Avrupa’nın güneydoğu sınırı Türkiye, kuzeybatı sınırı da İzlanda. Kıtanın iki ucunu birbirine bağlayansa Snorri Sturluson adında bir şair/tarihçi. Bu isim İskandinavlar (Norveçliler / İzlandalılar, İsveçliler, Danimarkalılar) için büyük önem taşır. Çünkü, 13.yüzyılda kaleme aldığı İzlanda saga’ları (destanları), İskandinav tarihiyle ilgili benzersiz bilgiler içerir. Pek çok destanda olduğu gibi, kuşaktan kuşağa aktarılan bilgiler bazen karışarak, bazen de gerçeküstü hikayelerle birleşerek yazıya dökülmüştür. Bizim açımızdan ilginç olansa İskandinavlar’ın kurucu atası Odin’in bu sagalardaki hikayesi. Neredeyse tüm İskandinav kralları ve prensleri soylarını yüce Odin’e dayandırırlar. Büyük bir savaşçı, lider, gezgin, büyücü, şaman, yarı-tanrı, hatta sonraları tanrılık atfedilen bir isimdir Odin.
TÜRK ELLERİNDEN GELEN KAHRAMANDestanlara göre Odin, beraberindekilerle birlikte Asgard denen bir şehirden gelmiştir İskandinavya’ya. Asgard ise Tyrkland’dedir, yani Türk ülkesinde! Diğer bir deyişle İskandinavya’nın “yerli”si değildir Odin. Oraya Turkland’den, Türk ellerinden göçmüştür. Asgard’ı geride bırakarak önüne çıkan herkesi yene yene önce Saksonya’yı fethetmiş, üç oğlunu bu topraklara yönetici tayin ettikten sonra Danimarka üzerinden İsveç’e varmıştır. Tüm bu ülkelerde Odin ve liderlik ettiği As’yalı Trkiar askerleri yöre halkından kızlarla evlenerek çoğalmış ve İskandinav krallarının soyunu oluşturmuşlardır.
TURKLAND NERESİ OLA?Sturluson’un topladığı halk söylencelerinde Tyrkland denilen diyar, bize iki farklı bölgeyi işaret ediyor. Bunlardan birisi Truva - Trakya. Odin’in işleri anlatılırken feth ettiği yerlere beyleriyle birlikte aynı Türk ülkesindeki -yani Truva’da olduğu- gibi adalet getirdiğinden söz ediliyor. İsveçli tarihçi Sven Lagerbring ise “Truva” kültürü ihtimali üzerinde durmayarak, 1764 tarihli “İsveççe’nin Türkçe ile Benzerlikleri” adlı eserinde, lafı hiç dolandırmadan “Oden ve yanındakiler Türktüler” diyordu. Yakın dönemde İsveç’te yapılan bazı çalışmaların yanı sıra akademisyen tarihçi Osman Karatay, Tyrkland’in Kafkasya’da bugünkü As/Azerbaycan ya da daha kuvvetli ihtimalle Volga (İtil) nehri etrafındaki bölge olabileceğini ortaya koydu*.
NE YANİ, İSKANDİNAVLAR TÜRK MÜ?Elbette bu bilgilerden yola çıkarak İskandinavlara Türk diyemeyiz. Destanlara bakarak söyleyebileceğimiz, uzak diyarlardan gelen ve “Türk” adı verilen bir topluluğun İskandinav halkına önderlik ettiğidir. İzlanda sagaları bize –muhtemelen- Karadeniz’in Kuzey’inden İskandinavya’ya uzanan bir göçü anlatsa da bu olayın kesin tarihini belirlemek güç. Ancak tarihi ne olursa olsun görünen o ki, yerlileri yönetme becerisine sahip olan savaşçı Odin ve adamları, hükümdar olsalar da sayılarının azlığı nedeniyle yerel kültürle birleşiyorlar. Soyluluğun ve kutsallığın gereği olarak bu göç, destanlarda kendine yer buluyor. Bir kralın Odin’in kaçıncı kuşaktan torunu olduğu destanlarda belirtiliyor.
