Paylaş
1998 yılının yaz aylarında kumsalda, dans kulüplerinde, düğünlerde bolca çalınan popüler müzikler arasında biri... Nathalie Cardone’nin söylediği, “Hasta Siempre Commandante” adlı şarkıydı. Ki aslında zamane gençlerinin sandığı gibi 1997’de çıkan yeni bir parça değildi; 1965’te bestelenmişti. Ki aslında bu herhangi eski bir dans şarkısı da değildi, çünkü Arjantinli Marksist devrimci Ernesto “Che” Guevera için yazılmıştı. Bask-İrlanda kökenli bir ailenin çocuğu olan Ernesto, yazılarından, sözlerinden ve eylemlerinden çok etkilendiği Lenin’in ölümünden 4 yıl sonra dünyaya gelmişti. Fakirlere karşı derin bir merhamet duygusu, fakirliğe karşı derin bir kızgınlık taşıyordu. Bu merhamet ve gözü karalık, Maksist-Leninist ideolojiyle birleştiğinde ortaya silahlı mücadeleye yönelen bir eylemci çıkacaktı. Che, eylemci kişiliğiyle Küba Devrimi’nde ve sonrasında önemli rol oynamış, 1965’te ise yeni devrimler peşinde Kongo ve Bolivya’ya doğru yola koyulurken Küba halkına bir veda mektubu kaleme almıştı. İşte o ünlü şarkı, “Commandante”ye adanan bir teşekkürdü. Che, iki yıl sonra Bolivya’da çarpışırken ordu birlikleri tarafından öldürüldüğünde 39 yaşındaydı. O artık, silahlı isyancıların / devrimci gerillaların sembolüydü. Ama 35 yıl kadar sonra Sovyetler Birliği’yle birlikte sosyalist devrim mücadeleleri de çökünce Che, bir popüler kültür ikonuna dönüştü. Onun için yazılan şarkı da, çarpıştığı kapitalist düzenin pop listelerinde kendine yer bulmuştu! Zamanla Che’li t-shirt’ler tezgahlarda yok satarken, yüzü, en çok yaptırılan dövmelerden oluyordu. Onun adına bugün restoran isimlerinde de rastlayabilirsiniz, puro kutularında da.
Che Guevera, 1965’te sadece Küba’da değil, Avrupa’nın solcu gençleri için de ikonik bir isimdi. Bu ülkelerden biri Türkiye, onu örnek alan gençlerden biri de Deniz Gezmiş adında bir üniversite öğrencisiydi. Bir öğretmen ailesinin çocuğu olan Deniz, Atatürk’ün ölümünden 9 yıl sonra 1947’de dünyaya gelmişti. Onu etkileyen sadece Atatürk değil, aynı zamanda Marksist düşüncenin önde gelen isimleriydi. Fakirlere karşı derin bir merhamet duygusu, fakirliğe karşı derin bir kızgınlık taşıyordu. Fakir bir arkadaşına yoğurt alması için babasından fazladan harçlık isteyip, anneannesinin 3 aylık emekli maaşını mahallenin yoksullarına dağıttığı oluyordu*. Bu çatık kaşlı merhamet ve gözü karalık, Maksist-Leninist ideolojiyle birleştiğinde ortaya sert, hatta ileriki yıllarda silahlı mücadeleye yönelen bir eylemci çıkacaktı. Olay henüz bu noktaya varmadan Deniz Gezmiş ve arkadaşları, 1968’de reform talebiyle İstanbul Üniversitesi’ni işgal etmişlerdi. Gezmiş, bir yıl kadar sonra kayıtlı olduğu Hukuk Fakültesi’nden atıldı. Gezmiş, özellikle Amerika karşıtı eylemleriyle, bir kaç yıl içinde solcu gençlik arasında tanınan bir isim haline gelmişti. Arkadaşları onun üniversiteden atılmasını protesto için forum düzenleyip bir bildiri yayınladılar. Bu bildiride şöyle diyordu: “Yaşasın tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye!”. Bu ifade 3 yıl sonra, 6 Mayıs 1972’de idam sehpasına giden, 25 yaşındaki Marksist-Leninist gencin, yani Deniz Gezmiş’in son sözlerinde de tekrarlanacaktı: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye...”
