Keyiflerine düşkün bazı kişiler, özellikle okur yazar takımından bir çok büyük kimse bir araya gelmeye ve yirmişer, otuzar kişilik toplantılar düzenlemeye başladılar.” Kanuni devrinin en güçlü hukuk adamı olan Ebussu’ud Efendi ise ilk günden itibaren kahvehanelere karşıydı. Verdiği fetvalarda, “ehl-i heva cem olup, malayani kelimat edip”; yani boş işlerle uğraşıp, yararsız konuşmalar yapanların kahvehanelerde toplanmasını lanetlemek gerektiğini belirtiyordu. “Boş konuşmaya, vakit öldürmeye” karşı çıkmak meselenin sadece bir boyutuydu. Asıl alışılmadık olan, kahvehanelerin getirdiği yeni sosyalleşme ortamıydı. Adeta hepsi birer alkolsüz “müslüman meyhanesi”ydi. Üstelik gündüzleri de açıktılar ve çok farklı sosyal sınıflardan insanı buluşturuyorlardı. Fransız seyyah Thévenot’ya göre “bu yerlere ne din, ne de makam farkı gözetilmeksizin her çeşit insan gelebilir”di. Bu açıklık, her türden haberin, farklı görüşün daha hızlı yayılmasına neden oluyordu. Tabii, aynı zamanda dedikodular ve spekülasyonlar için bulunmaz bir ortamdı. Bu yönüyle artık devletin karşısında denetlemek durumunda kaldığı yeni bir mecra vardı. Nitekim II.Selim ve III.Murat döneminde kahvehaneler yer yer yasaklanmaya çalışıldı. Ama bu girişimler çoğunlukla yüzeysel kaldı. Kaldı ki “keyif verici madde” sayılıp yasaklanması da dînen pek kolay değildi. Bu konuda tartışmalar uzun süre devam ettiyse de kazanan, halkın beklentileri ve biraz da ticaretten elde edilen gelir oldu. Kahvehaneler hem önde gelen devlet adamları, hem de yeniçeri ağaları için kârlı bir yatırım aracıydı. İzleyen yüzyıl içinde kahvehaneler, şehirler başta olmak üzere imparatorluğun pek çok köşesine yayıldı. Ta ki, IV.Murat’ın katı yasaklarına dek... Darbeci yeniçeri gruplarını durdurmak isteyen padişahın, İstanbul’da tütün, içki ve kahve yasağına başvurması çok da şaşırtıcı değildi. Yeniçerileri dizginleyip kargaşanın önüne geçmenin yolu, toplumun fazla “kaynaşmamasını” sağlamaktı! Osmanlı tarihindeki en uzun süren yasaklamalar onun saltanatı döneminde görülür. 18.Yüzyıldaysa kahvehaneler yeniden sosyal yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Toptan yasaklamanın yerini diğerlerine “ibret olsun” diye verilen tekil kapama cezaları alıyordu.
SOSYAL PAYLAŞIM MECRASI
Kahvehaneler sadece sohbet mekanı değildi elbette. Tavla ve satranç en çok oynanan oyunlardı. Ayrıca kahvehane sahiplerinin tuttuğu çalgıcılar olurdu. Ancak bu mekanlarda ozanların, meddahların, ortaoyuncuların ve tabii Karagözcülerin yeri ayrıydı. Çünkü bunlar aynı zamanda hicivle-mizahla toplumsal muhalefetin dışa vurumunu sağlıyorlardı. İktidar, hicvin “makul sınırı” aştığını düşünürse gösterilerin ve onlara ev sahipliği yapan kahvehanelerin ceza alması, hatta yasaklanması ihtimal dahilindeydi. Bu tavrın örneklerini, “hürriyet” vaadiyle başa gelen II.Meşrutiyet yönetiminde bile görmek mümkün.
Kahvehanelerin “gösteri mekanı” olmasının yanında önemli bir özelliği de “kıraathane” yani okuma evi olmasıydı. Peçevi şöyle yazar: “Kimisi kitap ve güzel yazılar okur... Bazen yeni yazılmış gazeller getirip şiir ve edebiyattan söz edilirdi.” Okur yazarlığın çok düşük olduğu bir toplumda kitapların, hikayelerin, 19.yüzyıldan itibaren de gazetelerin sesli olarak okunması sosyal iletişimin en önemli unsurlarındandı. Bu yönüyle kahvehane, eski devrin kütüphanesi, kültür merkezi ve radyosu sayılabilir.
