Paylaş
Bu yazıda “Beyaz Türkler” derken öyle dar bir çevreden değil, nüfusun %8 ila %13 arasındaki bir bölümünden söz ediyoruz. Mal varlığı ve gelir düzeyinden çok yaşam biçimi ve tüketim alışkanlıklarına bağlı bir tanımlama bu... Sosyo-ekonomik statüye göre A ve B gruplarını oluşturuyorlar. Büyük kentlerdeki diplomalı girişimciler, özel sektör yöneticileri, beyaz yakalılar, uzman meslek sahipleri, düşünce ve bilgi sektörü çalışanları çoğunlukla bu grupta yer alıyor.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında sayıları çok az olan “Beyaz Türkler”, iki farklı kaynaktan büyüdü: Osmanlı’dan gelen üst sınıf, yeni zenginlerle genişlerken; iyi eğitimli gençler onlarla kurdukları kültürel-ticari bağlar sayesinde yükseldiler. Tabii bu yükselişte uluslararası şirketlerin rolünü de unutmamak gerek. Özal döneminde hem sayıları, hem de güçleri hızla artan “Beyaz Türkler”, Özal sonrasında ilginç bir ikilemle karşılaştılar: İş imkanları artıp yaşam koşulları iyileşirken siyasete yabancılaşıyorlardı.
KAYBOLAN YILLAR
Özal ve Demirel, iyi eğitimli “halk” çocuklarıyken, halefleri Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller, okudukları okullar, yetiştikleri sosyal çevre ve mal varlıklarıyla gayet “beyaz”dılar. Ama ne gariptir ki, bu iki “beyaz” siyasetçinin politikaları, içinden çıktıkları sosyal sınıflar için tam anlamıyla hayal kırıklığıydı. Üstüne üstlük onların bu başarısızlığı geniş kitleler nezdinde “beyaz” siyasetçilere olan güveni açık biçimde sarstı.
Tüm dünyada liberal ekonomi rüzgarları eserken 90’lar Türkiye’nin devlet yönetimi, iç barışı, ekonomik dengesi ve demokrasisi için kayıp yıllar oldu. İyi eğitimli sınıflar bu dönemde kendi işlerine odaklandılar. Gözlerini diktikleri Ankara’dan çok Londra, Paris, Berlin ve New York gibi merkezlerdi. Bu süreçte, politikada doğrudan temsiliyetleri giderek zayıfladı. Sesleri ancak büyük sermaye ve yabancı sermaye aracılığıyla, yani dolaylı biçimde duyuluyordu. Ortada AB ve ABD üzerinden iktidarlara muhalefet etmek gibi bir garabet vardı. Çünkü İstanbul, İzmir, Bursa... Ankara’ya sözünü istediği gibi dinletemiyordu!
Bu kopuş, Erbakan’la Erdoğan’ın 94’teki İstanbul seçim galibiyetinden itibaren adım adım travmaya dönüştü. Çünkü Tek Parti döneminden başlayarak siyasal çekişmeler, toplumsal grupların çıkarlarına göre değil ideolojik söylemler üzerinden yürütülmüştü: Millet tek bir bütündü ve çıkarları ayrı olamazdı. Siyaset, Batı’da “sınıfsal çıkarların temsili”yken Türkiye’de “devletin ve milletin bekası” başlıklı bir hükümranlık mücadelesiydi. “Çıkarların temsili ve korunması” demokratik bir esasken “çıkarcılık” Türkiye’de siyasetin en bildik suçlamasıydı. Dolayısıyla Beyaz Türklerin öncelikleri, sınıfsal ihtiyaçlardan çok laiklik, Batılı yaşam tarzı, Atatürkçülük gibi konular oldu. Varoşların gücü ve beklentileri, liberal ekonomi-bireysel haklar ilişkisi gibi meseleler hep geri planda kaldı. 28 Şubat süreci ve 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimindeki engellerse ilaç değil, “karşı” tarafı daha da güçlendiren hamlelerdi. Ve haliyle, Beyaz Türklerin büyük çoğunluğu için 2002’den bu yana süren “kronik mutsuzluk hali” kaçınılmaz oldu.
UYANIŞ MI, ÇIRPINIŞ MI?
Cumhuriyet’in dördüncü kuşağı, yani 1960-80 arasında doğanlar bugün Beyaz Türklerin dinamik gücünü oluşturuyor. Bu kuşak, tek kanallı siyah-beyaz televizyondan çok kanallı özel televizyonlara geçişin yani “konuşan Türkiye’nin” tanığı oldu. Çocukken belki de hiç duymadıkları bir “Kürt meselesi”ye yüzleşmek zorunda kaldılar. İçlerinden iyi donanımlı çok sayıda kişi Amerika, İngiltere, Fransa, Kanada gibi ülkelere yerleşti. Kalanlarsa Batı’daki her türlü yeniliğin Türkiye’ye getirilmesinde öncü roller üstlendi.
Dördüncü kuşak, yani 1980 sonrasında doğan, internet ve tablet kuşağıysa, Gezi’nin merkezinde yer aldı. Tüketim toplumunun onlara sunduğu seçim hakkı, kişisel özgürlük ve sorgulayıcılık kültürü, siyasetin diliyle tam bir tezat oluşturdu. Bu kopukluk kısa vadede pek onarılacak gibi de durmuyor.
Son seçim sonuçları özellikle bu iki kuşak üzerinde sarsıcı bir etki bıraktı. Menderes’i asanlarla, Menderes’in yasını tutanların aynı safta birleşmeleri bile seçmen tercihlerini değiştirmeye yetmediğine göre, Beyaz Türkler için meselenin basit bir laiklik veya despotluk tartışmasının çok ötesinde olduğu ortada. Tabii siyasi muhalefetin yoluna aynı anlayışla devam edemeyeceği de... Bahsettiğimiz, bu ülkenin neredeyse tüm kritik iş kollarında önemli görevler üstlenen, çok ciddi vergi kaynağı yaratan, iyi eğitimli bir sosyal sınıf. Ne var ki, özgül ağırlığı yüksek, oy potansiyeliyse sınırlı olan bu sınıfın tam anlamıyla temsil edildiği söylenemez. Dolayısıyla artık siyasete doğrudan katılmak durumundalar. Bunu başarmak için hem kendilerini, hem de bu ülkeyi ve insanlarını çok daha iyi tanımaları şart. Eğer Beyaz Türkler sandık başında oy pusulası saymanın ötesine geçmez; birikimlerini ve çalışma yöntemlerini demokrasinin hizmetine sunmazlarsa mutsuzlukları uzun bir süre daha devam edecek gibi görünüyor.
Paylaş