‘Tüm sorunları çözdük de, tek derdimiz tarihin çarpıtılması mı kaldı?’ diyen olabilir. Oysa tarih, öyle sadece geçmişin hikayeleri değildir. Bugüne ve geleceğe nasıl baktığınızdır. Propaganda, dolduruş ve bilim arasında durduğunuz yerdir. Tarih, Türkiye’de giderek ağırlaşan bir pranga gibi… Eskiye göndermelerle, sanki tarihe gömülü yaşıyoruz. Geçmişle sürekli kavga halindeyiz. Yanlış olan ne varsa geçmişten geliyor: Bugün yok, dün var!
Buna karşın tarihten ders almadığımız, birbirinden acı örneklerle ortada. Konu, 21.yüzyılın en büyük maden faciası da olabilir; herhangi toplumsal bir olay da. Her meselede, geçmişi koruma zırhı veya saldırı aracı yapıyoruz. Tarihî verileri çarpıtarak iddialarda bulunuyor ya da gerçeklerin tek bir yanını anlatarak karartma uyguluyoruz.
Bir yıldır bu köşede, gündemin geçmişle bağına değinmeye çalışıyorum. Bu defa çok eskiye gitmeyelim... Son bir yıldan örnekler bile tarihle kurduğumuz sorunlu ilişkiyi ortaya koymak için yeterli.
BİR YILDA YÜZYILLIK TARTIŞMALAR
28 Mayıs 2013’te Başbakan, içki kısıtlamalarıyla ilgili konuşmasında “iki ayyaş” ifadesini kullandı. Modern tarihte belki de en çok bilgi sahibi olduğumuz lider sofrası, Atatürk’ün sofrasıydı. Birinci ağızdan yazılmış hatıralarda, çekinmeden aktarılan en samimi anılarda bile bu çok ağır ifadeyi doğrulayacak dayanak yoktu. Tarih, tartışmalı bir uygulamayı haklı çıkarmak uğruna bir çırpıda “meze” yapılmıştı.
Geçmişi olumsuzlayan bakış açısının bir de tersi var tabii: İyi olan ne varsa eskiden vardı, zamanla yok edildi. Bu doğrultuda, “tarihi ihya etmeyi amaçlayan” bir proje; Taksim Topçu Kışlası’nın AVM olarak yeniden yapımı gündemdeydi. Karşı çıkanlar Gezi Parkı’nda protestolara başladı. Oysa tartışmanın merkezindeki Topçu Kışlası, ne sanıldığı gibi 31 Mart ayaklanmasının simge merkeziydi, ne de yıkılması geçmişten intikam alma amacını taşıyordu.
68 olaylarından ve Taksim Meydanı’nda yaşanmış nice faciadan ders alınmamış ki, Gezi protestolarında güvenlik güçlerinin ölümlere yol açan sertliği de, kimi göstericilerin vandalizme varan yıkıcı eylemleri de malesef engellenemedi.
Bu süreçte ana muhalefet, Başbakan için “diktatör” ifadesini kullanmaya başlarken, Başbakan ise tarihe başvurarak, “diktatör görmek isteyenlerin İnönü’ye bakmaları gerektiğini” söyledi. Siyasetin dilini keskinleştirmenin zararları yakın tarihten pek çok örnekle ortadayken ne iktidar, ne muhalefet, ne de basın bu gerçeği pek umursamadı.
1998 yılının yaz aylarında kumsalda, dans kulüplerinde, düğünlerde bolca çalınan popüler müzikler arasında biri... Nathalie Cardone’nin söylediği, “Hasta Siempre Commandante” adlı şarkıydı. Ki aslında zamane gençlerinin sandığı gibi 1997’de çıkan yeni bir parça değildi; 1965’te bestelenmişti. Ki aslında bu herhangi eski bir dans şarkısı da değildi, çünkü Arjantinli Marksist devrimci Ernesto “Che” Guevera için yazılmıştı. Bask-İrlanda kökenli bir ailenin çocuğu olan Ernesto, yazılarından, sözlerinden ve eylemlerinden çok etkilendiği Lenin’in ölümünden 4 yıl sonra dünyaya gelmişti. Fakirlere karşı derin bir merhamet duygusu, fakirliğe karşı derin bir kızgınlık taşıyordu. Bu merhamet ve gözü karalık, Maksist-Leninist ideolojiyle birleştiğinde ortaya silahlı mücadeleye yönelen bir eylemci çıkacaktı. Che, eylemci kişiliğiyle Küba Devrimi’nde ve sonrasında önemli rol oynamış, 1965’te ise yeni devrimler peşinde Kongo ve Bolivya’ya doğru yola koyulurken Küba halkına bir veda mektubu kaleme almıştı. İşte o ünlü şarkı, “Commandante”ye adanan bir teşekkürdü. Che, iki yıl sonra Bolivya’da çarpışırken ordu birlikleri tarafından öldürüldüğünde 39 yaşındaydı. O artık, silahlı isyancıların / devrimci gerillaların sembolüydü. Ama 35 yıl kadar sonra Sovyetler Birliği’yle birlikte sosyalist devrim mücadeleleri de çökünce Che, bir popüler kültür ikonuna dönüştü. Onun için yazılan şarkı da, çarpıştığı kapitalist düzenin pop listelerinde kendine yer bulmuştu! Zamanla Che’li t-shirt’ler tezgahlarda yok satarken, yüzü, en çok yaptırılan dövmelerden oluyordu. Onun adına bugün restoran isimlerinde de rastlayabilirsiniz, puro kutularında da.