PARTİLİ CUMHURBAŞKANINA KARŞI ÇIKANLAR
Mustafa Kemal Paşa, 1923’te bir “halk fırkası”nın kurulup, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun bu partiye aktarılması gerektiğini söylemişti. Dediği gibi de oldu... Biri hariç meclisteki tüm milletvekilleri 1923 sonbaharında kurulan Halk Fırkası’nın üyesiydi. Ancak 1924’te kabul edilen yeni anayasa sonrasında parti içindeki fikir ayrılıkları iyice belirginleşmeye başladı. 1924 yazında, bazı vekillerin yeni bir parti kuracağı söylentisi yayılıyordu. Bu partililer, Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda parti genel başkanı olmasına karşıydılar. Partili cumhurbaşkanını, yeni anayasanın özüne aykırı buluyor, rejimin “tek adam idaresi”ne dönüşebileceğini söylüyorlardı.
GAZİ DİYOR Kİ, YENİ TÜRKİYE’DE...
“Kuvvetler birliği”ne inanan Atatürk ise bu konuda çok netti. “Yeni Türkiye’de” cumhurbaşkanı, partisinin başında kalacaktı. Gazi, 16 Eylül’de Trabzon’da cumhurbaşkanının tarafsızlığıyla ilgili olarak şöyle söylemişti: “Arkadaşlar... Cumhurbaşkanının parti başkanlığıyla ilişkisini ikide bir tekrar edenler ve bütün dünya bilsin ki benim için bir taraflılık vardır: Cumhuriyet taraftarlığı, fikrî ve toplumsal devrim (inkılâp) taraftarlığı. Yeni Türkiye’de hiçbir bireyi Halk Fırkası’nın ideallerinden, ilkelerinden ayrı düşünemiyorum. Onun için cumhurbaşkanı bulunduğum halde partimizin genel başkanlığını da onurla muhafaza ediyorum.”
MUHALİFLERİN EKLETTİĞİ “CUMHURİYET”
Tarafsızlık konusu tartışılırken, 10 Kasım’da gazeteler şöyle yazıyordu: “Halk Fırkası nihayet… ikiye ayrıldı… Fırkadan ayrılanlar Cumhuriyet Fırkası teşkil edecekler.” Hiç şüphesiz bu tatsız bir durumdu. Çünkü ayrılanların başında Atatürk’ün birlikte kurtuluş mücadelesi verdiği, biri daha önce başbakanlık yapmış olan 4 isim vardı: Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele… 29 milletvekilinin yanı sıra İstanbul basınının bir bölümü de muhalifleri destekliyordu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF), 17 Kasım 1924’te kuruldu. Partili cumhurbaşkanı eleştirisi getiren TCF’nin ömrü ise kapatılıncaya dek, sadece 7 ay sürdü. (Bu kısacık muhalefet deneyiminin bile kalıcı bir etkisi oldu: Halk Fırkası, “Cumhuriyet” kelimesini muhalif partiye kaptırmamak için apar topar adına eklemiştir. Yani CHP’nin adında çok partili rekabetin izi vardır.)
DEĞİŞEN OYUNCULAR, DEĞİŞMEYEN SENARYO
90 yıl önce partili cumhurbaşkanına karşı çıkanlar CHP’den ayrılmak zorunda kalmıştı. Bugünse partili cumhurbaşkanına CHP karşı çıkıyor. Benzer şekilde, bugün siyasetin “muhafazakâr” partisi “Yeni Türkiye” tarifi yaparken, 90 yıl önceki “Yeni Türkiye”nin kurucu partisi CHP, Atatürkçü ilkeleri “muhafaza” için çalışıyor. CHP’deki bu muhafaza endişesiyle, parti içi değişim talebi arasında yıllardır kalıcı bir denge kurulamadı. Oysa demokrasinin her zaman sağlam bir muhalefete ihtiyacı var. Türkiye, “güçlü iktidar partisi + devlet” modeli ve karşısındaki güçsüz muhalefetle 90 yıldır patinaj yapıyor; aktörler yer değiştiriyor sadece. Kuruluş yıllarındaki kavramların 90 yıl sonra aynı kelimelerle ama zıt pozisyonlarla tartışılıyor olması çok düşündürücü. Bu kısır döngüden kurtulmak istiyorsak iktidar, tek parti dönemini sadece eleştirmemeli; yanlışlardan kendi payına ders de çıkarmalı. Bir kurultayı daha geride bırakan CHP ise kuruluş felsefesindeki “inkılapçılığı” uygulamaya, hiç şüphesiz önce kendinden başlamalı.