Kahvehaneleri topyekün yasaklamanın pratikteki imkansızlığı ortaya çıkınca devletin kahvehanelere yaklaşımı farklı bir yönde gelişti. İlk Türkçe gazeteler devlet eliyle çıkartılmıştı. Bu gazetelerin, hatta resmî bildirilerin halka okunması gerekliydi. Dolayısıyla kahvehaneler bu yönüyle propaganda mekanları olarak nitelenebilir. Tanzimat’tan Kırım Savaşı’na ve I.Meşrutiyet’e uzanan süreçte giderek önem kazanmaya başlayan “kamuoyu”nun (efkâr-ı umumî) yönlendirilmesi için kahvehaneler olmazsa olmazdı. Ne var ki, Namık Kemal’in öncülüğünde toplumsal muhalefetin ete kemiğe bürünmesi işleri karıştırdı. Çünkü kahvehanelerde sadece devlet gazetesinin değil muhalif gazete ve yazarların da sesleri duyulmaya başlamıştı. Hal böyle olunca kahvehanelerin kapatılması yerine gazetelerin ve kitapların yasaklanması, sansürlenmesi daha “pratik” bir yöntemdi! Devlet hafiyeleri özellikle Abdülhamid döneminde kahvehanelerin müdavimi oldular. Hafiyelerin “can kulağıyla” dinlediği sohbetler, “havadis jurnalleri” adıyla padişaha kadar ulaşıyordu.
CUMHURİYETTEN GÜNÜMÜZE
Kahvehaneler, Cumhuriyet döneminde de devlet için ikilem olmayı sürdürdü. Bir yandan rejimin halka anlatılması ve sevdirilmesi için kahvehaneler olmazsa olmazdı. Bir yandan da karşıt düşüncelerin bu mekanlarda yayılması engellenmeliydi. Rejim, kahvehanelerin yerine Halk Evleri’ni koymaya çalışırken Halk Evleri’ni de kahvehanelere taşımak durumunda kalıyordu. Serdar Öztürk’ün araştırmaları, Tek Parti döneminde kahvehane yasağına az da olsa rastlandığını gösteriyor. Örneğin fındık üretimindeki sorunlar nedeniyle yerel işsizliğin artması, Giresun’da kahvehanelerin kapatılmasına yol açabiliyordu! Görünen neden, halkımızın “boş boş oturmasının önüne geçmek” olsa da asıl sebep işsizlikten kaynaklanan toplumsal muhalefetti. Çok partili rejime geçişle birlikte kahvehaneler önemli bir siyasi arena halini almaya başladı. Partisini, liderini, kendini anlatmak isteyen her siyasetçi soluğu kahvehanelerde, sandalyenin üstünde alıyordu. 70’lerden itibaren yükselen kutuplaşma kahvehanelerin de ayrışmasına yol açtı. Sonuç, büyük katliamlara yol açan kahvehane tarama eylemleriydi.
Avrupa’ya örnek olan Osmanlı-Türk kahvehane kültürünü yerini belirli bir ölçüde “sosyal medya”ya devretti son yıllarda. Dolayısıyla iktidarların açmazı yine iş başında: İndoktrinasyona ve kendi propagandasına hizmet ettiği sürece çok sevdiği sosyal mecranın, aykırı sesler çıkarması durumunda kısıtlanması, yasaklanması. Elbette iletişim hakkı kimseye yasaları çiğneme hakkını vermez. Ancak topyekün yasaklarla muhalif sesleri, işine gelmeyen bilgilerin yayılması engellemek 16.Yüzyılda bile mümkün değilken, bunun 21.Yüzyılda mümkün olabileceğini sananlara verilebilecek en kibar tavsiye “buyurun bir fincan kahve için” olabilir! Tabii yanında bir bardak suyla birlikte...
Adı Kamil’di, Mehmet Kamil. 14 yaşındaydı. Annesi Hatice’nin kendisini çağıran çığlıklarını duydu. Ekmek fırınına koştu. Annesi, başörtüsünü açmaya çalışan askerlerle mücadele ediyordu. Kamil, annesini kurtarabilmek için gücü yettiğince askerlere karşı koymaya çalıştı. Ancak silahlı askerler Kamil’i oracıkta öldürdüler. Dipçik ve süngüyle... Olayı duyan halk çılgına döndü. Kalabalık fırının önünde toplandı.
Fransız Kurmay Albay Maurice Abadie, bu olayı şu satırlarla anlatır: “İki Fransız neferi, bir kadının çarşafını çıkarmaya teşebbüs etti. Annesini müdafaa etmek isteyen 10-12 yaşındaki oğlu süngüyle öldürüldü. Fransızlar aleyhine galeyan başladı. Fransız kumandanı asayiş ve sükuneti sağlamak için birçok bildiri yayınlamaya mecbur oldu. Bununla beraber dükkanlar kapalı kaldı. Silahlı kıtalar ortada dolaşmaya başladı. Durum son derece gerginleşti.”