Che Guevera, 1965’te sadece Küba’da değil, Avrupa’nın solcu gençleri için de ikonik bir isimdi. Bu ülkelerden biri Türkiye, onu örnek alan gençlerden biri de Deniz Gezmiş adında bir üniversite öğrencisiydi. Bir öğretmen ailesinin çocuğu olan Deniz, Atatürk’ün ölümünden 9 yıl sonra 1947’de dünyaya gelmişti. Onu etkileyen sadece Atatürk değil, aynı zamanda Marksist düşüncenin önde gelen isimleriydi. Fakirlere karşı derin bir merhamet duygusu, fakirliğe karşı derin bir kızgınlık taşıyordu. Fakir bir arkadaşına yoğurt alması için babasından fazladan harçlık isteyip, anneannesinin 3 aylık emekli maaşını mahallenin yoksullarına dağıttığı oluyordu*. Bu çatık kaşlı merhamet ve gözü karalık, Maksist-Leninist ideolojiyle birleştiğinde ortaya sert, hatta ileriki yıllarda silahlı mücadeleye yönelen bir eylemci çıkacaktı. Olay henüz bu noktaya varmadan Deniz Gezmiş ve arkadaşları, 1968’de reform talebiyle İstanbul Üniversitesi’ni işgal etmişlerdi. Gezmiş, bir yıl kadar sonra kayıtlı olduğu Hukuk Fakültesi’nden atıldı. Gezmiş, özellikle Amerika karşıtı eylemleriyle, bir kaç yıl içinde solcu gençlik arasında tanınan bir isim haline gelmişti. Arkadaşları onun üniversiteden atılmasını protesto için forum düzenleyip bir bildiri yayınladılar. Bu bildiride şöyle diyordu: “Yaşasın tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye!”. Bu ifade 3 yıl sonra, 6 Mayıs 1972’de idam sehpasına giden, 25 yaşındaki Marksist-Leninist gencin, yani Deniz Gezmiş’in son sözlerinde de tekrarlanacaktı: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye...”
“Tam bağımsızlık” Atatürk’ün sıkça vurgu yaptığı kavramlardan biridir. Gerek siyasi, gerek uluslararası hukuk, gerekse iktisat alanındaki bağımsızlık, Atatürk milliyetçiliğinin temel esaslarındandı. Öte yandan, bu ısrarlı vurgunun altında işlerin onun tam da istediği gibi gitmemesi yatıyordu. Yeni Cumhuriyet, Osmanlı’nın borçlarını devralmıştı. Ayrıca pek çok kritik işletme yabancı şirketlerin elindeydi ve millileştirilmesinin bir maliyeti vardı. Atatürk sonrasında da durum çok farklı sayılmazdı. Büyük Buhran ve II.Dünya Savaşı’yla zorunlu bir içe kapanma sürecine girilse de, savaş sonrasındaki siyasi reform kararı, uluslararası konjonktürün zorlamasıyla alınmıştı. Öyle çok “milli” bir karar değildi yani. Menderes’li yıllar ABD’yle ilişkilerin hızlandığı bir dönemdi ve “tam bağımsızlık” tutkusuyla eğitilmiş gençler için kabul edilemez bulunuyordu. Sosyalist hareketin Amerikan karşıtı tutumuyla, sosyalist ideolojiye asla cevaz vermeyen Cumhuriyet rejiminin bu “tam bağımsızlık” esası birbiriyle örtüşür görünüyordu.
Oysa bugün, “tam bağımsızlık” kavramı, bir diğer yanıyla “kendi kendine yetmek” ideali, modern dünyada neredeyse bir ütopya. Avrupa, Rusya’nın enerjisine, Rusya Avrupa’ya sattığı enerjinin gelirine bağımlı. Çin, tüm dünyanın tüketimine, Amerikan Doları ve devlet tahvillerinin istikrarına; ABD şirketleri Çin ve Uzakdoğu’nun ucuz üretim gücüne; Asya’nın büyük bölümü ve Avrupa, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına; pek çok Ortadoğu ülkesiyse teknolojik ve askeri olarak Batı’nın desteğine bağımlı!
