Piri Reis’in haritası UNESCO’nun 2013 anma etkinliklerinden biri. Bunu çoğumuz duymuşuzdur. Ama Piri Reis’in adını taşıyan bir üniversite olduğunu muhtemelen pek azımız biliyoruz. Türkiye’nin ilk ve tek denizcilik ihtisas üniversitesi olan Piri Reis Üniversitesi ilk mezunlarını verirken bir yandan da Türk denizcisinin uluslararası çevrelerde daha iyi tanınması için çalışıyor. Bu çerçevede kısa bir süre önce Piri Reis Üniversitesi’nin desteğiyle, Venedik Devlet Arşivleri ve Ca’ Foscari Üniversitesi’nin ev sahipliğinde ‘Tarihte Akdeniz’ başlıklı bir toplantı düzenlendi. Sunulan araştırmalar arasında Piri Reis’le ilgili olanlar da vardı. Aynı sıralarda Türkiye’deyse, CHP Milletvekili Ali İhsan Köktürk, 1987’de sergilenmek üzere Amerika’ya götürülen haritanın Türkiye’ye aslının değil kopyasının getirildiği iddiasıyla Meclis’e bir soru önergesi verdi! Bazı uzmanlar gazetelere böyle bir durumun söz konusu dahi olmadığını açıklarken harita etrafındaki tartışmalar yine canlandı. Peki ama nedir bu haritayı böylesine önemli yapan?
1513 tarihli Piri Reis’in dünya haritası, 400 yılı aşkın bir süre sonra 1929’da Topkapı Sarayı’nda tekrar gün ışığına çıktı.
YENİ KITANIN HARİTALARI
Bunun Amerika’nın ilk haritası olduğu sanılsa da 1500 yılından itibaren Amerika’yı gösteren haritaların yapılmaya başladığı biliniyor. Öte yandan Piri Reis haritası döneminin en nitelikli eserlerinden biri.
Konuyla ilgili akademik araştırmaları bir yana bırakırsak haritanın uzaydan bakılarak çiz(dir)ildiği yönünde iddialar var. Kimi yazarlar haritanın çok sonraları keşfedilecek coğrafi bilgileri, örneğin Antarktika’yı gösterdiğini, kimileri de haritanın şifreler içerdiğini öne sürüyor. Ama dilerseniz biz Piri Reis’in kendisine kulak verelim. Çünkü o kullandığı kaynakları haritasında zaten anlatıyor: “Bu fasıl (bölüm), işbu hartinin (haritanın) ne tarikle (hangi yolla) telif olunduğunu beyan eder... Hususan yirmi mikdar (yirmi parça) hartiler ve Yappamondolardan (Mappa Mundi = Dünya Haritası) telif olmuş hartidir...” İlaveten eski Arap, Hint ve hatta antik haritaların yanı sıra “dört Portukalın (Portekizlinin) şimdi telif olmuş hartilerinden” yararlandığını da yazıyor. Ayrıca “Kolonbo’nun (Kristof Kolomb) Garp (Batı) tarafında yazdığı hartiden bir kıyas üzerine istihraç edip (ortaya çıkarıp) bu şekil hasıl oldu” diyor. Yani kaynakları gayet açık. Peki ama bu bilgiden hareketle söz konusu haritanın ‘ortaya karışık kes-yapıştır bir kopya’ olduğu sonucu çıkmıyor mu? Cevap: Kesinlikle hayır! Tersine, Piri Reis’in verdiği bilgiler haritanın ilginçliğini artırıyor.
