Paylaş
Hiç olmamasını dilediğimiz çocuk kaçırma ve cinayet haberleri son zamanlarda arttı sanki. Oysa bu tür olaylar yüzyıllardır var. Fark, medyanın gücüyle daha fazla olaydan ve ayrıntılardan daha hızlı haberdar olmamızda. Çocuğa yönelik şiddeti, çocuk ölümlerini araştırmak da, yazmak da çok keyifsiz. Ancak geleceğe bir parça olsun ışık tutabilmek için tarihin perdelerini aralamak gerekiyor.
TEHLİKELER DÜNYASI
Çocuklar için bugün olduğu gibi eski zamanlarda da özel olarak tehlikeli yerler vardı: Sınır bölgeleri, güvenliği zayıf sahiller, dağ köyleri, ormanlar... “Organize tehdit” oluşturan korsanlar, eşkıyalar, yağmacılar fidye almak ya da esir olarak satmak için çocukları kaçırabiliyorlardı. Çünkü 7-8 yaşını geçenleri çalıştırmak mümkündü. Dolayısıyla kaçırılan çocukların maddi değeri vardı.
Kentlerde ise durum farklıydı. Kimi Osmanlı şehirlerinde, mahallenin kapıları kapatılarak giriş-çıkışlar kontrol altında tutulurdu. Kefîli olmayan yalnız kişilerin şehir dışına çıkarılmaları için sık sık fermanlar yayınlanırdı. Dolayısıyla “tanımadığım bir amca” tehdidi günümüzdeki metropol yaşantısına göre daha zayıftı.
Küçükler için evdeki en önemli fizikî tehdit, ateşti. Ev dışındaysa çocukları kuyuların bol olduğu bostanlara, tekin olmayan yerlere gitmekten ve geceleri dışarı çıkmaktan alıkoymak gerekirdi. Yazın su kenarları iki açıdan tehlikeliydi: Boğulma ve saldırıya uğrama. İkinci tehdit nedeniyle, çocukların yüzdüğü ve kadınların çamaşır yıkadığı nehir kıyılarında erkeklerin dolaşmalarını yasaklayan buyruklar çıkarılmıştır.
ÇOCUKLARI “ÖTEKİ”YLE KORKUTMAK
Elbette tüm bu tehlikelere karşı önlem olarak çocukları korkutma yöntemleri vardı. Halk kültüründe en bilinen korku nesneleri, öcü, koncolos, dunganga, kuyu kızı, çocukların oyunlarına katılıp onları şakalarıyla kandırdığı söylenen gulyabani ve umacıydı. “Çocukları tabanlarından emerek öldüren” cadı, daha çok Rumeli’de yaygın bir korku unsuruydu ve muhtemelen Osmanlı’ya Avrupa’dan gelmişti.
Osmanlı sınırlarının hemen Batı’sı, korku hikayelerinin türemesine son derece elverişliydi. Üstelik çocukların korkutulduğu doğaüstü yaratıklar da değildi! Örneğin Protestanlığın öncü isimlerinden Martin Mirus’un 16.Yüzyılda, çocuklar için yazdığı dua şöyleydi: “Türk, tıpkı Herot misali, almak ister hepimizin canını / Dökülür o kadar çok Hristiyan kanı / Anne karnındaki çocukların bile, bağışlamazlar canını.*”
Muhtemelen Haçlı Seferlerinden miras kalan, çocukların kanını dökmek hakkındaki ağır bir itham da Yahudiler hakkındaydı: “Yahudiler çocukları kaçırır, iğneli fıçılarda kanını boşaltıp, ekmeklerine katarlarmış”! Bir başka “tehlikeli yabancı” klişesi de, “küçük çocukları, hele de akça-pakça çocukları kaçıran çingene”dir. Ne yazık ki tüm bu korkunç efsaneler, halk arasında yakın zamanlara kadar ulaşabilmiştir.