İşte, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ölüm yıldönümü, geçtiğimiz hafta böyle bir dünyada anıldı. Meydanlar değil, “tam bağımsız” Facebook, “tam bağımsız” Twitter, onları anma platformuydu. Sıkılan ve havaya kalkan yumrukların yerini, AVM’lerde, ofislerde ya da kanepelerde “beğen” butonlarına basan parmaklar almıştı. Che’nin yıkmak uğruna hayatını verdiği kapitalizm, sınır tanımaz yaratıcılığıyla düşmanından bile gelir kapısı yaratmayı başarmıştı! Devrim şarkısı, dans müziğine dönüşmüştü.
Nasıl, Atatürkçülük ve onun “tam bağımsızlık” kavramı, 70’lere doğru devrimci sosyalist gençlerin zihninde anlam kaymasına uğradıysa, bugün de aynı kaderi Che ve Deniz Gezmiş gibi devrimci isimlerin yaşadığını söyleyebiliriz. Cep telefonu ve internet başta olmak üzere tüketim toplumunun olanaklarına sıkı sıkıya bağlı, ama isyankar bir tavra sahip büyük bir kitle, Che ve dostlarını özgürlük sembolü olarak sahipleniyor. Oysa bu kuşak, geçmişe ışınlansa, “devrimciye hiç uymayan küçük burjuva, aylak, bencil, keyifçi” yaşam tarzlarıyla Che’den, Deniz Gezmiş’ten çok esaslı bir dayak yiyebilirlerdi! Zaman pek çok şeyi silikleştirip, pek çok şeyin de yerini nasıl değiştiriyor değil mi?
* “Bir İsyancının İzleri: Deniz”, Turhan Feyizoğlu, 2011.
Hiç olmamasını dilediğimiz çocuk kaçırma ve cinayet haberleri son zamanlarda arttı sanki. Oysa bu tür olaylar yüzyıllardır var. Fark, medyanın gücüyle daha fazla olaydan ve ayrıntılardan daha hızlı haberdar olmamızda. Çocuğa yönelik şiddeti, çocuk ölümlerini araştırmak da, yazmak da çok keyifsiz. Ancak geleceğe bir parça olsun ışık tutabilmek için tarihin perdelerini aralamak gerekiyor.
TEHLİKELER DÜNYASI
Çocuklar için bugün olduğu gibi eski zamanlarda da özel olarak tehlikeli yerler vardı: Sınır bölgeleri, güvenliği zayıf sahiller, dağ köyleri, ormanlar... “Organize tehdit” oluşturan korsanlar, eşkıyalar, yağmacılar fidye almak ya da esir olarak satmak için çocukları kaçırabiliyorlardı. Çünkü 7-8 yaşını geçenleri çalıştırmak mümkündü. Dolayısıyla kaçırılan çocukların maddi değeri vardı.
Kentlerde ise durum farklıydı. Kimi Osmanlı şehirlerinde, mahallenin kapıları kapatılarak giriş-çıkışlar kontrol altında tutulurdu. Kefîli olmayan yalnız kişilerin şehir dışına çıkarılmaları için sık sık fermanlar yayınlanırdı. Dolayısıyla “tanımadığım bir amca” tehdidi günümüzdeki metropol yaşantısına göre daha zayıftı.
Küçükler için evdeki en önemli fizikî tehdit, ateşti. Ev dışındaysa çocukları kuyuların bol olduğu bostanlara, tekin olmayan yerlere gitmekten ve geceleri dışarı çıkmaktan alıkoymak gerekirdi. Yazın su kenarları iki açıdan tehlikeliydi: Boğulma ve saldırıya uğrama. İkinci tehdit nedeniyle, çocukların yüzdüğü ve kadınların çamaşır yıkadığı nehir kıyılarında erkeklerin dolaşmalarını yasaklayan buyruklar çıkarılmıştır.