1950’li veya 60’lı yıllardan söz açıldığında annem, “siz ne bakıyorsunuz o yazılanlara, biz o dönemi yaşadık; bizden daha mı iyi bilecekler” diye ağırlığını koyar. Akademik araştırmaların veya sayısal verilerin söyledikleri, onun geçmiş dönemlere ait düşüncelerini kolay kolay değiştirmez. Aslına bakarsanız bu durum hemen hepimiz için geçerli. Tarih kitapları ne derse desin, olaylara kendi yaşadıklarımızdan hareketle bakarız. Örneğin gözümüzün önünde kapanmakta olan devri ele alalım: Siyasetin geride bıraktığımız 12 yıldaki (11 yıl da diyebilirsiniz) gibi sürmeyeceği çok açık. Peki ama dönemin muhasebesini çıkarırken kime hak vermeliyiz?
KARANLIK ÇAĞ MI, ALTIN ÇAĞ MI?Geleceğin tarihçileri günümüzün yorumcularını okuduklarında ağırlıklı olarak iki zıt görüşle karşılaşacaklar. Bu dönemde, medyadaki sayısal ağırlığını giderek yitiren ama sosyal medyada güçlenen ilk görüşe göre AK Parti iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ‘karanlık çağı’dır. Atatürk devrimlerine ve cumhuriyet modernleşmesine karşı olan bir siyasal hareket (kimilerine göre “karşı devrim” hareketi), devlete ve topluma egemen olmuştur. Ülke kaynakları uluslararası sermayeye açılmış, devlet imkanları yandaşlara peşkeş çekilmiştir. Devlet ve diploması adabı yerle bir olmuştur. Daha da vahimi, ülke teröristlerle yapılan pazarlıklarla parçalanma noktasına getirilmiş; yetmezmiş gibi, Ortadoğu siyaseti nedeniyle ülke savaş ve çatışma ortamına sürüklenmiştir. Sermaye ve medya baskı altına alınmıştır. Hukukun üstünlüğü ve Batılı yaşam tarzı tehdit altındadır.
Bu dönemde medyada sayısal ağırlığı giderek artan diğer görüş içinse AK Parti iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ‘altın çağı’dır. Ülke kesintisiz istikrara kavuşmuş, ekonomi rekor üstüne rekor kırmıştır. Mali dengeler düzelmiş, IMF’den borç alma dönemi kapanmıştır. Türkiye, küresel finansal krizi başarıyla atlatan, üstelik de bunu büyüyerek başaran çok az sayıda ülkeden biri olmuştur. Sağlık hizmetleri çağ atlamış, üniversitesiz il kalmamıştır. Demokrasi üzerindeki vesayet gölgesi adım adım kaldırılmış, sivil siyasetin önü açılmıştır. Anayasa referandumu ve yasal düzenlemelerle geçmişin olumsuz uygulamaları kaldırılmış, ‘milli irade’nin gerçek egemenliğine dönüşmesi için gereken adımlar atılmıştır. Yıllar boyu devletten ürken yığınlar, devlette saygı görür hale gelirken, devlet ve belediye hizmetlerinin kalitesi artmıştır. Dev projeler hayata geçirilmiş, Türkiye dış politikasıyla bölgesel ve küresel bir güç haline gelmiştir.
MADALYONUN HANGİ YÜZÜ?Modern düşünce, kavramlarını çoğunlukla ikili güçler üzerine kurar: İtme-çekme, etki-tepki, aydınlık-karanlık, açık görüşlü-bağnaz, ilerici-gerici vs. Gündelik yorumlarımız, hâlâ modern kavramlara bağlı. Oysa bilim ve teknolojinin bizi ulaştırdığı nokta, iki boyutluluğun çok ötesinde. (Artık çizgi filmler bile 3 boyutlu!). Bunun felsefe ve sosyal bilimlerde de güçlü yansımaları var. Ama gelin görün ki, bu -2, 3 değil- çok boyutlu analizler, kitleler için hiç cazip değil. ‘Hem öyle, hem böyle’, ‘bazen doğru, bazen değil’ durumlar çoğunluğun hoşuna gitmiyor. 140 karakterlik veya fotoğraf üzerine yazılan slogan cümlelerin piyasasıysa çok yüksek.