200 altın tazminat
Küçük Kamil’in ertesi günkü cenazesi Antep’in işgaline karşı duran halkını bir araya getirdi. Durumun ciddiyetini gören Fransız kumandanı, Mehmet Kamil’in babası Ökkeş Ağa’ya 200 altın tazminat teklif etti. Ancak, Kamil’in babası bu teklifi kesin ve kızgın bir dille reddetti. Kamil şehit düştüğünde tarih 20 Ocak 1920’ydi. Bugün Gaziantep’in merkezindeki ilçe, onun, Şehit Kamil’in adını taşıyor.
Kamil’in öldürülmesi üzerinden geçen neredeyse 95 yıldan sonra... Nice başbakanlar, bakanlar, hükümetler, valiler, komutanlardan sonra... Nice anayasalar, iktidarlar, muhalefetler, darbeler, reformlar, paketler, kanunlar ve yönetmelikler sonra... Nice nutuklar, kararlar, sloganlar, köşe yazıları, kitaplar, şiirler, romanlar, araştırmalar, tezler sonra... 95 yıl sonra geldiğimiz nokta, başörtülü kadınların tacize uğrayıp uğramadığını tartışmaksa... Ama bundan çok daha vahimi, 95 yılda geldiğimiz nokta, fırına giden çocukları, işgal kuvvetleri yerine kendi yasal güvenlik kuvvetlerimizin öldürmesiyse vay halimize!
Şunu da unutmayalım. Kurtuluş mücadelesi veren dedelerimiz ve ninelerimiz savaşın son bulup ülkenin huzura kavuşması için o işgal kuvvetleriyle önce ateşkes, sonra barış antlaşması imzaladı. Ki bugün hâlâ yürürlüktedir Lozan Antlaşması.
Ne dersiniz? 91 yıl önce yabancı ülkelerle yaptığımız barış antlaşması bir benzerini de içeride, kendi aramızda yapmanın zamanı gelmedi mi? Daha kaç kişinin, daha kaç çocuğun ölmesi lazım anlamak ve anlaşmak için?
Meydanlarda “bazı” gazetelerin yayınlarından hiç memnun olmadığınızı açıkladıktan sonra, televizyon ekranlarından “gerekirse Facebook’u, Youtube’u da kapatırız” deyişinizi izledim. Aklım haliyle basının zor zamanlarına; Abdülhamid devrine, tek parti dönemine, askeri darbelere, savaş yıllarına, olağanüstü hallere gitti. 150 yıldan beri süre gelen baskılar, davalar, para ve hapis cezaları, suikastler geçti gözümün önünden. Ama belki de özgürlükler, saygı ve tahammül konusunda “modern” kavramları bir kenara bırakıp, çok daha eskilere gitmeliyiz. İsimlerine herhangi bir itirazda bulunmayacağınızı sandığım tarihi kişiliklere...
Mesela 1541-1628 arasında yaşamış Aziz Mahmud Hüdayi: Osmanlı’nın en önemli üç şehrinden birinin, Bursa’nın en üst düzey yöneticisi, yani kadısıyken, kendini başkalarından üstün gördüğünü, kibirli olduğunu fark etmişti. Nefsini terbiye edebilmek için makamını bırakıp, gösterişli kadı kıyafetleriyle pazarda ciğer satmaya başladığında Bursa halkının alaylarına, aşağılamalarına maruz kalmış ama hiç birini terslememiş, saygıda kusur etmemişti.
Mesela 1318-89 yılları arasında yaşamış olan Bahaeddin Nakşibend: Ömrünün bir dönemini Horasan’daki yaralı hayvanları tedavi ederek; hasta, zayıf, uyuz sokak köpeklerine bakıp onlara hizmet ederek geçirmişti. Rivayete göre hem içindeki kibri kırabilmek, hem de mahlukata gereken saygıyı göstermek adına yolda yürüyen hayvanların önüne geçmezdi.
Mesela 1118-82 arasında yaşamış Ahmed Er-Rufai: Halkın sevip, büyük hürmet gösterdiği kişilerden biriydi. Rivayete göre bir gece, adamın biri onu sille tokat dövmüştü. Dayak atan kişi karanlıkta onu tanıyamamış, evini soyup kaçan hırsız sanmıştı! Hırsız zannederek yanlışlıkla dövdüğü kişinin kim olduğunu fark ettiğinde büyük utanç içinde kalan genç adamı Ahmed Er-Rufai teskin etmiş, ona “Üzülme evlat, kızgınlığın geçti mi sen onu söyle” demişti.
