brezilya’ya tarihî ilişkilerimiz yoğun olmasa da hayli ilgi çekici olaylar içerir. Bunlardan biri, üzerine makaleler, hatta koca bir kitap yazılacak kadar ilginç bir hikaye*. Bu hikaye, futbolun ezeli rakipleri Arjantin ve Brezilya’nın 20.yüzyılın başındaki siyasi rekabetine kadar uzanıyor.
Arjantin’in ünlü futbol takımı River Plate adını “gümüş nehir” Rio de la Plata’dan alır. Bu nehir ve bölge üzerindeki hak iddiaları yüzünden Arjantin ve Brezilya, 20.yüzyılın başında bir gerilim yaşamışlardı. Bu ve benzeri çekişmeler nedeniyle Şili ve Arjantin karşısında deniz gücünü yeterli görmeyen Brezilya, 1906’da İngiltere’deki tersanelere iki savaş gemisi sipariş etti. Arjantin, rekabette geri kalmamak adına gemi yapımı için Amerika’ya yöneldi. Tam da bu yıllarda denizcilikte önemli bir değişim yaşanıyor, ahşap gemilerin yerini demir ve çelikten yapılan dev savaş gemileri alıyordu. İngiliz Kraliyet donanmasına ait HMS Dreadnought, bu süreçte önemli bir dönüm noktasıydı. Brezilya, sipariş ettiği gemilerin benzer özelliklere sahip, yani “dretnot” tipinde olmasını istiyordu.
ULUSLARARASI REKABET
Denizlerdeki silahlanma yarışı sadece Latin Amerika ülkeleri arasında değildi elbette. Almanlar, İngiliz üstünlüğüne ve Fransızlara karşı harıl harıl son teknoloji savaş gemileri üretiyorlardı. Ruslar, hem Japonlara karşı, hem de Karadeniz’in egemenliği için donanmasını yenilerken, Yunanlılar 1910’da İtalya’dan “Averof” isimli bir zırhlı satın almıştı. Tüm bu gelişmeler Osmanlı’yı yeni nesil savaş gemilerine sahip olmak zorunda bırakıyordu. Yalnız ortada “küçük” bir sorun vardı: Devletin kaynakları bu hamle için yeterli değildi. Bu nedenle halktan bağış toplamak amacıyla 1909’da “Donanma Cemiyeti” kuruldu. Oluşturulan kaynakla Almanya’dan iki zırhlı alındı. Osmanlı’nın büyük hedefiyse dretnot sahibi olmaktı. Bunun için 1911’de iki farklı İngiliz şirketine birer dretnot siparişi verildi. İsimleri Reşadiye ve Sultan Osman-ı Evvel olacaktı. Reşadiye’nin yapımı Vickers tersanelerinde başlarken, Armstrong şirketi Osmanlıların ödemeleri düzenli yapamayacağı endişesiyle dretnotun inşasını erteliyordu.
Dünyanın öbür ucunda Brezilya’daysa bambaşka gelişmeler yaşanıyordu. Kauçuk fiyatlarının düşmesi Brezilya ekonomisini zorluyordu. Üstelik donanmadaki zenci askerlerin, beyaz subayların kötü muamelesine ve kırbaç cezasına karşı ayaklanması, donanmayı güç durumda bırakmıştı. Büyük meblağlar ödenerek alınan dretnotlar bu ayaklanma nedeniyle hizmet dışı kalmıştı. Bu şartlar altında Brezilya, İngiltere’de yaptırdığı yeni dretnotu, yani “Rio de Janeiro”yu satmaya karar verdi. Ruslar, İtalyanlar; Fransızların yönlendirmesiyle Yunanlılar muhtemel alıcılardı. Ne var ki Osmanlı Devleti, beklenmedik bir hamleyle tüm diğer taliplerden yüksek bir teklifte bulunarak 3.000.000 sterlin bedelle gemiyi satın aldı. Geminin “Rio de Janeiro” olan adı “Sultan Osman-ı Evvel” olarak değiştirildi. Geminin komutanlığına Rauf (Orbay) Bey atandı. Dünyanın en büyük ve en modern savaş gemisinin satın alınması halk arasında büyük sevinç uyandırdı. Ne var ki bu mutluluk uzun sürmedi... Osmanlı Devleti ve halkı, parasını son kuruşuna kadar ödediği bu dev savaş gemisine hiç bir zaman kavuşamadı. Çünkü tam bu dönemde...