Bir köyün birbiriyle geçinemeyen iki mahallesi varmış: Çayır Mahallesi ve Çimen Mahallesi. Bir gün Çayır Mahallesi’nden bir genç Çimen Mahallesi’nden bir kıza abayı yakmış. Tutturmuş anasına, “bu kızı bana al” diye. “Oğul, oğul, Çimenliler bize kız vermezler” demiş anası. Oğlan bir umutla gittiği babasından da aynı cevabı almış. Vaz geçmemiş yine de. Sabah, akşam, gece, gündüz söylenip durmuş; tutturmuş da tutturmuş. En sonunda oğlanı susturmak için gidip kızı istemişler. Dönüşte mahalleli sormuş oğlana: Nedir durum, aldınız mı kızı? Oğlan heyecanla cevap vermiş: Yüzde eli, yüzde elli. Mahalleli şaşırmış: O nasıl iş yahu? Oğlan kendinden emin bir ifadeyle yanıtlamış: Onlar reddettiler ama biz gayet olumlu bakıyoruz.
Bir arkadaşım bu fıkrayı anlattığında aklıma haliyle memleketin %50 - %50 durumu geldi. İki taraf da diğerinden oy almaya çalışsa da nafile. Son 12 yılda siyaset, adım adım Erdoğancılar ve Anti-Erdoğancılar olarak ikiye yarıldı. Daima aldığı oydan fazlasını hedefleyen Başbakan / seçilmiş Cumhurbaşkanı da hiç şüphesiz bu durumun farkında. Nitekim yaptığı son balkon konuşmasında şu cümleleri kullandı: “Alevi’nin de, Sünni’nin de, Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Abhaza vesaire, hepsinin, başörtülü, başı açığının da ne kadar ortak yanı olduğunu daha iyi göreceğiz... İşte bunun adı vahdette kesrettir, yani çoklukta birlik; bunu başarmaya mecburuz, bunu halletmeye mecburuz.”
KÖKLÜ BİR KAVRAM
Öncelikle bir noktayı açıklığa kavuşturalım. ‘Vahdette kesret’in doğru karşılığı ‘birlikte çokluk’tur. Çoklukta birlik ise ‘kesrette vahdet’tir. Zıtmış gibi duran bu iki kavram tasavvufta genellikle birlikte kullanılır: Birlikte çokluk - çoklukta birlik. Evrende yaratılmış her şeyin tek bir özün, yani Allah’ın farklı yansımaları (tecelli) olduğu inancına dayanır. Buna göre, evrendeki muazzam çeşitlilik ve farklılıklarımız, aynı özü taşıdığımız hakikatini değiştirmez. Asıl marifet, özün ‘bir’ olduğunu bilip, beyaz-zenci, kadın-erkek, yaşlı-çocuk, zengin-fakir, güçlü-zayıf, hatta Müslim-gayr-ı Müslim demeden insanı ‘bir’ görmektir... Marifet, insan, hayvan, bitki ayırmadan mahlukatı ‘bir’ görmektir... Dünya, güneş, ay, yıldız demeden kainatı; dünya-ahiret ayırmaksızın alemleri ‘bir’ kabul etmektir. Bu doğrultuda, yaradanı sevdiğini söyleyen birisi, yaradılmışları incitemez, hor göremez. Her birine, her şeye saygılı davranmak durumundadır. ‘Edep’ bunu gerektirir.
İDEALLER VE GERÇEKLER
‘Vahdette kesret” kavramının, tarih boyunca bir devletin idaresine hakim olduğunu söylemek çok zor. Öte yandan bazı imparatorluklar çok farklı toplulukları merkezî bir idare etrafında birleştirmeyi başardılar. Bunlar arasında Roma ve Osmanlı imparatorluklarını öne çıkarmak gerekir. Elbette yayılma, büyüme kılıçla gerçekleşti. Ancak bir fetih, kalıcı idare yeteneği olmadan istila olarak kalır. Dolayısıyla imparatorlukların gücü sadece askerî başarılara, kılıca, şiddete, baskıya bağlanamaz. Yerel güçlerle ittifak yapmak, çatışan topluluklar arasında denge kurmak, ticaretin gelişmesi için güvenlik, üretim için barış ortamı sağlamak şarttır. Roma’nın bin yılı aşan, Osmanlı’nın altıyüz yıl süren varlığı bu konulardaki becerilerine dayanıyordu. Yine de öyle ‘birlik içinde çokluk’ gibi bir ideal taşımıyorlardı. Günümüzdeyse ‘vahdette kesret-kesrette vahdet’i kendine şiar edinen, yani ‘motto’ olarak seçen bir siyasal güç var: Hayır, bu bir İslam devleti değil... Avrupa Birliği!