ÇOCUKLARI “ÖTEKİ”YLE KORKUTMAK
Bu yazıda “Beyaz Türkler” derken öyle dar bir çevreden değil, nüfusun %8 ila %13 arasındaki bir bölümünden söz ediyoruz. Mal varlığı ve gelir düzeyinden çok yaşam biçimi ve tüketim alışkanlıklarına bağlı bir tanımlama bu... Sosyo-ekonomik statüye göre A ve B gruplarını oluşturuyorlar. Büyük kentlerdeki diplomalı girişimciler, özel sektör yöneticileri, beyaz yakalılar, uzman meslek sahipleri, düşünce ve bilgi sektörü çalışanları çoğunlukla bu grupta yer alıyor.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında sayıları çok az olan “Beyaz Türkler”, iki farklı kaynaktan büyüdü: Osmanlı’dan gelen üst sınıf, yeni zenginlerle genişlerken; iyi eğitimli gençler onlarla kurdukları kültürel-ticari bağlar sayesinde yükseldiler. Tabii bu yükselişte uluslararası şirketlerin rolünü de unutmamak gerek. Özal döneminde hem sayıları, hem de güçleri hızla artan “Beyaz Türkler”, Özal sonrasında ilginç bir ikilemle karşılaştılar: İş imkanları artıp yaşam koşulları iyileşirken siyasete yabancılaşıyorlardı.
KAYBOLAN YILLAR
Özal ve Demirel, iyi eğitimli “halk” çocuklarıyken, halefleri Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller, okudukları okullar, yetiştikleri sosyal çevre ve mal varlıklarıyla gayet “beyaz”dılar. Ama ne gariptir ki, bu iki “beyaz” siyasetçinin politikaları, içinden çıktıkları sosyal sınıflar için tam anlamıyla hayal kırıklığıydı. Üstüne üstlük onların bu başarısızlığı geniş kitleler nezdinde “beyaz” siyasetçilere olan güveni açık biçimde sarstı.
Tüm dünyada liberal ekonomi rüzgarları eserken 90’lar Türkiye’nin devlet yönetimi, iç barışı, ekonomik dengesi ve demokrasisi için kayıp yıllar oldu. İyi eğitimli sınıflar bu dönemde kendi işlerine odaklandılar. Gözlerini diktikleri Ankara’dan çok Londra, Paris, Berlin ve New York gibi merkezlerdi. Bu süreçte, politikada doğrudan temsiliyetleri giderek zayıfladı. Sesleri ancak büyük sermaye ve yabancı sermaye aracılığıyla, yani dolaylı biçimde duyuluyordu. Ortada AB ve ABD üzerinden iktidarlara muhalefet etmek gibi bir garabet vardı. Çünkü İstanbul, İzmir, Bursa... Ankara’ya sözünü istediği gibi dinletemiyordu!
Bu kopuş, Erbakan’la Erdoğan’ın 94’teki İstanbul seçim galibiyetinden itibaren adım adım travmaya dönüştü. Çünkü Tek Parti döneminden başlayarak siyasal çekişmeler, toplumsal grupların çıkarlarına göre değil ideolojik söylemler üzerinden yürütülmüştü: Millet tek bir bütündü ve çıkarları ayrı olamazdı. Siyaset, Batı’da “sınıfsal çıkarların temsili”yken Türkiye’de “devletin ve milletin bekası” başlıklı bir hükümranlık mücadelesiydi. “Çıkarların temsili ve korunması” demokratik bir esasken “çıkarcılık” Türkiye’de siyasetin en bildik suçlamasıydı. Dolayısıyla Beyaz Türklerin öncelikleri, sınıfsal ihtiyaçlardan çok laiklik, Batılı yaşam tarzı, Atatürkçülük gibi konular oldu. Varoşların gücü ve beklentileri, liberal ekonomi-bireysel haklar ilişkisi gibi meseleler hep geri planda kaldı. 28 Şubat süreci ve 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimindeki engellerse ilaç değil, “karşı” tarafı daha da güçlendiren hamlelerdi. Ve haliyle, Beyaz Türklerin büyük çoğunluğu için 2002’den bu yana süren “kronik mutsuzluk hali” kaçınılmaz oldu.
UYANIŞ MI, ÇIRPINIŞ MI?
