Paylaş
Bakın sosyoloji profesörü bir siyasetçi geçenlerde ne dedi: “Demişler ki ‘sen Türksün. Ne demek Türklük? İşte Orta Asya’dan gelmişsin. Bakarsan kaçımızın dedesi Orta Asya’dan gelmiş? Türk dediğin bir sentezdir zaten. Türk diye bir ırk yok... Türkiye’de insanların üç-dört nesil öncesine baktığın zaman çok farklı çıkıyor.” Görülüyor ki konu millet/ulus, milliyetçilik, ırk, ırkçılık vb. olunca eğriyle doğru birbirine karışıyor. Gelin, önce bu kavramların geçmişine bir göz atalım.
IRKÇILIĞIN MUCİTLERİ
Milliyetçiliğin ileri aşaması gibi görülse de tarihte önce ırk ayrımcılığı çıktı ortaya: Bir yanda ‘medeni’ beyaz insan, diğer taraftaysa ‘vahşi’ siyahlar, Kızılderililer, çekik gözlüler... Bir süre sonra bu sömürgeci ‘üstün’ ırkın rakip milletleri, gözlerini birbirlerinin payına diktiler. Bu süreçte Fransız Devrimi ve Napolyon istilaları ‘ulusal birlik’ kavramını tetikledi. Bir de anayurt meselesi vardı tabii. Herkes uzak atalarının topraklarında hak iddia ediyordu. ‘Tarihi anayurduna’ kavuşmayı arzulayanlardan biri de Yunanlılardı. 1821-1832 arasındaki Yunan bağımsızlık hareketi, Osmanlı’nın bildiği yerel isyanlardan hayli farklıydı. O yıllarda Avrupa’da, Balkanlar’da kim varsa, anlı-şanlı tarihini yazıyor, unutulan destanlarını parlatıyordu. Savaşçı ataların resimleri kitapları süslerken, ‘milli marşlar’ bestelenip, ‘milli bayraklar’ dikiliyordu. Tüm bunlar ‘haklı’ savaşların dayanağıydı. Osmanlı Türkleri Balkanlar’da, Kuzey ve Orta Asya Türkleriyse Rus yayılması karşısında çöküşteydi. İşte savunmacı Türk milliyetçiliği bu koşullar altında doğdu. İttihat ve Terakki’nin savunmayı hücuma çevirme çabasıysa yeni felaketlere yol açtı.
ASİL KAN, SAF KAN
I. Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Türkleri milli bir devlet kurarken, Asya Türkleri bağımsızlığını yitirdi. Türk milleti parçalanma travmasını atlatabilmek için geçmişiyle ‘övünmeli, çalışmalı, geleceğe güvenle’ bakmalıydı. Milletin ‘muhtaç olduğu kudret, damarlarındaki asil kanda mevcut’tu. Günümüzden 1930’lar Türkiyesi’ne bakanlar, milliyetçiliğin o dönemde aslında son derece ‘modern-ileri’ bir akım olduğunu ıskalıyorlar genellikle. Bugün kabullenmek zor olsa da faşist İtalya ve Almanya, o yıllarda müthiş bir gelişme sağlamış görünüyordu! Meseleye bu açıdan bakmak, Türkiye’de milliyetçilik adına yapılan yanlışların nedenlerini doğru anlamamızı sağlar. Avrupa’da ırkçılığın ve faşizmin yükselişini ancak II. Dünya Savaşı durdurdu. Sonrasında ırkçılık -ortadan kalkmasa da- insanlık suçu ilan edildi. Irk araştırmaları yerini tıbba ve genetik bilimlere bıraktı. Genetik araştırmalarsa üstünlük iddialarını boşa çıkarırken dünya üzerinde ‘saf ırk’, ‘saf kan’, ‘üstün ırk’ diye bir şeyin olmadığını ve herkesin bir şekilde birbiriyle akraba olduğunu kanıtladı.
KİM MUTLU KİM MUTSUZ?
Gelelim günümüze... ‘Türk diye bir ırk yok’ ifadesini de içeren cümleler ne yazık ki tarihi yanlışlarla ve kavram karmaşasıyla dolu. Hele bir de anayasadaki vatandaşlık ve millet tanımı kapsamında söylenince... Kamuoyu bu sözleri ‘Türk diye bir millet yok’ biçiminde okuyor haliyle. Oysa Türklük, kabul etseniz de vardır, etmeseniz de. Türk kimliği, kültürü ve dili “yoktur” demekle yok olmaz. (Zamanında “Kürt diye bir şey yoktur” denmesiyle Kürtlüğün yok olmadığı gibi.) Türk’üm diyen herkes Türk’tür. Irka, soya, kökene bakmak gerekmez. İster Orta Asya’dan gelmiş olun, ister Kafkasya’dan, ister Balkanlar’dan. İster Anadolu’nun kadim halklarının genlerini taşıyın, ister Ortadoğu’nun, Karadeniz’in. Bunun tarihi formülü de belli zaten: “Ne mutlu Türküm diyene”. Çoğulcu demokraside kimlik özgürlüğünü savunan birinin (kendisindeki çağrışımları ne olursa olsun) bu ifadeye karşı çıkması tutarlı olabilir mi? Ben kendi adıma -Türklüğün bulunduğu noktadan memnun olmasam da- Türk olmaktan mutluyum. Öte yandan hiç kimse, yalan söylemek zorunda kalmamalı. İsteyen herkes ortadaki bölümü kendi seçimine göre doldurmalı: “Ne mutlu ...... diyene!” Bakarsınız, oraya yazılacakların aslında Türklükle çatışmak anlamına gelmediğini bir gün -hepimiz- fark ederiz.
Paylaş