Bu kişilikler, karşılaştıkları güçlüklere, uğradıkları itirazlara, hatta hakaretlere karşı insanların seslerini kesmeyi değil, “kusura bakan” gözlerini kapatmayı tercih etmişlerdi. Şimdi tarihteki bu örneklerden hareketle insan ister istemez soruyor kendine: Hangi görüşten olursa olsun, -birini diğerinden ayırmaksızın- bu ülke insanlarının Horasan’ın köpekleri kadar değeri yok mu?
Size, saygı duyduğunuz büyük bir padişahtan, Yavuz Sultan Selim’den bahsedeceğim. Bilirsiniz... Padişah bir gün sarayın bahçesinde yürürken musahibi Hasan Can’a sırtında kuvvetli bir acı hissetiğini söyler. Hasan Can, sultanın sırtında bir çıban başı bulur. Yavuz, ondan çıbanı sıkmasını ister. Hasan Can, bu emri isteksizce yerine getirirken “Saadetlu padişahım, bu bir büyük çıbandır... Zedelemek doğru değildir. Bir uygun merhem koymak gerektir” der. Gözüpek sultan, şaka yollu “Biz çelebi değiliz ki bir küçük çıbandan ötürü cerrahlara baş vuralum” diyerek yanıtlar dostunu. Padişah, Hasan Can’ın tavsiyesini dinlemeyerek ertesi gün hamamda özel tellağına çıbanı iyice sıktırır. Zedelenen çıban, kısa zamanda kötüleşip köpürmeye başlar. Yara ağır bir enfeksiyona dönüşür. Padişah, hızla ilerleyen bu hastalık nedeniyle otağından çıkamaz olur. “Hasan Can, sözünde durmadık, kendimizi helak ettik” dedikten bir süre sonra da şirpençe (aslan pençesi) denen bu çıban nedeniyle hayata veda eder.
Bu olay, hepimiz için kıymetli bir kıssa niteliğinde. Çünkü bu ülkede iktidarların bir türlü kurtulamadığı bir illet var: Kendilerine zıt görüştekileri “çıban başı”; aykırı düşünceleri de “vücuda hızla yayılan cerahatli bir yara” gibi görmek! Üstelik bu yanlış teşhis yetmezmiş gibi, iktidar sahipleri son 150 yıldır hep yanlış tedaviyi seçtiler; “çıban başı”nı koparmaya; bastırıp sıkarak yarayı patlatmaya çalıştılar. Oysa bu yöntem, hiçbir zaman istedikleri sonucu getirmedi. Bunun en açık örneği, dindarlığı siyaset dışında tutmaya şartlanmış bir yapıya rağmen sizin iktidara gelmeniz değil mi? Ne acı ki, aynı etki-tepki sarmalı sizin döneminizde de sürdü. Eskiden çıban başı sayılan “komünistler”in, “irticacılar”ın, “bölücüler”in yerini, sizin döneminizde Ergenekoncular, Balyozcular, hatta “Geziciler” aldı. Toptancılık hastalığı sürerken, gerçek suçlarla ithamlar yine birbirine karıştı.
Malesef şimdi yeni bir çıbanınız daha var: Sizin tabirinizle, “paralel yapı”. Uzun zamandır askerî darbecilerin, çetelerin demokrasi önündeki son engel olduğunu dinlerken, şimdi de hakiki son engelin “paralel yapı” olduğunu öğreniyoruz. Sözcüleriniz “fark edememişiz” diyor. Bu haberi veren ben olmak istemezdim ama üzülerek söyleyeyim, bu da son olmayacak. Çünkü asıl mesele sandığınız gibi “paralel yapı” değil toplumun “çetrefil yapı”sıdır! Bize okullarda hep tek ve büyük bir millet olduğumuz, ama düşmanların bizi böldüğü anlatılsa da asla yekpare falan değildik; değiliz. Aslında 76 milyon başlı bir “çetrefil yapı”nın parçalarıyız. Bu yapının içinde farklı sınıflar; türlü inanç toplulukları ve yaşam biçimleri; farklı idealler ve farklı çıkar grupları var. İşte tüm bu gruplar siyasette layıkıyla temsil edilmedikçe, sistemde kendine yer bulmadıkça her iktidar için sorun yaratacaktır. Yani, “çıban”ın birini ezseniz, ardından bir diğeri çıkacaktır. O taktirde şahsınıza, hükümete, hatta millete karşı düzenlendiğini söylediğiniz komplodan kurtulmanın yolu, -Yavuz Sultan Selim’in yaptığı gibi- çıbanı tellaklara sıktırmak olamaz. Çözüm, acilen yaraya merhem sürmek, sonra da vücudun tamamını kapsayacak biçimde “çoğulcu ve çoksesli” bir tedaviye geçmektir. Yaramızı iyileştirmek için Hasan Can’ın tavsiyesine kulak vermek daha doğru değil mi Sayın Başbakanım?