1513’ten önceki 20 yıl, tarihin en büyük mücadelelerinden birine sahne olmuştu. Kolomb’un Yeni Dünya’yı keşfi, Avrupa’daki güçleri bir yarışa soktu. Artık karşılarında uçsuz bucaksız bir kıta vardı! Öte yandan kimse bu coğrafyayı tam olarak bilmiyordu. Bu yüzden bölgenin haritaları çok değerliydi. Değerli bilgiyi elde etmekse ancak rüşvet, hırsızlık, casusluk gibi yöntemlerle mümkündü. Amerika kıtasının bu dönemden kalan en eski haritası, Kolomb’un yardımcılarından Juan de la Cosa’ya ait. Bunu iki yıl sonrasından, yani 1502’den kalma Cantino haritası izliyor ki bu başlı başına bir hikâye. Alberto Cantino adlı bir ajan, haritayı Portekiz’den çalarak İtalya’ya götürüyor. Yayılan bu tür bilgiler ışığında Alman Waldseemüller, 1508’de Amerika’yı ayrı bir kıta olarak gösteren dünya haritasını hazırlıyor. İşte Piri Reis, sözünü ettiği haritaları böylesine bir rekabet ortamında elde ediyor. Seyahati hakkında çok ayrıntılı bilgiler verdiği Kolomb’un günümüzde hiç örneği olmayan haritasını bu yolla edinmiş olma ihtimali var. Öte yandan Piri Reis, ele geçirdiği bilgilerin değerini iyi biliyordu. Ulaştığı malzeme ‘teknoloji casusluğu’ndan yararlanacak bir ilişkiler ağına sahip olduğunu düşündürüyor. Üstelik topladığı bilgileri birleştirecek birikimi de vardı. İşte bu sayede günümüzde bilinen en eski ve en başarılı dünya haritalarından birini hazırlayabildi. Yani başarısının ‘bilinen sırrı’ bilginin peşinden koşup onu yeni bir anlayışla sentezleyebilecek deneyime sahip olmasıydı.
YENİ DÜNYALAR PEŞİNDE
Kuşkusuz araştırma ahlakına bağlı kalmak kaydıyla herkes dilediği teoriyi öne sürmekte özgürdür. Bu teorilere inanıp inanmamak da kişilerin kendi seçimi. Çizgi dışı teoriler, kitleler için genellikle bilimsel araştırmalardan daha merak uyandırıcı ve heyecan verici. Ama yine de geçmişi efsaneleştirmenin değil, onu günümüze ışık tutacak biçimde yansıtmanın peşinde koşmalıyız. Neyse ki ülkemizin bu amaçla çalışan saygın üniversiteleri, akademisyenleri ve titiz araştırmacıları var. Hepsinin yolu açık, denizleri fırtınasız olsun!
Gazi Mustafa Kemal, 23 Haziran 1923’te Ankara Tren İstasyonu’ndaki makamında, Darülfûnun yani günümüz İstanbul Üniversitesi’nden gelen heyeti kabul ediyordu. Aslında bu Milli Mücadele koşulları nedeniyle gecikmiş bir ziyaretti. Dokuz ay önce öğrencilerin ısrarı üzerine Darülfûnun Edebiyat Müderrisliği tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya ‘Fahrî Müderrislik’ unvanı verilmişti. Ziyaret bu beratın takdimi amacıyla yapılıyordu. Gazi, sohbet sırasında ‘kendisinin mektep sıralarından beri çok sevdiği tarihle daima meşgul olduğunu, bu itibarla fahrî müderrisliğinin, edebiyattan ziyade tarihe ait olmasının daha münasip olacağını’ söyledi. Şemsettin Günaltay’ın ifadesine göre heyet, Edebiyat Fakültesi’nin Edebiyat, Tarih, Felsefe, İçtimaiyat (Sosyoloji) ve Coğrafya bölümlerinden oluşması sebebiyle ‘bu hususun tahakkuk etmiş olduğu’ cevabını verince Gazi gülümsemişti. Aynı toplantıda Günaltay’a şunu da söylemişti: “Tarihçilerle çok konuşacağız.” Henüz Lozan imzalanmamış, Cumhuriyet ilan edilmemişti. Belli ki Atatürk’ün aklında tarihle ilgili projeler vardı.
