Paylaş
Örneklerle anlatmaya kalksak sayfalar yetmez... Ama özeti çok kısa: Tarihin hiçbir döneminde tektip Müslümanlık olmadı. Özet net olsa da Müslümanların hep aynı düşünen, aynı biçimde davranan tek parça ‘robotik’ bir kütle olduğunu sananlar hayli fazla. Hal böyle olunca siyasi farklılıkların açıklaması da yine İslam üzerinden yapılmaya çalışılıyor. Örneğin geçen hafta kimi Avrupa gazeteleri, Türkiye’deki son gelişmeleri yorumlarken meseleyi İslam’a bağladı. Haberlerde cami resimleri, ‘Müslüman politikacı’ başlıkları kullanıldı. Sanki her siyasi kararın mutlaka dini bir dayanağı varmış; bir parti, hareket veya kişi tek başına bir dini temsile yetkiliymiş gibi... Ama hepsinden de öte, sanki İslam ve Müslümanlık birebir aynı şeymiş gibi... İşin ilginci, bu ‘zihinsel toptancılığın’ geçmişinde hem ateşli İslam karşıtlarının hem de bazı siyasal İslamcıların ortak izi var!
DEĞİŞEN ROLLER
Müslümanları yekpare bir topluluk saymanın Batı Avrupa’daki kökeni Haçlı Seferleri’ne kadar dayanır. 11’inci yüzyıldan itibaren kilise, 300 yıl boyunca ısrarla “Dünyanın tüm Hıristiyanları, istilacı Müslümanlara karşı birleşin!” çağrısı yapmıştı. 1844 yılındaysa Karl Marx maddeciliği, Hıristiyan - Müslüman ayırmadan “Din toplumların afyonudur” diyordu. Bu iki anlayışı da barındıran Batı yayılmacılığı, Müslümanlar arasında iki karşıt siyasi tepki ortaya çıkardı: Redd-i mirasçılar ve İslami birlikçiler (ittihad-ı İslamcılar / pan-İslamistler). Redd-i mirasçılara göre, geride kalmanın nedeni din ve dolayısıyla İslam’dı. Diğerleriyse mücadelenin ancak Müslümanların siyasal birliğiyle kazanılacağına inanarak “dünyanın tüm Müslümanları, sömürgeci Batı’ya karşı birleşin!” çağrısı yaptılar. Ama bu çağrı yeterli karşılık bulamadı. İslami birliği savunanlar da kendi ülkelerinin bağımsızlık hareketlerinde milliyetçilerle ki bir kısmı redd-i mirasçıydı yan yana mücadele ettiler.
Günümüzde ‘siyasal İslamcılık’ adı verilen hareketler, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte tek bir ideoloji ve birleşik bir liderlik etrafında ilerlemedi. Buna uygun toplumsal zemin de yoktu zaten. Her şeyden önce dindarlık siyasi tavır takınmanın mutlak gereği değildi. Ayrıca, medrese eğitimli bir âlimle dağ köyündeki bir tasavvuf ehlinin, kentli bir aileyle konar-göçerlerin dini yaşayışlarında pek çok fark vardı. Alnı secdeye değen herkes aynı değildi yani. Öte yandan bu farklılıklar, siyasal İslamcılar için bölünmüşlük demekti. Uzunca bir süre siyasi temsilin dışında kalan İslamcılar arasında güçlenen kanı, Müslümanların birliğine asıl engelin kökü dışarıda bir ‘fitne’ olduğuydu. İşte bu noktada iki zıt kutup, yani koyu İslam karşıtları ve koyu siyasal İslamcılar, garip bir şekilde aynı ‘zihinsel toptancılık’ta buluştu. İkisi de tüm Müslümanları -sınıfsız, tarihsiz, coğrafyasız- yekpare bir bütün olarak görüyordu (ya da öyle görmek istiyordu): İlki topluca itibarsızlaştırıp saf dışı bırakmak, diğeriyse kitleleri tek bir liderlik ve siyasal hareket etrafında birleştirmek için.
ÇOĞULCULUKTA BİRLİK
Oysa toplumdaki çeşitliliği görmezden gelen toptancı yaklaşımlar, kimin ‘gerçek’ Müslüman, kimin ‘fitneci, aşırı, yoldan çıkmış, vb.’ olduğu üzerine karşılıklı suçlamalara yol açıyor. ‘Tam birlik’ iddiası, çetin bir liderlik mücadelesini ve tabii tasfiyeleri de beraberinde getiriyor. Bugün bazıları üzüntüyle, bazılarıysa keyifle Türkiye’de olan biteni izlerken aslında daha temel bir sorun çıkıyor karşımıza: Bir politik mücadeleyi, doğrudan din ve dindarlıkla ilişkilendirerek laikliği de Müslümanlığı da tehlikeli bir yanlışa sürüklüyoruz. Oysa tarihin bizi getirdiği noktada şunu söyleyebiliriz: Demokrasinin zıttı aslında ne İslam, ne Hıristiyanlık ne Budizm ne o ne bu... Demokrasinin asıl karşıtı, hangi düşünceden gelirse gelsin toptancılık, totaliterlik, tektipçilik, ayrımcılık ve tabii hukuksuzluk. İnancımız ne olursa olsun ‘her evin ihtiyacı’ olan çoğulculukta buluştuğumuz bir gelecek dileğiyle...
Paylaş