Günümüzden tam 83 yıl önce, yani 20 Nisan 1931’de, Atatürk, seçim dolayısıyla yaptığı açıklamada “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflara değil, [bireysel] ve [toplumsal] hayat için iş bölümü itibarile muhtelif meslek erbabına ayrılmış bir camia telakki etmek esas prensiplerimizdendir” diyordu. Yani, sosyal sınıflar yoktu ve halk ayrılmaz bir bütündü. Bu sözler söylenirken, Osmanlı’nın mirası “yüksek zevata” ait köşkler, yalılar, çiftlikler hâlâ ayaktaydı; dolayısıyla “havass (seçkinler)” ile “avam”ın farkı dışarıdan bile görülebilirdi. Ama bitmek bilmeyen savaşlar, işgal ve kurtuluş yılları öyle büyük bir yıkıma yol açmıştı ki, pek çok konağın içindeki yaşam, sıradan evlerdekinden farklı sayılmazdı. Falih Rıfkı’ya göre bu yıllarda “bir avuç harp zengininden başka bütün Türkler bedbaht idiler”. Atatürk 1923’te Balıkesir’de halka şu sözlerle seslenmişti: “Kaç milyonerimiz var? Hiç... Memleketimizde birçok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.” Sermaye birikiminde görülen bu yetersizlik, nitelikli insan gücü için de geçerliydi. Son 15 yılda, Türkiye sınırlarındaki Müslüman nüfus -en az- %20 azalmıştı! Bu nedenle devlet, hem yeni rejime bağlı bir “millî sermaye / millî burjuvazi” oluşturmak, hem de iyi eğitimli insanlar yetiştirmek için hızla işe koyuldu. İmkanlar zorlanarak genç öğrenciler, 1925’ten itibaren Avrupa’ya eğitime gönderildi. O gençler, döndüklerinde bilimden sanata pek çok alanda genç Cumhuriyet’in öncü isimleri oldular. Aynı yıllarda Ankara’nın balo salonlarında başlayan sosyal yaşamdaki “modernleşme”, Anadolu’daki şehir lokallerine doğru hızla yayılıyordu. Sayıları giderek artan “mecmualar” kültürel değişimin görsel temsilcisiydi.
“Milli sermaye” hedefindeyse işler tam istendiği gibi gitmedi. 1929’daki Büyük Buhran’la güçlenen devletçilik eğilimi ardından, II.Dünya Savaşı’nın zor koşullarında salınan Varlık Vergisi geldi. Uygulama tüm varlıklı kesimleri etkilerken tahsil edilen verginin yarısından fazlası azınlıklarca ödenmişti! Dolayısıyla bu alanda asıl ilerleme savaş sonrasına, 50’li yıllara kaldı. “Her mahalleden bir milyoner çıkarmayı” hedefleyen Başbakan Menderes, varlıklı bir aileden geliyordu ve İzmir Amerikan Koleji mezunuydu. Yüzü de, giyimi de, siyaseti de, milletin gelenekselliğinden ziyade, Batı’ya dönüktü. Demokrat Parti döneminin yeni zenginleri, İstanbul’un “köklü” aileleriyle, “görgülü” zenginlerle hemen kaynaşamasalar da onlar gibi “Avrupaî / Amerikanvarî” yaşam tarzını örnek alıyorlardı. Onlarla iç içe bir yaşam süren azınlıklarsa 6-7 Eylül 1955 olaylarından sonra Türkiye’yi terk etmeye başladılar.
İKİNCİ KUŞAĞIN FIRSATLARI
27 Mayıs Darbesi sonrasında milli sermaye, ölçek büyütüp “ithal ikameci” sanayileşme yolunda ilerlerken, 1940-60 arasında doğan Cumhuriyet’in ikinci kuşağı için eğitim imkanları artmıştı. “Kolej”li, özel şoförlü kızlar İstanbul Maçka’da veya İzmir Kordon’da boy gösterirken, Belgin Doruk, Ayhan Işık ve Sadri Alışık 1962 tarihli, “Küçük Hanım Avrupa’da” filminde başrolleri paylaşıyordu. Aynı dönemde yurt dışına eğitime / staja gidenler tüylü şapkalar ve son teknoloji müzikçalarlarla memlekete dönerken, askerlik görevlerini özel seçilmiş noktalarda yedek subay olarak yapıyorlardı. Sonrasında büyük bir şirkette işe girebilir veya “serbest mesleğe” atılıp iş kurabilirlerdi. Temelleri o dönemde atılan pek çok işletme, yıllar sonra çok büyük şirketlere dönüşecekti.
68 kuşağı öğrencileriyse yurt dışından diplomalarıyla birlikte farklı bir şey getiriyordu: Yepyeni toplumsal fikirler. Bu fikirlerin yayılması için ortam uygundu: Yabancı dilde okuyabilmek entellektüel gelişimde, çeviri faaliyetlerinde önemliydi. 70’lerde varlıklı kesimler için ortalarda görünmek eskisi kadar rahat değildi. Üst sınıflar Moda, Tarabya, Adalar gibi daha içe kapanık mekanlara, kulüplere yönelirken, aynı cemiyetin eğitimli kız-erkek gençleri arasında protest siyasi tavırlar sergileyenlere, toplumcu sanatı, edebiyatı, gazeteciliği seçenlere rastlamak mümkündü.