1928 yılının Ağustos ayında İstanbullular Taksim’de Cumhuriyet’in ilk simgesi olan anıtın açılışı için toplanmışlardı. Anıtın en önünde Atatürk, sağında İsmet İnönü, solundaysa Fevzi Çakmak vardı. Onların hemen arkalarındaki iki erkek figürü ise çoğu kimse için tanıdık değildi. O kişilerin kim olduğunu öğrenmeden önce dilerseniz filmi en başa saralım.
Ukrayna ya da eski adıyla Rutenya (ki Hürrem Sultan’ın anavatanıdır) daha Rutenya bile sayılmazken... Kadim “Türki” halklar bu toprakları kendine yurt edinmiştir*. Kırım Hanlığı ve Osmanlılar, çok daha sonraları çıkar sahneye, genellikle başrolde... İmparatorluk için önemsiz bir bölge de değildir burası. Örneğin 1624’te Karadeniz’den tekneleriyle inen Kazak (Kazakistan halkıyla karıştırmayalım) yağmacılar, Boğaz köylerini basıp büyük sıkıntı yaratır İstanbul’da. Sadece bu bile yeterli, payitahtın bölgeyle stratejik-hayati bağını anlatmaya. Bu nedenle Osmanlı, güvenliğini sağlama almak için 1672’de Ukrayna’nın kuzeyindeki Kamaniçe’ye kadar uzanır. Osmanlı’nın varlığını sarsan asıl tehlikede de yine bu topraklar üzerinden gelecektir. Ruslar önce Ukrayna’ya, ardından Kırım’a yayılır. (Bugün Türkiye’de pek çok kişinin kökeni, uzun yıllar süren bu savaşlar nedeniyle göç edenlere dayanıyor.) İngiliz ve Fransızlarla birlik olan Osmanlı, Ruslara 1853’te Kırım Savaşı’yla karşılık verir. Türkler için I.Dünya Savaşı da aynı topraklarda başlar: Yavuz ve Midilli zırhlıları, Kırım’daki Sivastopol’u bombalar! Günümüz Ukrayna’sının kuzeybatısındaki Galiçya ise çok acı hatıralarla doludur: 1916-17 arasında Rusya Çarlık ordusuna karşı çarpışan 12.000 Türk askeri, “bir kaç asır evvel cedlerimizin at oynattıkları sahalar”da şehit düşer.
DEVRİM VE İZLERİ
1917’deki Bolşevik Devrimi, bir anda hem Ukrayna’nın tarihini, hem de Türkiye’deki bağımsızlık mücadelesinin seyrini değiştirmiştir. Sovyetler, İngiliz ve Fransızlara karşı ilkesel olarak Ankara’nın yanındaydı. Sovyet komutanlarından M.V. Frunze, Türkistan’daki bağımsızlık hareketinin bastırılmasında rol almıştı. Ama ilginçtir ki aynı isim, Türkiye’nin bağımsızlığını destekleyen Sovyetler adına “Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti”nin olağanüstü elçisi olarak Ankara’ya geldi. Ukrayna ve Kırım Silahlı Kuvvetler Komutanı da olan Frunze’nin dostluk mesajı Meclis’te “şiddetli alkışlar” arasında okundu. Ankara Hükümeti, Ukrayna S.S.C. ile 2 Ocak 1922’de dostluk ve kardeşlik antlaşması imzaladı. Kurtuluş ve kuruluş mücadelesine verilen işte bu desteğe duyulan minnetarlığın sembolü, Taksim Cumhuriyet Anıtı’nda boy gösteren iki Sovyet figürüdür. 1928’de açılan anıtta Atatürk’ün arkasında yer alan kişilerden biri Frunze’dir. Diğeriyse Ukrayna asıllı General Kliment Y.Voroşilov... (Bir başka görüşe göre Sovyet Elçisi Aralov.) Voroşilov, Cumhuriyet’in 10.yılı kutlamaları için uzun bir Türkiye ziyareti de yapmış, Atatürk tarafından sıcak bir şekilde karşılanmıştır. Hatta adı İzmir’de bir caddeye verilmiştir!