BANA SLOGANINI SÖYLE, SANA...
Avrupa Birliği, 2000 yılında, Latince “in varietate concordia” ifadesini kendine motto (slogan) olarak seçti: Çeşitlilikte birlik. Avrupa Birliği düşüncesi, etnik veya dini ayrımların üstünde ortak bir kimlik inşa etmek, bunu yaparken de farklı kimlikleri korumak idealine dayanıyor. Hem tek tipçilik, hem de ayrımcılık ve bölücülük bu idealin zıttı. Tüm eksiklerine karşın çoğulculuğun -bir şekilde- AB’ye nüfuz ettiğini söyleyebiliriz. Nitekim, geçtiğimiz hafta bir caminin kundaklanması üzerine Almanya İslam Konseyi Başkanı Ali Kızılkaya, yanan Mevlana Camii'nin Berlin'e ve Almanya'ya ait olduğunu vurgulayarak, "camiler, sinagoglar, kiliseler olmadan kültürümüz çok fakir olur. Çoğulculuğu korumalıyız” diye konuştu.
Romalılar cumhuriyet döneminde anladılar ki oy, “quasi vindicem libertatis” yani “özgürlüğün koruyucusu” demekti. Yiğitlere yakışan, oyunu yüksek sesle duyurmaktı elbette. Ancak ortalama yurttaşların oyunu açıklarken ‘baba’lardan, yani patres’ten çekindiğini görenler, devrim niteliğinde bir adım attılar ve M.Ö. 139’da kanunla gizli oy sistemini getirdiler. Ne var ki gizli oy’un yaygınlaşması için neredeyse 2000 yıl kadar beklemek gerekecekti!
BANA OYUNU SÖYLE, SANA...
Demokrasinin beşiği olarak bilinen İngiltere’de bile gizli oyun yasal güvenceye kavuşması 1872 yılındadır. ABD’de “viva voce” yani sesli oy kullanma ancak 1891’de sona erdi. 19.Yüzyılda seçmenler hâlâ oy pusulalarını kendileri yazıp, seçim sandıklarına getiriyorlardı! Çoğu seçmenin doğru düzgün okuyup yazması olmadığı için adayların isimlerini pusulaya yazmak bir meseleydi. Çare olarak parti amblemleri mecburen ortaya çıkarken adaylar da önceden yazılmış veya basılmış pusulaları seçmenlere dağıtmaya başladılar. Tabii, bu da yolsuzluğa, satın alınan oylara veya baskıya yol açıyordu. Tüm bu olumsuz koşulları düzeltmek amacıyla oy pusulalarını devletin basmasına karar verildi. Bunca zahmete karşın seçmenler, aslında başkanı değil, onu seçecek kişileri seçiyorlardı! (ABD’de bugün bile Başkan doğrudan oyla değil, bu yöntemle seçilmektedir.) Osmanlı’da 1877’de yapılan ilk seçimler de, II.Meşrutiyet’in seçimleri de benzer şekilde iki turluydu. Cumhuriyet ilanından sonraysa mebus seçimlerinin yanına bir de “Reis-i Cümhûr” seçimi eklendi.
REİSTEN BAŞKANA... AZ BİLİNENLER
Türkiye, 1961 Anayasası’na kadar ‘cümhûrun reisi’ni genel seçimle birlikte yeniden belirlemiştir. Her seçimde milletvekilleri yenileniyor; meclis toplandığında da vekiller hemen cumhurbaşkanını seçiyordu. Hepimizin bildiği üzere Atatürk ilk, İnönü ise ikinci cumhurbaşkanıdır. Oysa, Atatürk, tam dört kez cumhurbaşkanı seçilmiştir. Ardından da İnönü üst üste dört, Bayar ise üç kez... Eğer seçilme ve dönem sayılarını esas alacak olursak bugün yirminci cumhurbaşkanını seçeceğiz! Ancak, dönemler değil de isimler esas alındığı için onikinci cumhurbaşkanını seçmiş sayılıyoruz.
Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili çok az bilinen ayrıntılardan biri de ‘Mustafa Kemal Atatürk’ün bu isimle hiç cumhurbaşkanı seçilmemiş olmasıdır! Atatürk, 1923’te Ankara mebusu “Gazi Mustafa Kemal Paşa”, 1927’de ve 1931’de “Gazi Mustafa Kemal” adıyla cumhurbaşkanı seçildi. Soyadı kanunundan sonra yapılan 1935 seçimlerindeyse Atatürk, resmî kayıtlarda yazılan şekliyle “Kamâl Atatürk” adıyla cumhurbaşkanı seçilmiştir. Gelin bu seçim anını 1.3.1935 tarihli Meclis tutanağından izleyelim: “BAŞKAN- Neticei ârayi arzediyorum: Bu gün Büyük Millet Meclisinde isbatı vücud eden arkadaşların adedi 386 dır. Cümlesinin verdikleri reyle Kamâl Atatürk (Ankara) Reisicümhurluğa intihab etmişlerdir. (Bravo sesleri, sürekli ve çok şiddetli alkışlar)” Atatürk’ün kendi kararı olan bu “Kamâl Atatürk” değişikliği, dil devrimiyle Türkçe’yi yabancı kökenli sözcüklerden arındırma hedefine dayanıyordu.
HALKIN SEÇTİĞİ İLK CUMHURBAŞKANI
Bugün sandık başına “halk oyuyla seçilen ilk cumhurbaşkanı”nı belirlemek üzere gidiyoruz. Oysa bu ifade ‘teknik olarak’ doğru değil. Çünkü aslında halk oylamasıyla seçilen ilk cumhurbaşkanı Kenan Evren’dir! Anti-demokratik bir yöntemle tek aday olarak dayatıldığı için bu gerçek anlamda bir seçim sayılmaz elbette. Ancak 1982 Anayasası için yapılan halk oylaması, aynı zamanda bir cumhurbaşkanı seçimiydi ve sonuçta Evren, -teknik olarak- Meclis tarafından değil, halkın oyuyla seçilen ilk cumhurbaşkanı oldu. Ne diyelim?... En iyisi, bugünkü seçimin 82’de olduğu gibi değil de halkın oyunu gerçekten yansıtmasını ve seçilecek kişinin Türkiye’de demokrasinin gelişmesine gerçekten katkı sağlamasını dileyelim.
Gülmeyle ilişkilendirdiğimiz nefes, beden, akıl, söz ve ruh, neredeyse tüm inançlarda yan yanadır. Evren(ler)i yaratan Allah’ın insana kendi nefesinden üflemesi, İÖ 3.Yüzyıl’a ait Mısır inanışlarında farklı biçimde anlatılır: “Tanrı, kahkahayla [güldüğünde] ışık oldu... İkinci kez kahkahaya boğulduğunda sular oluştu; yedinci kahkahasında ruh doğdu.” Ancak kahkaha, bu Mısır anlatısının aksine ilahî veya aklî olanla değil, genellikle nefsanî olanla ilişkilendirildi: Özellikle de başkalarının düştüğü halden keyif alan, alaycı ve kibirli kahkahalar. Sık sık kınanan bir diğer kahkaha türü de “şuh kahkalar” oldu.
PLATON VE ARİSTO AYNI FİKİRDE
Pek çok ‘yüksek kültür’ medeniyetinde düşünürler, gülmeyi, hele de yüksek sesle gülmeyi hoş karşılamadılar. Platon’a göre gülmenin kökeninde “ insanî şeytanlık ve budalalık” yatar. Çünkü gülme, belirli bir kötülemeyi içerir ve bu da zararlı bir davranıştır. Aristo, benzer bir tavırla başkalarına gülmenin “adam edilmiş küstahlık” olduğunu düşünür. Mizahı tümden kınamasa da “aşırı gülen kişilerin ahlaksal olarak arzulanabilir yoldan nasıl saptıklarını” dile getirir. Onlar bu düşünceleri dile getirirken her yıl Diyonisus şenliklerinin yapıldığını unutmamak gerek. Şarabın kutsandığı, müzik ve dansla kendinden geçenlerin sınırsızca güldüğü bu festivaller, o dönemde komedi oyunlarını da ‘programa’ katmaya başlamıştı. Bu şenliklerde diğer zamanlarda yapılmasına izin verilmeyen hareketlere göz yumuluyordu. Bu gelenek, Hristiyan kültürlerinde de biçim değiştirerek devam etti. Örneğin Fransa’da Mère Folle [Çılgın Ana] şenlikleri süresince, kadınlar toplum içinde kocalarıyla alay edebiliyor, onlara istedikleri gibi gülebiliyorlardı. Ancak kilise, bu taşkınlıklara şiddetle karşıydı. Aynı dönemde devlet otoritesinin Osmanlı’da mizaha daha hoşgörülü olduğu öne sürülebilir. Lami’î-zade Abdullah Çelebi, Letaif adlı fıkra kitabını Kanuni Sultan Süleyman’a arz etmekten söz ederken, şakalaşmanın dine ve sünnete son derece uygun olduğunu belirtiyordu. Bu kitabın kadın-erkek ilişkileri üzerine müstehcen sayılabilecek bazı fıkralar içerdiğini de ekleyelim.