ÜÇÜNCÜ KUŞAĞIN BÜYÜK DÖNÜŞÜMÜ
1960-80 arasında doğan Cumhuriyet’in üçüncü kuşağı ise öncekilerden çok daha derin bir dönüşüm yaşadı. 12 Eylül 1980 sonrasındaki apolitik ortam ve Özal dönemi, Türkiye’yi büyük ölçüde değiştirdi. Atatürk ve Menderes’in dile getirdiği “milyoner yetiştirme” projesini tam anlamıyla başaran Özal olmuştu. Onun yönetiminde serbest piyasa ekonomisine geçiş, büyük yatırımlar, döviz rejimi gibi politikalar hem zenginlerin, hem de yurt dışına okumaya gidenlerin sayısını hızla artırdı. Diğer bir önemli artış, yabancı sermayede ve turizmde görüldü. Tüm bunlar yabancı dil bilen, iyi eğitimli kitlelere duyulan ihtiyacı “patlattı”. Yabancı dilde eğitim veren okullara girme yarışı hızlandı. Kültürel kodları bu dönemde iyiden iyiye şekillenen “Beyaz Türkler” aslında, hal ve tavır olarak Özal’dan çok da fazla hoşlanmıyor, onu “avam” buluyorlardı. Öte yandan piyasa hamleleri, teknolojiye ilgisi, yurt dışından ve özel sektörden getirdiği prensleriyle Özal, özledikleri liderdi. Kendisi olmasa da politikası beyazdı. Ancak tarihi sorun yine baş gösterdi: Tek Parti dönemi gibi, Menderes gibi, Özal da kendine bağ(ım)lı zenginler yaratmaya meyilliydi! Bu yönüyle ağır eleştirilere maruz kalsa da Özal’ın liderliği, aktif siyasetten çekildiğinde hemen aranır hale gelecekti. Artık Beyaz Türkleri, yeni ve farklı bir dönem bekliyordu...
Hikayemizin devamı, gelecek haftaya.
Son zamanlarda pek çok kişi Türkiye’nin ikiye bölündüğünü düşünüyor: %49 ve %51 diye... İslamcılar ve Milliyetçiler ya da Türkler ve Kürtler diye... Bense bu bölünmeleri fevkalade yetersiz buluyorum. Çünkü bu ülkede gerçekten bir arada yaşamak istiyorsak öyle ikiye falan değil, çok daha fazla parçaya bölünmeliyiz. Bahsettiğim coğrafi değil, esaslı bir toplumsal bölünme. Hayır, ne şaka, ne de kara mizah... Gelin, bu bölünme önerisinin nedenlerine girmeden önce küçük bir kimlik belirleme testi yapalım.
AŞAĞIDAKİLERDEN HANGİSİ SİZSİNİZ?
Kadın, erkek; kadınsever, erkeksever... Çok yaşlı, yaşlı, orta yaşlı, genç, çok genç, çocuk... Evli, bekar, yalnız yaşayan, birlikte yaşayan, çocuklu, çocuksuz... Engelsiz, engelli... Hasta, sağlıklı...
Ultra zengin, zengin, orta halli, fakir, çok fakir... Çalışan, çalışmayan... Yatırımcı, patron, ortak, yönetici, memur, işçi, işsiz, fikir işçisi, beden işçisi, esnaf, çiftçi, sanatkar, zanaatkar, emekli, asker, sivil...
Bugün çocuklar bile kendilerine özel 6-7 kanal içinden seçim yapma lüksüne sahip. Bu seçenek bolluğunda her marka, tüketicilerin beğenisini kazanmak için özen göstermek zorunda. “İkna” ise, başlı başına bir zanaat. Eğer bu zanaatin doğrularını dikkate almıyorsanız... Ve şirketinizin pazar payı bir türlü yükselmiyorsa, tüketicileri akılsızlıkla, cahillikle itham etmeniz hiç bir fayda sağlamaz. Potansiyel müşterilerinizi mevcut seçimlerinden ötürü suçlamak sizi onlardan hızla uzaklaştırır. Bu benzetmeden hareketle... Son seçim sürecindeki parti reklamlarında hakaret unsuru olmasa da beyanlar ve tavırlar bunun tersini söylüyordu. Üstelik artık sadece parti yetkililerinin sözleri değil, hem geleneksel, hem de sosyal medyadaki destekçilerinin yazdıkları da önem taşıyor.
Özellikle iktidara muhalif kesimlerde kök salmış bir inanca göre, “halk” çok cahil. Dolayısıyla kolayca kandırılıp yönlendirilebiliyor, oyuna geliyor. Bir türlü “doğru” seçime ikna edilemiyor. Oysa günümüzün pazarlama gerçekleri ve geçmişteki seçim sonuçları, meselenin bu kadar basit olmadığını gösteriyor.