ÖZGÜRLÜK YOLUNDA
1946’da tek parti rejimine son verip, çok partili sisteme geçen Türkiye’nin “komünist” Ukrayna’yla ilişkileri gerilimli bir hal aldı. Ancak 1991’de Sovyetler’in dağılmasıyla farklı bir boyut kazandı. Ticaret hızla büyürken Türkiye için farklı bir yere sahip olan Kırım Tatarları da yeniden seslerini duyurmaya başladılar. Öte yandan Ukrayna, bağımsızlığına kavuşsa da, Avrupa Birliği ve Rusya arasında yıllardır bir o yana, bir bu yana savruluyor. Taksim Meydanı’nda iki ülke devlet adamlarının birlikte yer aldığı tarihi anıtın önünde başlayan protestolar, kimilerine göre Kiev Maidan’ına örnek oldu... Tarihte Türkiye ile sayısız etkileşimi barındıran Ukrayna ile yollar bir kez daha kesişti. Elbette iki ülke bu noktaya çok farklı yollardan geldi. Ukrayna’da meydanlarda artık Lenin heykelleri yok. Oysa Türkiye’de Gezi protestocularının en önemli sembollerinden biri Atatürk’tü. Ne acıdır ki, Kiev merkezli hükümet karşıtı gösteriler artık “gösteri” olmaktan çıkıp “gerçek” çatışmalara döndü. Dileriz olaylar daha fazla büyümeden sorunlar çözüm yoluna girer. Ama daha da ötesinde, umalım ki Türkiye, Ukrayna’ya sorunların şiddetten uzak bir şekilde, demokratik sistem içinde çözülmesine örnek olsun.
*Günümüz Ukrayna’sı başta olmak üzere bölgedeki Türki halkların tarihi için: “Doğu Avrupa Türk Tarihi”, (ed.) Osman Karatay – Serkan Acar, 2013.
Derler ki adamın biri ekşi yemiş, yedi göbek torununun dişi kamaşmış! Günümüzden 2 bin 220 yıl kadar önce Tuman’ın iki hanımından iki oğlu vardır. Oğullarından Mete (Bagatur/Bahadır) çok üstün yeteneklere sahiptir. Ama babası, fettan üvey annesinin etkisinde kalarak, Mete’nin yerine kardeşini veliaht seçer. Bunun üzerine sadece kendine sadık askerler yetiştiren Mete, babası Tuman’ı, kardeşini ve üvey annesini öldürerek başa geçer ve büyük Hun Devleti’nin kurucusu olur. Yüzyıllar sonra bir Osmanlı şehzadesi, Mete Han’ın izinden yürüyecektir... Saltanat yolunda kardeşi Ahmet’le çekişen Şehzade Selim, 31 yıldır padişah olan babası II. Bayezid’i 1512’de tahtından indirir; Yavuz Sultan Selim olur.
Uzun iktidarın etkisi
İşte onun oğlu Kanuni ile Şehzade Mustafa’nın; sonrasında Kanuni ile Şehzade Bayezid’in hikâyesi hakkında hüküm vermeden önce bunları akılda tutmak gerek. Binlerce yıllık bir gelenektir, hanedandan kılıcı keskin olanın tahtta hak iddia etmesi... Baba-oğul çekişmelerinin arka planında kardeşlerin rekabeti yatar. Tabii, çok uzun yıllar tahtta kalmanın büyüttüğü gerilimleri de unutmamalı. Örneğin, 38 yaşındaki Mustafa boğdurulduğunda 33 yıldır tahttadır yüce hakan. Şehzade Bayezid’in isyanındaysa 41’inci yılına varmıştır saltanatta. İşte bu uzun hükümranlık, anneler, oğullar ve onlara bağlı devlet adamları arasındaki iktidar mücadelesini açığa çıkarır.
Kanuni’nin 46 yıllık saltanatından sonra tahtta en uzun süre kalanlardan biri de Sultan II. Abdülhamid’dir. Onun 33 yıllık iktidarına son veren öz oğlu değilse de onun döneminde yetişen ‘vatan evlatları’dır. Yıkıcı Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra doğmuştur bu yeni kuşak. Gözlerini açtıkları günden beri başlarında gördükleri ve imparatorluk dağılacak endişesiyle her şeyi denetlemeye çalışan padişah, yeni kuşağın gözünde hiç makbul değildir. İşin ilginci, Abdülhamid bu ‘vatan evlatları’nın eğitimine büyük önem vermiştir. Buna rağmen imparatorluğun baba figürüne kızgındır oğullar. Kendilerini ‘boğuluyor’ gibi hissetmektedirler. Daha fazla söz hakkı isterler, meşrutiyet isterler; ‘vatan ana’ için daha fazla hürriyet isterler. Bu defa kazanan oğullar olur, tahtını kaybedense padişah. Onu devirenler içinden bir grup, sonrasında Cumhuriyet’i kuracaktır.