YASAK OLANA GÜLMEK
Abdullah Çelebi’den yüzyıl kadar sonra İngiltere’de filozof Thomas Hobbes, ‘gülme’ üzerine de kafa yordu. Gülmek, toplumsal bir eylemdi. “Katıla katıla gülmek” için ‘katıl’mak zorunda olduğumuz bir topluluk gerekir nihayetinde. Modern düşünürlerse, gülmeyi “ego bastırıldığında biriken enerjinin açığa çıkması” olarak yorumladılar. Baskı güçlendikçe, o konuyla ilgili yapılan şakalar da o kadar güçlü bir kahkahayla karşılanıyordu. İçki yasağı döneminde IV.Murat’la Bekri Mustafa hakkında üretilen fıkraları hatırlayalım... Aynı doğrultuda, tüm toplumlarda belirli kurallara bağlanan cinsellik, gülme konularının başında geliyordu (ki bu günümüzde de aynen geçerli). Bir nevi kısıtlamaya karşı “basınç giderici” olarak çalışan mizah, kadın kahkahası söz konusu olduğunda “basınç yükselten” bir hal alıyordu.
LEYDİ’LERE YAKIŞMAZ
“Sözi nazm eyleyem fesâne ile / Hasb-ı hâl eyleyem bahâne ile”. Henüz sosyal medyadaki kişisel sayfaların, duvarların, blogların, özgeçmiş bankalarının icat edilmediği bir çağda, 16.yüzyılda şair Nev’î, böyle yazıyordu: Sözü şiire dökeyim efsaneyle / Kendi halimi anlatayım bu bahaneyle.
Bazı sosyal bilimcilere göre, kişinin kendi hayatını, duygularını, deneyimlerini yazarak paylaşması, bireyselliğin önemli aşamalardandır. Osmanlı’nın kimi zaafları da, bireyin toplumdaki konumuyla ilişkilendirilir: Toplum baskısı, bireysel ifadenin ortaya çıkışını engellemiştir; bu da özgür düşünceyi ve yaratıcılığı vs... Bu doğrultuda bireyin kendine bakışını doğrudan yansıtan otobiyografinin de (özyaşamöyküsü) roman gibi “ithal” bir tür olduğu düşünülür. Oysa son dönemde yapılan akademik çalışmalar, meselenin bu kadar basit olmadığını gösteriyor.
“BEN”DEN AL HABERİ
23 Haziran 1941, Pazartesi, saat 17:30. Almanya – Türkiye Saldırmazlık Antlaşması imzalanalı beş gün olmuş... Bir gün önce Almanya, tarihin en büyük askeri harekatlarından birini başlatarak Sovyetler Birliği’ne saldırmış... İşte böyle bir günde, 40 yaşındaki “Refah” adlı şilep, Mersin Limanı’ndan demir alıyor. Şilebin tecrübeli kaptanı İzzet Dalgakıran. I.Dünya Savaşı’nda ve Kurtuluş Savaşı’nda nice badireler atlatmış bu eski bahriye subayı, gemisi denize açılırken son derece tedirgin. Tedirginliğinin en önemli nedeniyse 20 kişilik mürettebat kapasitesi olan yük gemisinin 200 kadar yolcu taşıyacak olması. Üstelik bunlar öyle sıradan yolcular da değil: Deniz ve Kara Kuvvetleri’nden özel olarak seçilmiş yetenekli, iyi eğitimli, çoğu genç, seçkin askerler. Oysa ticari geminin yapısı ve imkanları böyle bir yolculuk için son derece yetersiz. Ne yatacak yer var, ne de tuvalet. Ama daha da önemlisi filikaların ve can simitlerinin bu kadar yolcuya yetmesi mümkün değil. Bir de tabii savaş nedeniyle Doğu Akdeniz denizaltı kaynıyor. Refah’a yolculuğunda hiçbir savaş gemisi veya botu da eşlik etmeyecek. Kaptanın ve bir kaç görevlinin “böyle bir sefere uygun değildir” itirazları karşılık bulamadığı için artık verilen emirleri uygulamaktan başka çare yok. Gerekli tedbirler alınamadığından geminin güvenliği Allah’a emanet. Yola çıkmadan önce, tarafsızlığını vurgulamak adına geminin iskele ve sancak taraflarının yanı sıra ambar kapağına büyükçe Türk bayrakları boyanıyor...
