Paylaş
Restorasyonu üç yılda tamamlanan Ortaköy Camii’ni geçtiğimiz Cuma günü törenle yeniden ibadete açtı. Cuma namazını Başbakan ve Diyanet İşleri Başkanı’yla birlikte kılan halk, camiye sığmadığı için Ortaköy meydanını kullanmak zorunda kaldı. Sultan Abdülmecid döneminde 1854’te inşa edilen Boğaz’ın bu zarif camisinin mimarı Nigoğos Balyan. Eski adı “Büyük Mecidiye” olan Ortaköy Camii’nin çok az bilinen bir özelliği var. Ne olduğunu öğrenmek için öncelikle günümüzden 1370 yıl geriye gitmeliyiz, İslam tarihini sarsan suikastlere...
644 yılında, İslam’ın ikinci halifesi Ömer bin Hattab, Medine’de Mescid-i Nebevî’de cemaate sabah namazını kıldırdığı sırada bıçaklı bir saldırıya uğradı ve hayatını kaybetti. Dördüncü halife Hz.Ali de mescidde ibadet ederken uğradığı bir suikast sonucunda vefat etti. Onların ardından ise Emevî devri başlayacaktı. Yani, halifeliğin babadan oğula geçtiği klasik saltanat düzeni... Bu dönem aynı zamanda İslam mimarisinde farklı bir anlayışın başlangıcıydı. Sadelik ve tevazu üzerine kurulu olan mescitlerin yerini, antik Ortadoğu tapınaklarının uzantısı, gösterişli ibadethaneler alıyordu: Yüksek kubbeler, süslemeler, minareler camilerin temel özelliği oluvermişti. Sultan halifeler, ilk dört halifeden üçünün paylaştığı akıbete, yani suikaste uğramaktan çekindikleri için işte bu gösterişli camilerde kendilerine özel namaz yerleri yaptırmaya başladılar. Bu, halifelerin hem sembolik, hem de fizikî anlamda cemaatten uzaklaşmasının başlangıcıydı. Hükümdarlar giderek saraylarına çekildiler; sadece Cuma ve bayram namazlarını halkla birlikte kıldılar.
Sultanlar için camilerde ayrılan bölümler, zamanla “hünkar mahfili” adını aldı. Selçuklu döneminde genellikle ahşaptan yapılırken Osmanlı mimarisinde, hele de sultanın Cuma namazı kıldığı camilerde güçlü bir karakter kazandı. Halkla aynı seviyede değil de asma katta namaz kılan padişahların maiyeti arttıkça hünkar mahfili yetmiyor; “büyük adamlara” daha büyük mekanlar gerekiyordu. Öyle ki, 19.yüzyıla gelindiğinde hünkar mahfilleri caminin dışına doğru taşıyor, neredeyse ayrık mekanlar haline dönüşüyorlardı. Üstelik camilerin ana kütlesi -şu ya da bu şekilde- klasik mimarinin devamıyken, hünkar mahfillerinin dış cepheleri Batı etkisine daha açıktı.
İşte Ortaköy Camii, İslam-Osmanlı mimarisinde az bilinen, ama sembolik önemi büyük olan bu sürecin doruk noktasıdır. Bugün Ortaköy’e boğazdan bakan herkes rahatlıkla görebilir. Denize doğrudan açılan hünkar mahfili, caminin yanında adeta kendi başına bir mekandır. Caminin kubbe yüksekliği sakın sizi yanıltmasın. İki katlı mahfilin kullanım alanı, cemaatin asıl namaz alanını aşacak hale gelmiştir. İktidar ve yöneticilerin tabandaki ağırlığı, halkın kapladığı alanla yarışmaktadır. Hükümdarın yeri, “Allah’ın yeryüzündeki evi”nin en büyük parçasıdır artık. İşin ilginç yanı, bu simgesel gösteriye Cuma selamlığı geleneklerinin eşlik etmesidir: Padişahlar camiden dışarı çıktığında bir grup “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye bağırırken, bir grup da “padişahım çok yaşa, padişahım çok yaşa!” diye haykırıyordu. 1876 yılında Sultan Abdülaziz’in Cuma namazını Ortaköy Camii’nde kıldıktan bir kaç gün sonra tahttan zorla indirilmesi, bu iki karşıt tezahüratın en açık yansıması değil mi?
Tarihi mekanları yaşatmak, binaları restore etmek çok yerinde bir tutum. Bununla beraber o binaların taşıdıkları sembolik anlamları gözden geçirip, gerektiğinde kavramları da restore etmekte büyük yarar var...
Paylaş