ATATÜRK GALATASARAY’DA
Fahri profesörlük unvanı İzmir’in geri alınmasından 10 gün sonra verilmişti. Mustafa Kemal Paşa ve ordusunun şehre gelişini binlerce kişiyle birlikte 5 yaşındaki İlhan da izlemişti. İlhan, daha sonra Mekteb-i Sultani’nin yani Galatasaray Lisesi’nin yolunu tuttu. 1933’te ‘orta mektep’ yeterlilik sınavlarına (bakalorya) girmeye hazırlanıyordu. Ama bu sınav günü olağanüstü bir gündü: Reisicumhur Mustafa Kemal sınavları izlemek üzere okula gelecekti! Tüm öğrenciler çok heyecanlıydı. Acaba Gazi’nin karşısında sözlüye girenler kimler olacaktı? Gün boyu süren sınavlardan sonra saat gece dokuz civarında sıra İlhan’a geldi. Reisicumhur, İlhan’a ilk olarak ‘zat-ı âliniz’ diyerek adını sordu. ‘Siz’ diye hitap edilmek öğrenciyi hem şaşırtmış hem de mutlu etmişti. Atatürk’ün yönlendirmesiyle Galatasaray Lisesi’nin tarih hocası Cavit Baysun, İlhan’a Abbasiler’in devrilmesi ve İlhanlılar’la ilgili sorular sordu. Ardından Gazi, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasındaki yetki ve sorumluluk hakkında bir soru sordu. Bu mütarekeye Osmanlı Devleti adına imza koyan Rauf Orbay o sırada Türkiye dışında sürgün hayatı yaşıyordu. Yani verilecek yanıt hassas olmalıydı. İlhan, ustaca bir cevapla bu zor sorudan da sıyrılmasını bildi. Oradan Mudanya Mütarekesi’ne geçildi. Gazi “Bu antlaşmada kimlerin imzası vardı” diye sorunca İlhan, “Bizim, Yunanlıların, İngilizlerin, Fransızların ve İtalyanların” diye yanıtladı. “Yunanlılar imzalamışlar mıydı?” diye karşılık verdi Atatürk. Öğrenci hemen hatasını düzeltti: “Yunanlılar mütarekeyi imzalamamışlardır.” Atatürk aldığı yanıtlardan hoşnut kalmış, İlhan da sınavdan tam not almıştı. Bugün bu sınavı tüm ayrıntılarıyla bilmemizi sağlayan yıllar sonra Türkiye’nin en önemli hukuk akademisyenlerinden biri olan İlhan E. Postacıoğlu’nun ‘Atatürk Önünde Tarih Bakaloryası’ adlı 1979 tarihli anı kitabı. Bu kitabın yanı sıra Atatürk’ün girdiği sınavları ve sorulardaki yüksek seviyeyi yansıtan başka örnekler de var.
GAZİ VE İNALCIK
1933’te, Atatürk bu defa Ankara’daki Gazi Muallim Mektebi’ne ani bir ziyarette bulunur. O sırada öğretmenin olmadığı bir sınıfa girer ve önde oturan öğrenciye Arap Yarımadası ile ilgili sorular sorar. Heyecan içindeki öğrenci, bugün ‘tarihçilerin kutbu’ olarak andığımız Halil İnalcık’tır! Örneklerin gösterdiği üzere Atatürk 10 yıl önce söylediğini yapmış, ‘tarihçilerle çok konuşarak’ müthiş bir doktrinasyon projesini hayata geçirmiştir. Girdiği sınavlardaki amaç, dört cilt halinde hazırlattığı, basılmadan okuyup düzeltmeler yaptığı ortaöğrenim tarih kitaplarının ne denli hazmedildiğini ölçmektir. Atatürk’ün tarihe olan ilgisi hiç azalmadı. Hasta yatağında son okuduğu Türk Tarih Kurumu’nun dergisi Belleten idi. ‘İleri bir ulus’ inşası için tarihi bu denli önemsemesi, tarihin ‘ölmüş insanların hikâyesi’ olmadığının en güzel kanıtı. 75 yıl sonra hâlâ geçmişimizi göklere çıkarmakla yerin dibine batırmak ikileminden kurtulamamış olmamızsa daha gidecek uzun bir yolumuz olduğunu gösteriyor.
Abdürreşid İbrahim, İslam’ın Japonya’da yayılmasına öncülük edenlerden olduğu gibi Tokyo Camii’nin de ilk imamıydı. Gelin bu yorulmak bilmez seyyahın, idealist eylem adamının, uluslararası mücadelelerle geçen maceralı hayatında kısa bir yolculuğa çıkalım. Ne olmuştu da İbrahim’in yolu 1900’lerin başında Japonya’ya düşmüş, son nefesini 40 yıl kadar sonra yine bu uzak diyarda vermişti?
SİBİRYA’DAN DÖRT BİR YANA
1857’de Batı Sibirya’da doğan Abdürreşid İbrahim, kökleri Buhara ve Başkırdistan’a uzanan bir Tatar’dı. Genç yaşından itibaren İstanbul’dan Medine ve Mekke’ye, Kırım’dan Petersburg’a, Türkistan’dan Çin’e ve Kore’ye, Hindistan’dan Singapur’a, hatta Avrupa’ya yayılan dev bir coğrafyada sayısız yolculuk yaptı. Yüz binlerce kilometrelik mesafe kat ederken hedefi Rus ve İngiliz imparatorlukları karşısında hızla gerileyen Türk ve Müslüman halkların birliğini ve yenilenmesini sağlamaktı. İslam şemsiyesi altında asıl meselesiyse tüm Türklerin bağımsızlığıydı. Gezmekle kalmıyor bilgi topluyor, propaganda yapıyor, yazıyor, yayımlıyordu. Ayrıca genç Rusya Müslümanlarının İstanbul’da eğitimine ve göçüne de ön ayak oluyordu. Tabii bu enerjik aktivist kısa sürede, Rusların, gittiği her yerden uzaklaştırmaya çalıştığı biri haline dönüştü. O sıralarda Rusların Asya’nın iki ucunda iki rakibi vardı: Osmanlılar ve Japonlar.