SORULARLA DOLU BİR YOLCULUK
Çıkılmakta olan bu yolculuğun bir başka huzursuz ismiyse, askeri kafilenin başındaki Denizaltıcı Yarbay Zeki Işın. O da İzzet Kaptan gibi tüm olumsuzlukların farkında. Ayrıca nihai hedefe ulaşacaklarından da şüpheli. Son derece gizli tutulan ve biraz da apar topar çıkılan bu yolculuğun amacı, Türkiye’nin İngiltere’ye sipariş ettiği dört denizaltının, yani “Burak Reis, Murat Reis, Oruç Reis ve Uluç Reis”in teslim alınarak Türkiye’ye getirilmesi. Elbette akıllarının bir köşesinde, I.Dünya Savaşı başlayınca teslim edilmeyen Reşadiye ve Sultan Osman dretnotlarının hikayesi var. Üstelik, denizaltıların yapımını İngiltere’de takip eden heyetten gelen haberler de iç açıcı değil. Ancak Hükümet, ülkenin savunması için kritik görülen bu gemilerin bir an önce getirilmesinde ısrarlı ve aceleci. İşte yolculuk için kiralanan yük gemisinde seçkin denizcilerin bulunma nedeni bu. Onlara ayrıca İngiltere’de staj yapacak olan pilot adayı subaylar da eşlik ediyor.
NE OLDUĞUNU ANLAYAMADAN
Geminin rotası Mısır’ın Port Said (Bur Said) limanı. 25 Haziran’da Queen Mary gemisiyle İngiltere’ye hareket edecek kafileye yetişmeyi amaçlıyorlar. İzleyecekleri rota son anda İngiliz danışmanın verdiği yeni rotayla değiştiriliyor. Refah, denize açıldıktan 5,5 saat sonra, 23.01’de Mersin’e 45 mil mesafede, gemide şiddetli bir patlama oluyor. Denizaltından atılan torpido geminin gövdesinde ölümcül bir yara açıyor. Zaten yaşlı olan geminin elektrik donanımı ve telsizi anında devre dışı kalıyor. Buna rağmen Refah, dört saat kadar suyun üstünde kalmaya devam ediyor. Gemiden ayrılabilen tek filika, 72 saatlik zorlu bir yolculuğun sonunda 28 kişiyi Türkiye’de Karataş sahiline ulaştırıyor. Ayrıca derme çatma sallardaki 4 kişi daha kurtarılıyor. Çıldırıp serap görenlerse yarı yolda kendilerini denize bırakıyor. Yüzenlerden bazıları köpekbalıklarından kaçamıyor. Faciada 168 kişi hayatını kaybediyor. İzzet Kaptan ve Zeki Yarbay ise gemiyi terk etmeyerek Akdeniz’de şehit düşüyorlar. Kurtulanların yaşadığı sarsıntı hepsinde hayat boyu silinmeyen derin izler bırakıyor.
SARSICI ETKİLER
Refah şilebinin batırılması tüm ülkede büyük üzüntüye yol açtı. Olay, Meclis’e taşındı. Milli Savunma ve Ulaştırma bakanları hakkında bir soruşturma komisyonu açılma talepleriyse Recep Peker’in karşıt duruşuyla reddedildi. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak da olayı duyar duymaz soruşturma açtırdı. İlgili idari görevliler de soruşturmalarda suçsuz bulundular. Üstelik II.Dünya Savaşı’nın bu karışık ortamında geminin batırılmasını hiç bir ülke üstlenmedi! İngilizler Almanları, Almanlar İngilizleri suçladılar. Yani yokluklar ülkesinde, büyük fedakarlıklarla yetiştirilen değerli subaylar Akdeniz’de kim vurduya gitti!
KİM BATIRDI?