“Tam bağımsızlık” Atatürk’ün sıkça vurgu yaptığı kavramlardan biridir. Gerek siyasi, gerek uluslararası hukuk, gerekse iktisat alanındaki bağımsızlık, Atatürk milliyetçiliğinin temel esaslarındandı. Öte yandan, bu ısrarlı vurgunun altında işlerin onun tam da istediği gibi gitmemesi yatıyordu. Yeni Cumhuriyet, Osmanlı’nın borçlarını devralmıştı. Ayrıca pek çok kritik işletme yabancı şirketlerin elindeydi ve millileştirilmesinin bir maliyeti vardı. Atatürk sonrasında da durum çok farklı sayılmazdı. Büyük Buhran ve II.Dünya Savaşı’yla zorunlu bir içe kapanma sürecine girilse de, savaş sonrasındaki siyasi reform kararı, uluslararası konjonktürün zorlamasıyla alınmıştı. Öyle çok “milli” bir karar değildi yani. Menderes’li yıllar ABD’yle ilişkilerin hızlandığı bir dönemdi ve “tam bağımsızlık” tutkusuyla eğitilmiş gençler için kabul edilemez bulunuyordu. Sosyalist hareketin Amerikan karşıtı tutumuyla, sosyalist ideolojiye asla cevaz vermeyen Cumhuriyet rejiminin bu “tam bağımsızlık” esası birbiriyle örtüşür görünüyordu.
Oysa bugün, “tam bağımsızlık” kavramı, bir diğer yanıyla “kendi kendine yetmek” ideali, modern dünyada neredeyse bir ütopya. Avrupa, Rusya’nın enerjisine, Rusya Avrupa’ya sattığı enerjinin gelirine bağımlı. Çin, tüm dünyanın tüketimine, Amerikan Doları ve devlet tahvillerinin istikrarına; ABD şirketleri Çin ve Uzakdoğu’nun ucuz üretim gücüne; Asya’nın büyük bölümü ve Avrupa, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına; pek çok Ortadoğu ülkesiyse teknolojik ve askeri olarak Batı’nın desteğine bağımlı!
İşte, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ölüm yıldönümü, geçtiğimiz hafta böyle bir dünyada anıldı. Meydanlar değil, “tam bağımsız” Facebook, “tam bağımsız” Twitter, onları anma platformuydu. Sıkılan ve havaya kalkan yumrukların yerini, AVM’lerde, ofislerde ya da kanepelerde “beğen” butonlarına basan parmaklar almıştı. Che’nin yıkmak uğruna hayatını verdiği kapitalizm, sınır tanımaz yaratıcılığıyla düşmanından bile gelir kapısı yaratmayı başarmıştı! Devrim şarkısı, dans müziğine dönüşmüştü.
Nasıl, Atatürkçülük ve onun “tam bağımsızlık” kavramı, 70’lere doğru devrimci sosyalist gençlerin zihninde anlam kaymasına uğradıysa, bugün de aynı kaderi Che ve Deniz Gezmiş gibi devrimci isimlerin yaşadığını söyleyebiliriz. Cep telefonu ve internet başta olmak üzere tüketim toplumunun olanaklarına sıkı sıkıya bağlı, ama isyankar bir tavra sahip büyük bir kitle, Che ve dostlarını özgürlük sembolü olarak sahipleniyor. Oysa bu kuşak, geçmişe ışınlansa, “devrimciye hiç uymayan küçük burjuva, aylak, bencil, keyifçi” yaşam tarzlarıyla Che’den, Deniz Gezmiş’ten çok esaslı bir dayak yiyebilirlerdi! Zaman pek çok şeyi silikleştirip, pek çok şeyin de yerini nasıl değiştiriyor değil mi?
* “Bir İsyancının İzleri: Deniz”, Turhan Feyizoğlu, 2011.
Paylaş