JAPONLAR VE RUSLAR KARŞI KARŞIYA
Osmanlı Devleti, tamı tamına 174 yıl önce, yani 3 Kasım 1839 Pazar günü okunan Tanzimat Fermanı’yla kapsamlı bir yenilenme ve Batılılaşma hareketi başlattı. Ancak tüm bu çaba 40 yıl kadar sonra Ruslardan alınan çok ağır yenilginin önüne geçmeye yetmedi. 1868’den itibaren modernleşmeye atılan Japonlarsa tam tersine 40 yıl kadar sonra, yani 1905’te Rusları açık bir yenilgiye uğrattılar. Bu zaferle birlikte tüm Asya halkları için heyecan uyandıran yeni bir umut doğmuştu! Kuşkusuz Sultan Abdülhamid de Japon İmparatoru da birbirlerinin önemini bu savaştan çok daha öncesinde fark etmişti. Ertuğrul Fırkateyni’nin ağır bir faciayla sonuçlanan tarihi ziyaretinin temel amacı buydu zaten. Japonlar için Ruslara, Çinlilere, Hollandalılara ve İngilizlere karşı dev bir kitle oluşturan Asya Müslümanlarının halifesi Osmanlı padişahıydı. İşte böyle bir ortamda Abdürreşid İbrahim, 1902-1903 yıllarında Japonya’ya gitti. Bunu 1908 yılındaki (öncesinde Dalay Lama ile de tanıştığı) nispeten daha etkili ziyareti izledi. Japonya’da kurduğu üst düzey ilişkilerde kendisini Japon-Asya milliyetçiliğini (hatta yayılmacılığını) savunan Kara Ejderler örgütü de destekliyordu. Onlarla birlikte Asya-Gı-Kay (Asya Savunma Gücü) adlı bir örgüt kurdu. Başbakan dahil önemli isimlerle tanıştı. Hedefi, Japon ileri gelenlerinin İslam’ı seçip tüm Asya Müslümanlarının kurtuluşuna hizmet etmeleriydi. Bir yıl sonra Hindistan ve Singapur’daki faaliyetleri İngilizler’i rahatsız etti. İlk Müslüman Japon hacısı ve aynı zamanda gizli servis görevlisi ‘Ömer’ Yamaoka Kotaro ile de burada tanıştı. Dönüşte İttihat ve Terakki ile yakın ilişkiler kurdu. 1917 Bolşevik Devrimi sonrasında Lenin ve Stalin’den Türkler ve Müslümanlar için kazanımlar elde etmeye çabaladıysa da sonuç alamadı. Cumhuriyet’in ilanıyla Sovyet Rusya’yla iyi ilişkiler kurulunca ister istemez geri plana çekildi ve Konya’nın bir köyünde ailesiyle daha sakin yıllar geçirdi.
DOĞUDAN YÜKSELEN GÜNEŞ
1930’lu yıllara gelindiğinde Japonya, Asya’daki ve Pasifik’teki hedeflerini adım adım büyütüyordu. Abdürreşid İbrahim, 1933 yılında 11 yıllık son Japonya macerasına atıldı. Bu süreçte İslam’ın Japonya’da resmi din olarak kabul edilmesini ve inşası bir türlü gerçekleşemeyen Tokyo Camii’nin tamamlanıp açılmasını sağladı. Caminin ilk imamı oldu. 12 Mayıs 1938’deki açılışta Japon liderlerin yanı sıra İslam ülkelerinden temsilciler de vardı. Ancak Türkiye, dış politika endişeleri nedeniyle bu gelişmelere mesafeli duruyordu. Abdürreşid İbrahim kızına yazdığı mektupta -ayrılmadan önce kendisine söz verdiğini vurguladığı- ‘Gazi Hazretleri’ni Japonya’daki faaliyetlerinden haberdar etmesini tenbih ediyordu. Bunun için Kılıç Ali’den yardım alabileceğini belirtiyordu. Tüm bu çabaları, Japonya İkinci Dünya Savaşı’yla büyük bir felakete doğru sürüklenirken 1944 yılında, 87 yaşındayken son buldu. Cenazesi Japonya Müslümanlarının katıldığı bir törenle defnedildi. Geride 1910 tarihli ‘Âlem-i İslam’ gibi döneminin Asya’sı ve Türk-İslam dünyası hakkında değerli bilgiler veren bir eser ve sayısız makale bıraktı.