Yaşı 40’ın üzerinde olanlar hatırlar... 4 Kasım 1983 gecesi tüm Türkiye televizyonda Kenan Evren’in konuşmasını dinliyordu. Evren Paşa, seçimlerde Özal’ın partisi ANAP’a değil, diğer partilere oy verilmesi gerektiğini ifade etmişti. Ama her nedense “koyun” halkımız, meydanlarda hep alkışladığı Evren Paşa’nın dediğinin tam tersini yaptı ve Özal’ı büyük bir çoğunlukla iktidara taşıdı. Eğer Evren o gece, o buyurgan konuşmasını yapmasaydı sonuçlar nasıl olurdu bilmemiz mümkün değil. Ama “koyun teorisi”ne uymayan örnekleri çoğaltmak mümkün...
Dünyanın en köklü demokrasisi olan İngiltere’de, II.Dünya Savaşı’nın muzaffer başbakanı Churchill, savaş sonrasında yapılan ilk seçimleri kaybetmişti. Savaşa girmese de hayli yıpranan Türkiye’de İnönü, benzer bir yenilgi alıyordu. Biri savaşta kazanan, diğeri ülkesini savaştan koruyan iki güçlü lider... Birinde çok partili gelenek, diğerinde 1923’ten 1946’ya dek süren tek parti rejimi. Öte yandan iki ülkede de özgür iradenin sandığa yansımasıyla ortaya çıkan çok yakın sonuçlar... Eğitim düzeyi ve demokrasi deneyimi arasında muazzam farklar bulunan iki ayrı halkın tavırlarındaki bu paralelliği gözden kaçırmamalıyız.
1957 seçimlerinde Demokrat Parti’nin %10 kadar gerilemesi, memnun olmadığında halkın kendi seçtiğinden nasıl uzaklaşabildiğinin bir başka örneği değil mi? 1960 Darbesi nedeniyle, Menderes başta kalsa bir sonraki seçimde ne olurdu bilmemiz mümkün değil. Ama 1961’de hem DP’nin devamı sayılan Adalet Partisi’nin başarısından, hem de CHP’nin önceki seçimlere göre oylarının 4,5 puan azalmasından “koyun” halkın tepkisinin ne olduğunu çıkarsamak mümkün. Buna karşın Ecevit CHP’sinin 1973 ve 1977’deki yükselişi, halkın yenilikçi yaklaşımlara sanıldığı gibi kapalı olmadığının göstergesi. 87’de Özal’ın oylarındaki belirgin düşüş; Çiller ve Yılmaz’ın sandıkta son bulan maceraları; seçimle Meclis dışı bırakılan partiler vb... Örnekler uzayıp gidiyor.
Öyleyse, seçilmek istiyorsanız kitlelere saygıyla yaklaşmak, onları doğru tanımak, anlamak zorundasınız. Onlara yeni ve daha iyi seçenekler sunmalısınız. Kitlenen “pazar payları”nı değiştirmenin tek yolu, rakiplerinizi tercih edenlere hakaret etmek değil; onların gönlünü kazanmak, ikna için sabırla çalışmaktır. Muhalefet bu konuda eleştirilmeyi fazlasıyla hak ederken, iktidarı da unutmamak lazım. Başbakan, seçim sonrası konuşmasında oylarının neden %45’i geçmediğini sorgulayacaklarını söyledi. Özünde çağdaş ve kesinlikle çok doğru bir yaklaşım. Ancak meydanlarda siyasal karşıtlarını millet karşıtı ilan etmesine, dışlamasına; sert ifadelerine ‘doğru bir yaklaşım’ diyebilir miyiz? Aynı şekilde muhalefetin ve muhaliflerin Başbakan’a ettiği hakaretlerin, küfürlerin dönüp dolaşıp ona oy verenlere gideceğini görmek bu kadar mı zor? İster iktidar olun, ister muhalefet... Durmadan hakaret ederek “karşı” taraftan nasıl oy alacaksınız; nasıl saygı kazanacaksınız? Ne yazık ki taraflar, bu keskin tavırları sürdürme konusunda çok inatçı. Oysa şurası çok açık: “Halk” fırsatını bulursa, “inatçı keçilere” sandıkta tepki verirken hiç de “koyun”a benzemiyor.
Bazıları kılpayı kazanmanın sevincini yaşayacak, bazıları kaybetmenin hüznünü. Oysa tarih, ne zaferler, ne de yenilgiler hakkında acele hüküm vermemek gerektiğini söylüyor. Hemen hepimizin bildiği, ama tekrar tekrar hatırlamak gereken çok sayıda örnekle...