SAVAŞIN BEDELİ
Restorasyonu üç yılda tamamlanan Ortaköy Camii’ni geçtiğimiz Cuma günü törenle yeniden ibadete açtı. Cuma namazını Başbakan ve Diyanet İşleri Başkanı’yla birlikte kılan halk, camiye sığmadığı için Ortaköy meydanını kullanmak zorunda kaldı. Sultan Abdülmecid döneminde 1854’te inşa edilen Boğaz’ın bu zarif camisinin mimarı Nigoğos Balyan. Eski adı “Büyük Mecidiye” olan Ortaköy Camii’nin çok az bilinen bir özelliği var. Ne olduğunu öğrenmek için öncelikle günümüzden 1370 yıl geriye gitmeliyiz, İslam tarihini sarsan suikastlere...
644 yılında, İslam’ın ikinci halifesi Ömer bin Hattab, Medine’de Mescid-i Nebevî’de cemaate sabah namazını kıldırdığı sırada bıçaklı bir saldırıya uğradı ve hayatını kaybetti. Dördüncü halife Hz.Ali de mescidde ibadet ederken uğradığı bir suikast sonucunda vefat etti. Onların ardından ise Emevî devri başlayacaktı. Yani, halifeliğin babadan oğula geçtiği klasik saltanat düzeni... Bu dönem aynı zamanda İslam mimarisinde farklı bir anlayışın başlangıcıydı. Sadelik ve tevazu üzerine kurulu olan mescitlerin yerini, antik Ortadoğu tapınaklarının uzantısı, gösterişli ibadethaneler alıyordu: Yüksek kubbeler, süslemeler, minareler camilerin temel özelliği oluvermişti. Sultan halifeler, ilk dört halifeden üçünün paylaştığı akıbete, yani suikaste uğramaktan çekindikleri için işte bu gösterişli camilerde kendilerine özel namaz yerleri yaptırmaya başladılar. Bu, halifelerin hem sembolik, hem de fizikî anlamda cemaatten uzaklaşmasının başlangıcıydı. Hükümdarlar giderek saraylarına çekildiler; sadece Cuma ve bayram namazlarını halkla birlikte kıldılar.
Sultanlar için camilerde ayrılan bölümler, zamanla “hünkar mahfili” adını aldı. Selçuklu döneminde genellikle ahşaptan yapılırken Osmanlı mimarisinde, hele de sultanın Cuma namazı kıldığı camilerde güçlü bir karakter kazandı. Halkla aynı seviyede değil de asma katta namaz kılan padişahların maiyeti arttıkça hünkar mahfili yetmiyor; “büyük adamlara” daha büyük mekanlar gerekiyordu. Öyle ki, 19.yüzyıla gelindiğinde hünkar mahfilleri caminin dışına doğru taşıyor, neredeyse ayrık mekanlar haline dönüşüyorlardı. Üstelik camilerin ana kütlesi -şu ya da bu şekilde- klasik mimarinin devamıyken, hünkar mahfillerinin dış cepheleri Batı etkisine daha açıktı.
İşte Ortaköy Camii, İslam-Osmanlı mimarisinde az bilinen, ama sembolik önemi büyük olan bu sürecin doruk noktasıdır. Bugün Ortaköy’e boğazdan bakan herkes rahatlıkla görebilir. Denize doğrudan açılan hünkar mahfili, caminin yanında adeta kendi başına bir mekandır. Caminin kubbe yüksekliği sakın sizi yanıltmasın. İki katlı mahfilin kullanım alanı, cemaatin asıl namaz alanını aşacak hale gelmiştir. İktidar ve yöneticilerin tabandaki ağırlığı, halkın kapladığı alanla yarışmaktadır. Hükümdarın yeri, “Allah’ın yeryüzündeki evi”nin en büyük parçasıdır artık. İşin ilginç yanı, bu simgesel gösteriye Cuma selamlığı geleneklerinin eşlik etmesidir: Padişahlar camiden dışarı çıktığında bir grup “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye bağırırken, bir grup da “padişahım çok yaşa, padişahım çok yaşa!” diye haykırıyordu. 1876 yılında Sultan Abdülaziz’in Cuma namazını Ortaköy Camii’nde kıldıktan bir kaç gün sonra tahttan zorla indirilmesi, bu iki karşıt tezahüratın en açık yansıması değil mi?