YABANCIDAN DEĞİL TANIDIKTAN
Uzak-yakın “yabancılar”la korkutulsalar da, çocuklar için asıl tehlike ortak çevreden geliyordu. Modernleşme öncesinin mahkeme kayıtları, bu konularda sanıldığı kadar sessiz değil**. Ebeveynler çocuklarına yönelik saldırıları mahkemeye bildirip davacı oluyorlardı. Ayrıca, devlet görevlileri de olayları mahkemeye getirebiliyordu. Onur ve namusları söz konusu olan çocuklar mahkemede bizzat seslerini duyurabiliyorlardı.
Hemen her yaştan çocuk şiddete maruz kalabiliyordu. Kızların yanı sıra erkek çocuklarının uğradığı tecavüzler de kayıtlarda yer alıyor. Saldırı, kaçırma, alıkoyma, tecavüz, yaralama... Hepsinin cezaları vardı. Gerektiğinde olay yerinde keşif veya tıbbi tetkik bile yapılıyordu. İddiaların ispatlanmasıysa hassas bir konuydu. Sadece davacının beyanı, ceza için yeterli olmayabiliyordu. Olayı doğrulayacak şahitler veya bulgular gerekliydi. Örneğin 1540 yılında, Antep’te bir oğlan çocuğu, nehire yüzmeye gittiklerinde arkadaşlarından birinin kendisine tecavüz ettiği iddiasıyla mahkemeye başvurmuş, ancak arkadaşları onu doğrulamadığı için suçlanan genç beraat etmişti.
Çocukların kazayla yaralanmasına, sakatlanmasına sebep olmak da diyet ödemeyi gerektiren bir suçtu. Ancak çocuk ebeveynin izniyle teslim edilmişse kazaya yol açan kişi beraat edebiliyordu. Cenine zarar vermek de suçtu: 1763’te Konya’da Saliha Beşe adlı bir kadın, Ayşe Hatun’u döverek bebeğini düşürmekten suçlu bulunmuştu. Okuldaki öğretmenlerin veya yanlarında çalıştıkları ustaların çocuklara uyguladığı “ölçüsüz” şiddet şikayet konusuydu ve ahlak kitaplarında kınanıyordu. Çocuklara diğer çocukların da zarar vermesi olasıydı. Erkek çocuklar birbirlerini oyunlarda okla, tartışmalarda çakı veya bıçakla yaralayabiliyorlardı.
Çocuklar için malesef ev halkı bile tehlikeli olabilirdi. Fetvalar aracılığıyla eski zamanlarda ensest olaylarının varlığından –hayret verici bir açıklıkta- haberdar olmak mümkün. Ev içinde ispatı zor olan bir konu da annenin “kazayla” bebeğinin ölümüne yol açmasıydı. Ayrıca üvey kızına, ya da evde hizmetçi olarak yaşayan küçük yaştaki kıza cinsel tacizde bulunan erkeklerin bilgilerine rastlıyoruz. Üvey çocuklar ve özellikle yetimler için hayatın daha zor olabileceğini de unutmamak gerek.
ACIYI BAL EYLEMEK
Bugün de eskiden olduğu gibi tekil olayları önlemek zor. Oysa toplumdaki genel çatışma diline, hakaret eğilimine, klişelere, ötekileştirici ve dışlayıcı tavırlara karşı bireysel duruş göstermemiz mümkün. Mesele hayata nasıl baktığımızda yatıyor aslında... Tarihte çocuk sevgisini anlatan çok sayıda eser de var. Örneğin şair Nabi, 1703’te, 7 yaşındaki oğluna sevgisini şöyle dile getiriyordu: Ey hayat denizinin en birinci incisi; ey güzel vasıfların seçkin örneği! / Ey olgunluk temaşasına neş’eyle nazar eden; ey güzellik aynalarına bakan!***
Biz de aynaya bakmak ve kendimize sormak durumundayız: Çocuklara kızgınlık ve nefret örneği mi olmak istiyorum; yoksa hoşgörü ve saygı örneği mi? Kendimiz, çocuklarımız, geleceğimiz için seçim bizim...
*“Tanrım Bizi Türklerden Koru”, Leyla Coşan, 2009.
**Bkz. Şer’iye Sicilleri, fetvalar; ayrıca Y.Araz, L.Pierce, A.Sonbol ve G.Art’ın çalışmaları.
***Nabi, Hayriye (günümüz Türkçesine uyarlayan İskender Pala), 1989.
Paylaş