Mesela Yıldırım Bayezid... 1389’da Kosova Savaşı’nın kazanılmasında belki de en önemli pay, onun başında olduğu kuvvetlere aitti. Sultan olduktan bir süre sonra Eflak, Osmanlı’ya bağlı hale geldi. Macar-Bulgar ittifakını yendi. Anadolu Seferleri’yle rakip beylikleri denetim altına alırken, İstanbul’u da abluka altında tuttu. 1396’da Haçlı Ordusu’na karşı dönüm noktası sayılan Niğbolu Zaferi’ni kazandı. Savaş meydanlarındaki çevikliği nedeniyle “yıldırım” lakabıyla anılır oldu. Ancak, akıl hocası Emir Sultan’ın, çatışmadan uzak durması konusundaki uyarısını dinlemeyerek Timur’la savaşmayı seçti. Bu seçimiyse sonunu getirdi. 1402’de Ankara Savaşı’nda çok ağır bir yenilgi aldı. Tarihte “düşmana” esir düşen tek Osmanlı padişahı oldu. Ölümüyle Osmanlı Devleti uzun süreli, büyük bir krize girdi ve yok olmanın eşiğinden döndü.
Mesela Napoleon Bonaparte... 1793’te, daha 24 yaşındayken, Fransız Devrimi’nde Toulon Kuşatması ile yıldızı parladı. İtalya ve Avusturya Seferleri’nde orduya komuta etti. Lodi, Arcole ve Rivoli savaşlarını kazanarak büyük bir askeri kahraman oldu. Mutlak başarı kazanamasa da Mısır Seferi’ni lehine kullanmasını bildi, ardından devletin başına geçti. 1804’te imparator ilan edildi. Sivil alanda önemli yeniliklere öncülük etti. Ulm, Caldeiro, Austerlizt, Jena-Auerstedt, Freidland ve Wagram zaferleriyle Avrupa’da büyük bir hakimiyet kurdu. Yaklaşık 500 bin kişilik dev ordusuyla Moskova’ya kadar ilerlemeyi seçti. Bu seçimiyse çok pahalıya patladı. Kazandığı savaşlara rağmen ordusu lojistik nedenlerle açlığa ve hava koşullarına yenik düşerek adeta yok oldu. İzleyen süreçte aldığı yenilgiler ve Leipzig Savaşı ardından kontrolü yitirdi. Waterloo yenilgisi, dirilme çabalarına son darbeyi vurdu. Tarihin en büyük komutanlarından biriyken sürgünde, esaret altında öldü.
Mesela Adolf Hitler... Hiçbir özel eğitimi olmamasına rağmen kurnazlığı, fırsatçılığı, kurduğu ittifaklar, inatçılığı ve acımasızlığıyla Almanya’nın en güçlü adamı oldu. Çok kısa bir sürede neredeyse tüm Avrupa’yı işgal etti. Ancak Napoleon’un yaşadıklarından ders almamış olacak ki, çılgınca bir hamleyle Rusya’ya saldırmayı seçti. Elbette bu seçimin sonuçları çok ağır oldu: Yenilirken muazzam sayıda insan ve silah kaybetti, enerjisini tüketti. 12 yılda hem siyasette, hem de savaşlarda önce çok büyük zaferler, ardından çok büyük yenilgiler aldı. Esir düşmemek için bir yeraltı sığınağında hayatına son verdi.
Keza, I.Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı Ordusu... Çanakkale’de tarihin en zorlu savunma savaşlarından birinde, dönemin en güçlü ordularını pes ettirmeyi başardı. Başkentin düşmesine engel oldu. Ancak, ne kadar önemli olursa olsun Çanakkale Zaferi, savaşın genelinde Osmanlı ordusuna komuta edenler tarafından baştan yanlış yapılan hesaplar, yanlış adımlar, yanlış hedefler ve kaybedilen diğer savaşlar nedeniyle nihai bir zafere dönüşemedi. Diğer bir deyişle yanlış seçimler nedeniyle kazanılan zaferler, büyük savaşın kazanılmasına yetmedi. Yanlış seçimler, muazzam kayıplara yol açtı ve sonuçta imparatorluğun sonunu getirdi.
Tarihten günümüze; sandıkta kazanılan galibiyetlere dönersek... Evet, Niğbolu’da, Austerlitz’de, Polonya’da, Fransa’da, Çanakkale’de... Ya da diğer bir deyişle 81 ilde, tüm ilçelerde zafer kazanabilirsiniz. Ama aslolan büyük savaşı, yani demokrasi ve insan hakları mücadelesini; medeniyet savaşını kazanmaktır. 150 yılı aşkın bir zamandır süren o mücadele “el birliğiyle” kazanılmadıkça, bu gece sandıktan kimler çıkarsa çıksın, kim hangi oy oranını yakalarsa yakalasın “galip sayılır bu yolda mağlup”.
Sorunsuz bir seçim yaşanması ve sonuçların daha çok savaşan değil, daha çok barışan bir Türkiye getirmesi dileğiyle...