Tarihi mekanları yaşatmak, binaları restore etmek çok yerinde bir tutum. Bununla beraber o binaların taşıdıkları sembolik anlamları gözden geçirip, gerektiğinde kavramları da restore etmekte büyük yarar var...
SABRİ ÜLKER’İN HAYAT HİKAYESİ
Türkiye tarihinin ilgiye muhtaç alanlarından biri de iş dünyasıdır. İstisnaları bir yana koyarsak... Yazılanlar genellikle başarı hikayelerinin ard arda sıralandığı “resmi şirket tarihleri”nden ibarettir. Öte yandan şirketlerin kamuyla ilişkileri, kalın bir perdenin ardında örtülü kalır. Aslında bu suskunluk (yoksa otosansür mü demeli?) bile bize çok şey anlatır: Devletin gölgesindeki sermayenin siyasi endişelerini; iktidardaki aktörler değişse de hep canlı kalan korkularını.
Klasik sosyalist anlatıya göre sermaye, siyasete istediği gibi yön verip, kamu kaynaklarına kolayca erişirken politikacılarla al takke – ver külah ilişkisindedir. Büyük sermaye, tepesi attığında hükümetler devirir, sözünü dinleyecek hükümetleri başa getirir! Oysa uzun yıllar ayakta kalmış büyük şirketlerin kurucularına, üst düzey yöneticilere kulak verdiğinizde ortaya çıkan tablo bir hayli farklıdır. Onlara göre iş sahipleri, büyük fedakarlıklarla büyüttükleri işlerini siyasetin çalkantılarından ve toplumsal olaylardan korumaya çalışır. Asıl mesele, hükümetler, bürokratlar veya kamuoyuyla çatışmadan işini büyütebilmektir. Elbette, zaman zaman bunaltıcı ve zahmetli bir zanaattir bu.
Bu açıdan bakınca, Hulûsi Turgut’un kaleme aldığı “Sabri Ülker”in Hayat Hikayesi” Türkiye’de iş dünyası ve girişimcilik tarihi için yeni bir kaynak niteliğinde. Kitapta karşımıza çıkan, İstanbul Valisi’nin 1979’da işçi olayları nedeniyle söylediği sözler, Türkiye’de devletin özel sektöre tepeden bakışını yansıtan bir örnek: “Ankara, Ülker fabrikasının açık kalmasını istiyor.” Yaklaşık 20 yıl sonra, 28 Şubat süreci yaşanırken Sabri Ülker’in torununa verdiği sembolik cevapsa bir bakıma sanayiyle siyasetin sancılı ilişkisini özetliyor: “Oğlum, bak, biz bisküvi yapıyoruz. Bisküvinin rengi bellidir. Çok pişirsen biraz koyu kahverengi gibi olur, az pişirsen de açık kahverengi. Bisküvinin rengi bu. Biz, sonuçta bisküvi imal ediyoruz. Bizim siyasetle, şununla bununla ilgimiz yok.”
Öne çıkardığım bu mesele, kitabın değindiği pek çok konudan sadece biri. H.Turgut, bize yalnızca bir şirket kurucusunun başarısını değil, aynı zamanda bir ailenin Kırım’dan Türkiye’ye uzanan zorlu göç yolculuğunu, 93 harbinden Balkan Savaşı’na ve Bolşevik Devrimi’ne uzanan acı dolu yılları; Cumhuriyet tarihinin aşamalarıyla iç içe yaşanan yokluğu, varlığı, değişimi ve büyümeyi anlatıyor. Sabri Ülker’in mutevazı şirketini ahlaki değerlerini koruyan büyük bir kuruma dönüştürme çabasını yansıtıyor.
Kalınlığı biraz ‘göz korkutucu’ olsa da, büyük ölçüde röportajlardan oluşması kitabın okunmasını kolaylaştırmış. Ayrıca her dönemin belli başlı siyasi olayları da bölüm sonlarına eklenmiş. Hayatı boyunca öne çıkmayı tercih etmeyen Sabri Ülker’i “samimi ama ölçülü bir açıklıkta” anlatan aile üyeleri ve şirketin kıdemli isimleri, kitabın yazılmasında önemli pay sahibi.