Kopuk zincir
Cumhuriyet’le birlikte vatan evlatlarının yeni bir babası, daha doğrusu ‘Ata’sı olur. 18 yıl yönetir ülkesini Ata... Liderliği süresince art arda açılan okullarda yetişenler onu canlarından çok severken, aynı okullarda eğitim görmüş kimi evlatlarsa isyanlardadır. Hele de kulaklarından çekilip canları yanmışsa eğer iyice kızgındırlar...
Çok sonraları bir başka ‘baba’ çıkar sahneye: 40 yıl boyunca siyasette rol oynayan diğer bir Süleyman!
Adalet Ağaoğlu’nun 1973 yılında yayınlanan “Ölmeye Yatmak” adlı romanı aynı zamanda o acılı yılların da adını koyar gibiydi. 70’lerde her yeni güne “halk ve devrim” için, “memleketi savunmak, devleti korumak” için uyanan gençler, “ölmeye yattılar” birer birer. Resmi rakamlara göre 1975-83 arasında siyasal içerikli silahlı olaylarda ölenlerin sayısı 5634’tü. Yazıyla: Beşbinaltıyüzotuzdört insan. Çoğu üniversite, kimileriyse lise öğrencisi olan gençler... Hayatını kaybeden güvenlik görevlileri de genellikle gençtiler. Bunca kayba rağmen sloganlar hep dava uğrunda ölmenin onurunu, yüceliğini anlatıyordu: “Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde” diyordu şarkılar. Ölenler mahallelerimizden ya da bilemedin yan mahalleden abiler, ablalardı; oğullar, kızlardı; kardeşler, akrabalar, arkadaşlardı. Yeniden doğan kimse olmadı içlerinden. Ölüme giderken, öldürürken elbette bostanlardan, bayırlardaki dut ağaçlarından toplamadılar silahları, bombaları... Ama ne silahları verenler tam olarak bilindi, ne de kimin kimi vurduğu... Kim kimi nasıl yargıladı, ne kadar zamanda yargıladı, doğru dürüst haberimiz ol(a)madı.
1983’ten sonra da düşmedi “bilanço”daki rakamlar. Bu toprakların Güneydoğu’sunda, Doğu’sunda, dağlarında, şehirlerinde kök saldı; oradan Batı’ya, Kuzey’e yayıldı “şehit”ler ve de “kahraman”lar... 30 yılda (aşağı yukarı!) 35.300 kişi “ölmeye yattı”. Yazıyla: otuzbeşbinüçyüz insan. Büyük çoğunluğu gençti, hem de çok genç... Kimileri dağa taşa bayrak dikmek, kimleri gönderdeki bayrağı indirmemek uğruna çarpıştı. Yaşananların pek azı anlatıldı; ölenler isimlerinden çok sayılarıyla anıldı. Ne geri gelen oldu gidenlerden, ne yeniden doğan. Binlercesi elini, kolunu bıraktı toprağa, binlercesi yüreğini...
Yakın tarihten de öte, yaşanan tarih bu anlatılanlar. Ardı ardına gelen çatışmalar sadece kırk yılda kırkbindokuzyüzotuzdört kişiyi aldı aramızdan. Elbette herkes ölür günün birinde... Ama asıl soru şu olmalı belki de: Sevdiğiniz “1” kişi ya da tanımadığınız “40.934” fark etmiyor... Sayıyla ölçülebilir mi insan hayatı? Varsa eğer bir ölçüsü, tarihe geçmek için kaç kişi olmak gerek ya da kaç kişi ölmek? Soren Kierkegaard şöyle yazmış: “Hayat ancak geçmişe bakarak anlaşılır, ama daima geleceğe doğru yaşanmalıdır.” Öyleyse, geçmişe bakmaktaki asıl fayda yarının tarihini yazmaksa... Ölümü yüceltip gençleri ölüme gönderme döngüsünü kırmak zamanıdır artık... Artık bu ülkede zaman, yaşam hakkını onurlandırmanın, “kan”ı değil “can”ı yüceltmenin zamanıdır. İnsanı doğasıyla birlikte yaşatma zamanıdır artık. Hiç merak etmeyin, hiç korkmayın... 700 yıl önce Şeyh Edebalı’nın dediği gibi: İnsanı yaşatırsanız devleti de yaşatırsınız. İnsanı yaşatırsanız, ne derin devlet kalır, ne de paralel devlet! Yeter ki gösterici, polis, muhalif, taraftar ayırmaksızın herkesin “1” insan olduğu unutulmasın; yasalar, yönetmelikler ve tabii uygulamalar bu doğruyu unutturmasın.