TEŞEKKÜR:
DOĞUM ÖNCESİ ve DOĞUM: 1912 – 1923
“Vatan” isimli annesi, Cumhuriyet’e hamileyken yabancılar tarafından saldırıya uğrar, maddi-manevi büyük zarar görür. Aile, arazisinin büyük bölümünü yitirirken yıllarca yan yana yaşadığı komşularından da tartışmalı biçimde ayrılır. Bu travmanın sonucunda doğum çok zorlu geçer. Anne ve bebek hayatî tehlike atlatır. Travmanın etkileri Cumhuriyet’in kişiliğinde silinmesi zor izler bırakmıştır.
BEBEKLİK DÖNEMİ: 1923 – 1926
Cumhuriyet’in büyük bir gayretle hayata tutunmayı başardığı bebeklik yıllarında annesini kaybetme korkusu vardır. “Osmanlı” adındaki babasını yaşanan acıların esas sorumlusu olarak görür. Bu duygularla, kendisine yönelen itirazlara keskin tepkiler verir, çevresiyle arasına mesafe koyar. Aynı dönemde Doğu’da ve İzmir’de ortaya çıkan çatışmacı tavırlar, bebeğin iç dünyasındaki savunma güdüsünü körükler, zihnindeki haklılık inancını perçinler. Bu nedenle aile içi tartışmalar ya da zıt fikirler, bebek tarafından ‘anneye ihanet’ olarak algılanır. Çareyi ‘bölünmez bir aile’ yaratmakta görür: Tek yürek olacak bir aile için tek bir parti yeterlidir.
ÇOCUKLUK DÖNEMİ: 1926 – 1960
Cumhuriyet, babasından miras kalan değerleri reddeden bir tavır takınır. ‘Millet/Ulus’ adını verdiği ailesi için baba kavramının yerine ‘Ata’ imgesini sahiplenir. Ailesinin giyim kuşamı konusunda çok titizdir. Orta Asya’daki köklerine simgesel bir dönüş yapar, dilini yenileyip özgüvenini yükseltmeye çalışır. Bir yandan da gözü platonik çocukluk aşkı olan zengin, şık giyimli, çekici ‘Batı’dadır. Ama zamanında annesi Vatan’a saldıranlardan biri, Batı’nın babası olduğu için bu aşkın sağlıklı bir ilişkiye dönmesi pek mümkün görünmez.
Cumhuriyet, adım adım serpilirken komşu mahallelerde çıkan dev yangın dünyayı sarar. Uzak durmaya çalıştığı bu ateş sönse de külleri sağlığını bozmuştur. Bir seçim yapmak zorundadır: Doğumunda ve büyümesinde yardımlarını gördüğü Kuzey’in tavırlarından ürker. Bu nedenle Batı’ya yönelir.
Pek çoğumuz uzun bayram tatilinden yeni döndük ya da dönmek üzereyiz. Bir milyon kişi yurtiçi, çeyrek milyonsa yurtdışı turlarına katıldı. Bu sayıya memleketine, arkadaşlarına ziyarete gidenler dahil değil üstelik. E haliyle 2 saatlik yolu nasıl 7 saatte aldığımızı; nerelerde kontak kapadığımızı; otogarda, feribotta, havaalanındaki sıranın uzunluğunu anlatacağız birbirimize. Ama dilerseniz öncelikle daha eski yolculuklara bakalım.
YURTİÇİ PASAPORTUNUZ LÜTFEN!
Eski dünyada devlet, halk durduğu yerde dursun isterdi. Çünkü hem ana geliri, hem de asker temini toprak düzenine bağlıydı. Ayrıca loncalar zanaâtkarların farklı şehirlerde çalışmasını kısıtlıyordu. Bu tür nedenlerle Fransa’dan Osmanlı’ya, Rusya’dan Japonya’ya kadar ülke içinde seyahat için izin belgeleri, hatta pasaport gerekliydi. Bu uygulama modern zamanlarda faşist Almanya, İtalya ve komünist Sovyetler’de bile görülmüştür.
KİM KİM GİDECEKTİNİZ?
Dünyanın neresi olursa olsun öyle “kafa dağıtmak için kız kıza” seyahat yoktu haliyle. Erkekler gibi kadınlara da yola çıkabilmek için geçerli bir neden ve tabii yazılı izin gerekiyordu. Örneğin Ekim 1742’de miras davaları için Edirne’ye giden hanımlar gibi: “Ayişe ve kızları Fatıma ve Havva ve kız karındaşı Hadice nam hatunlar... İstanbul’a gelmek murad eylediklerinde mümana’at (engel) olunmamak babında hükm-i hümayunum...”.
İSTANBUL VİZENİZ VAR MI?
Osmanlı Devleti’nde İstanbul’a seyahat resmen kısıtlanırdı. Çünkü “Bir akrabaya bakıp çıkacaktım”, “Bizim idarede bir işimiz vardı” bahaneleriyle gelenler gitmek bilmiyor, başkente bir güzel yerleşiyorlardı. Tabii serseri takımının şehre sızması da bir sorundu. İşte bunları önlemek için 1820’lerden itibaren artan bir şekilde “mürur tezkereleri” zorunluluğu getirildi. Bu, iç pasaport-vize karışımı belgelerin iyi bir yanı da vardı gerçi: Biyometrik fotoğraf şart değildi! Eşgal tarifi yeterliydi.
YOLCULUĞUNUZ 1680 SAAT SÜRECEK OLUP...
Nedense pek üzerinde durulmaz ama halifelerin başa gelmesinin ilkesi de seçim ya da halk onayıdır. İşte İslam tarihinde bu tarife uyan Dört Halife’nin dönemi sadece 29 yıl sürdü! Hz.Ali ve Hz.Hüseyin’in şehit edilmesinin ardından yönetimi alan Emevi hanedanı, halifeliği babadan oğula geçen bir saltanat düzenine dönüştürdü. Bu ‘sultan halifeler’i tanımayan Şiiler, seçilecek değil Allah tarafından seçilmiş kutsal liderlere, yani İmamete inandılar. Ayrıca Sünniler arasında da tam bir birlik yoktu. İspanya ve Kuzey Afrika’da ayrı halifelikler ilan edilirken Bağdat’taki ‘esas’ Abbasi Halife, Türk askerlerinin ve Selçukluların gücüyle ayaktaydı. Halifeliğin bu ikinci dönemi 1258’deki Moğol istilasıyla son buldu.
HALİFELİĞİN MECBURİ DÖNÜŞÜ
Sembolik konumdaki hilafeti 1517’de Kahire’den İstanbul’a taşıyan Osmanlılar, bu unvanı 250 yıl boyunca çok öne çıkarmadılar. Ta ki Ruslar tarih sahnesinde güçlü bir rol üstleninceye dek... 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Osmanlılar, çekildikleri Kırım ve Karadeniz çevresinde önemli bir Müslüman nüfusu Rus idaresine bıraktılar ama oradakilerin dini lideri olduklarını da antlaşmaya koydular. 100 yıl kadar sonra, hem İngilizlere ve Ruslara karşı pazarlık gücünü arttırmak, hem de imparatorluğu bir arada tutabilmek için II.Abdülhamid, hilafet kavramını önemsedi, sahiplendi. Üstelik bu tek taraflı bir çaba da değildi. Batı’nın ele geçirdiği Müslüman ülkelerde, işgalcilere karşı halifenin sancağı altında birleşerek özgürleşme hayali kuranlar çoktu. Abdülhamid’in fotoğraflarına uzak diyarlarda, Hint Okyanusu’ndaki ya da Güney Afrika’daki bazı okulların duvarlarında bile rastlamak mümkündü. Bu idealizm Asya Müslümanlarının Milli Mücadele’ye verdiği destekte kendini göstermiştir. Türkiye, kazanımlarıyla bu dönemin adeta tek bağımsız Müslüman ülkesi olarak parlasa da diğer coğrafyalardaki Batı egemenliği, birlik hayaline noktayı koydu. Bunun yanında bir de Arapların bağımsızlık çabaları ve ‘Arap kavminden bir halife’ umudu vardı tabii.