Bir ‘kuruş’un kırkta birine ‘para’ denir! ‘Para’nın üçte biri ‘akçe’; akçenin üçte biri de ‘pul’dur. Baştan ‘peşin peşin’ söyleyeyim: Paranın-pulun bu matematiği size karmaşık geldiyse tarihteki kısa yolculuğumuz zorlu geçebilir! Çünkü para birimleri, karşılıklı değerleri tarih boyunca o kadar sık değişmiştir ki... Bu değiş-tokuş hikayesinde paraların isimleri bile çok şey anlatır. Örneğin Farsça kökenli ‘para’, gümüş paresi, yani gümüş parçasıdır. Altın ve gümüşün doğrudan ödeme aracı olarak kullanıldığı zamanları yansıtır. Atalarımızın ısrarla kara günler için biriktirmemizi istediği ‘akça/akçe’ de, gümüş rengini ifade eder. Türkçe ‘akça’ sözcüğü, çok taraftar bulmayan bir önermeye göre, ipekli kumaşın yani ‘agı’nın (agı+ça) para yerine geçtiği dönemlerden kalmadır. ‘Pul’ ise eski Yunancadaki ‘obolos’a yani en küçük para birimine dayanıyor. Mitolojiye göre öte evrende ruhları taşıyacak kayıkçı Karon’a bir ‘obolos’ vermek gerekir. Anlaşılan, Anadolu-Grek mitolojisine göre para, öbür dünyada bile lazımmış. (‘Obolos’un seçilmesinde para üstünün sorun olmaması da yatıyor olabilir tabii!) ‘Ufaklık’ birimlerden olan bakır para ‘mangır’ın adıysa Moğolların Anadolu’daki egemenliklerinden kalma. Gümüş para anlamına gelen ‘dirhem’ ise aynı zamanda bir ağırlık birimiydi. Farsça’ya Yunanca ‘drahmi’den geçtiği düşünülüyor. Kuruşun eski söylenişi olan ‘guruş’un kökeninde ‘kalın’ anlamına gelen Latince ‘grosso’ kelimesi var. Guruş, önceleri yabancı sikkeler için kullanılırken 1686’da Osmanlı’da bakır para biriminin resmi adı oluyor ve günümüze kadar uzanıyor. Yeri gelmişken söyleyelim, tüm madeni paraları ifade eden ‘sikke’, Arapça’daki basmak fiilinden geliyor. 696 yılında, Halife Abdülmelik zamanında basılmaya başlanan altın para ‘dinar’, Roma ‘denarius’unun adını taşıyordu. Halife bu parayı, dönemin dolar’ı sayılabilecek Bizans ‘nomizma’sına rakip olarak bastırmıştı. Dinar, benimsenerek tüm İslam ülkelerine ve ötesine yayıldı. İsimleri ne olursa olsun tüm paralara asıl değerini veren ‘altun’, yani altın kelimesi de, ‘kümüş’, yani gümüş de Türkçe’dir.
ÇOK DOLAŞAN PARALAR
Altın ve gümüş paralar eritilip tekrar basılabiliyordu. Bu da paranın diyar diyar gezmesini, ülkeler arası dolaşımını kolaylaştırıyordu. Henüz ‘döviz büfeleri’ icat edilmemiş olsa da Osmanlı topraklarında Venedik, Hollanda, İspanyol, Avusturya, Almanya ve Polonya paralarına rastlamak mümkündü! Ama üzerinde hangi hükümdarın adı yazarsa yazsın asıl önemli olan paranın gerçek ağırlığını taşıması ve saflığıydı. Osmanlı’da her padişah başa geçtiğinde kendi adına para bastırırdı. Bu da eski paraların toplanıp yenileriyle değiştirilmesi demekti. Yenileme, paranın içindeki altın veya gümüş oranının azalmasıyla sonuçlanabiliyordu. Yani para, eski ifadeyle ‘tağşiş’ ediliyor, günümüzdeki ifadeyle devalüasyona uğruyordu. Bu değer kaybının özünde son derece tanıdık nedenler vardı: Kamu harcamalarındaki açıklar ve siyasal istikrarsızlık. Ayrıca özellikle savaşlar, nüfustaki büyük değişimler, para basımının tam denetlenememesi, kalpazanlık gibi başka etkenler de paranın değerini yitirmesine yol açabiliyordu.
İYİ PARA, KÖTÜ PARA