İNSAN OLARAK HALİFELER
1290 yıl inişli çıkışlı bir seyir izleyen halifelik farklı dönemlerde farklı karakterler sergiledi. Halife olmaları sultanların gündelik yaşantılarını çok fazla değiştirmişe benzemez. Örnekler çok... Mesela ilk dört halife evlenip mutevazı biçimde yaşamışken sonraki yüzyıllarda halifelerin bir kısmı saltanat kaygısıyla cariyeleriyle nikâhlanmamış ve nispeten gösterişli hayatlar sürmüşlerdir. Örneğin 1001 Gece Masalları gibi halifelere sunulan eserlerde erotik unsurlara rastlamak çok tabiidir. Yine çelişki sayılabilecek şekilde bazı sultanların içki içtikleri biliniyor. Dolayısıyla sultan halifeler, papa, patrik ya da Dalai Lama gibi dini görevlere sahip kişilerle benzer konumda yer almaz. Gençliği, imparatorluğun büyük hızla modernleştiği bir dönemde geçen ve resimlerinde nü figürler bulunan Abdülmecid Efendi’yi işte böyle bir tarihsel sürecin son halkası olarak görmek gerekir. Öte yandan sultan halifeler içinde elbette dindar olanlar da vardı. Örneğin Yavuz Sultan Selim bunlardan biriydi. Tarihçi Hoca Sadeddin Efendi’nin babası Hasan Can, Yavuz’un musahibiydi (can dostu, sırdaşı). Onun anlatımına göre padişah, “libas-ı hilafeti istihkak ile telebbüs eylemişken dervişane kisve ve libası ihtiyar etmiş idi”. Yani, halifelik makamının hal ve tavrını üzerinde taşımak varken o derviş kılığında olmayı seçiyordu. Ama alçakgönüllü olma çabasındaki Yavuz, bir gün Hasan Can’ın uyarısını dinlemeyerek sırtındaki çıbanı sıktırınca yara enfeksiyon kaptı ve hızla yayıldı. “Hasan Can, sözünde durmadık, kendimizi helak ettik” diyen padişah birkaç gün sonra ölüm döşeğindeydi. “Hasan Can bu ne haldir” diye sordu. “Cenab-ı Hakka yönelip onunla olmak zamanıdır sultanım” diye yanıtladı baş ucundaki musahibi. Bu cevaba içerleyen Sultan Selim, “sen bizi bunca zamandır kiminle bilirdin ki” dedikten bir süre sonra son nefesini vermişti. Ne kadar azametli ve muzaffer olurlarsa olsunlar tüm halife sultanların akıbeti ‘kullarıyla’ aynı oldu. Sonuçta tüm halifeler insandı. Ama tarihin bizi getirdiği noktada bu cümleyi artık tersten kurmak daha doğru belki de: Tüm insanlar halifedir. İlginçtir ki bu ifadenin kaynağı da ayetler... Kuran’da hilafet görevi için tek bir kişinin değil ‘İnsan’ın adı geçer: “O sizi yeryüzünde halifeler yapandır” (Fatır, 39).
Sultanahmet Meydanı, eskiden Atmeydanı adını taşırdı. Çünkü bu mekân çok önceleri Bizans’ta at yarışlarına ev sahipliği yapan bir hipodromdu. Doğu Roma’nın başkentindeki bu büyük hipodrom, dört takım içinden özellikle ikisinin ezeli rekabetine sahne oldu: Maviler ve Yeşiller. Maviler genelde üst sınıfların takımıyken, Yeşiller biraz daha ‘halkın takımı’ydı. Şiddetle iç içe yaşayan partizan-fanatik taraftarlar, eğlence hayatından iş ayarlamaya kadar şehirlerde çeşitli roller üstleniyorlardı. Çatışma eksik olmuyor, bazen olaylar nedeniyle ‘saha kapatma cezası’ geliyor ve yarışlar iptal ediliyordu.
SPOR, SİYASETE MÜDAHALE EDİNCE
532 yılında çıkan bir taraftar kavgasında ölenler olmuştu. Tutuklanan ‘holigan’lardan cinayetten sorumlu tutulan yedisi ölüm cezasına çarptırıldı. Ne var ki idam sırasında biri Mavilerden ve biri Yeşillerden iki kişi, ‘her nasılsa’ iplerin kopması sonucu darağacından kurtuldu. Kaçaklar yakınlardaki bir kiliseye sığınıp keşişlerin yardımıyla saklandılarsa da yerleri bulundu. Üç gün sonra yani 13 Ocak’ta, yarışlar için tribünleri dolduran taraftarlar, imparator Justinianus’tan tutukluların affedilmesini istediler ama onu razı edemediler. Bunun üzerine yarışların sonuna doğru iki takımın taraftarları beklenmedik bir şekilde aniden birleşerek imparatora karşı “Nika! Nika!” (zafer/fetih) nidalarıyla ortak tezahürata başladı. Durumun ciddiyetini gören imparator özel locasından hemen bitişikteki sarayına döndü. Ama taraftar ayaklanmıştı bir kere. Topluca eyleme geçen dev kalabalık valinin binasına dayandı ve tutukluların serbest bırakılmasını istedi. Bekledikleri karşılığı alamayınca da binaları ateşe verdiler ve hapishanedeki tutukluların kaçmasını sağladılar. Justinianus ertesi gün oyunları yeniden başlatıp ortamı yumuşatmaya çalıştıysa da bu defa isyancılar valinin ve iki bakanın görevden alınmasını talep ettiler. Doğu’da İran’la başı zaten dertte olan Justinianus gönülsüz de olsa bu talepleri yerine getirdi. Bu durum bazılarına göre konulan ek vergilere ve değiştirilen kanunlara karşı zenginlerin ve bazı senatörlerin komplosuydu. Ancak görevden almalar da kalabalığı yatıştırmaya yetmedi. Ateşe verilen şehir alevler içindeydi. Hatta bir hastanede yatan hastalar kaçamayarak yandılar! Bu sırada destek ordu birlikleri Trakya’dan başkente doğru yaklaşıyordu. İsyancılar, müzakereye yanaşmadıkları gibi bir önceki imparatorun yeğenine hipodromda taç giydirerek onu yeni imparatorları ilan ettiler!
Justinianus, başkentte daha fazla kalamayacağını düşünerek gemilerin hazırlanmasını emretti. Saraydan ayrılmak için her şey hazırken sahneye sıradışı bir kadın, İmparatoriçe Teodora çıktı ve “Dilerseniz elbette gidersiniz. Ama ben kalmayı, gerekirse erguvan renkli kıyafetlerimi kefenim yapıp bir imparatoriçe olarak ölmeyi yeğlerim” mealinde etkileyici bir konuşma yaptı. (Bizans’ta erguvan asilzadelerin rengiydi.) İmparator, Teodora’nın bu cesur -ve biraz da suçlayıcı- çıkışı sonucunda kalmaya karar verdi. Tabii bu da kaçınılmaz olarak isyancıların, onları destekleyen senatörlerin ve taraftarların seçtiği yeni imparatorun ortadan kaldırılması demekti. Komutanlar saraya çağrılırken bir yandan da Mavilere gizlice para dağıtılarak isyancıların bölünmesine çalışılıyordu. Derken Belisarius ve Mundus’un komutasındaki birlikler hipodroma girdiler ve içeride bulunan 30 bin kişiyi kılıçtan geçirerek tüm isyancıları öldürdüler. Nika, tarihteki en ağır yıkıma yol açmış ve en kanlı biçimde bastırılmış taraftar isyanıdır.
Simge kadın (1789)
Tüm dünyayı etkileyen Fransız Devrimi’nde özgürlüğün ve insan haklarının simgesi bir kadındır. Oysa kadınlar sembolü oldukları eşitlikçi Fransa’nın siyasal sisteminde ‘adam yerine konmak için’ 1944’e kadar beklemek zorundadırlar. ‘Geri kalmış’ Türkiye’de ise 1930’a kadar! (Jeanne-Louise Vallain, Özgürlük, 1792.)
Şeffaf peçe (1850)
İstanbul’da ilk fotoğraf stüdyosu Basil Kargapoulas tarafından kuruldu. II.Abdülhamit’in desteğiyle 30 bin kare fotoğraf çekildi. Avrupalı hanımlardan tek belirgin farkları yarı-şeffaf peçeydi. (James Robertson, Türk Kadını, 1855. Not: Resimdeki kişinin erkek olması da ihtimal dahilindedir!)
Osman Hamdi’nin nü’leri (1881)
Osman Hamdi Bey’in öğrencileri Mekteb-i Sanayi-i Nefise’de yıllar içinde ‘nü’ resim çalışmalarına başlayacak olsa da Türk kadını, modern Türk ressamları tarafından şimdilik bedenleri örtülü ama vücut hatları belirgin, yüzü, boynu açık olarak resmedilmektedir.
İlk erotik film (1895)
Lumière Kardeşler, 1895’te Paris Fuarı’nda sinema gösterimini başlattılar. Sinema Osmanlı’ya sadece bir yıl sonra geldi. 1899’da ise yedi dakikalık ilk erotik film çekildi! Ayrıca kadınlar artık ‘ten rengi çoraplar’la görüntüleniyorlardı.