1.PERDE: KERBELA
Kapanmayan bir yaradır: İçinde bulunduğumuz Aşure gününde, yani 10 Muharrem'de Hz. Hüseyin ve 70 arkadaşı Kerbela'da şehit edilir. Meselenin özü, Mekke aristokrasinin iktidarı "geri alma" mücadelesidir. Fetihlerle iyice zenginleşen üst sınıfların, Hz.Muhammed'in getirdiği "tehlikeli" toplum idealinden rövanşıdır adeta. Çünkü bu ideale göre, bencilce biriktirmenin yerini düzenli paylaşım ve iş ahlakı almalı; sınıfsal üstünlük değil, kişisel "edep" esas olmalıdır. Ne var ki Emevîlerin Kerbela'da perçinlenen acımasız saltanat yürüyüşü, tüm bu ideallere baskın çıkar. Hem de 50 yıldan kısa bir sürede. Bu yönelimin uzun vadeli etkileriyse derin olacaktır.
2.PERDE: BİLECİK - EREĞLİ
Elbette Müslüman toplumlarda saltanatın gücü karşısında insanı savunan çok sayıda isim vardı. Örneğin, Şeyh Edebalı'nın Osman Gazi'ye o -muhtemel- nasihati bile, bu yönde bir çaba olarak okunabilir: "Devleti yaşat ki, insan yaşasın". Ne var ki, beylikten dev bir imparatorluğa evrilirken bu ideal, hakkıyla yerine getirilemez. Örneğin devlet hizmeti için tarımda ve büyük inşaatlarda zorunlu çalıştırmaya, yani angaryaya rastlamak mümkündür. Yeterli işgücü bulunamadığında yöre halkı, maden işçisi olmak zorunda kalabilirdi. Yine de en azından vergiden muaf tutulurlardı. 1861, 1867 ve 1869'da yayınlanan nizamnamelerde -Ereğli başta olmak üzere- madenlerde zorunlu çalıştırma yasaklandı. 19.Yüzyıldaki bu değişimin ardındaysa Avrupa'daki gelişmeler yatar.
3.PERDE: PARİS, 1848
Avrupa'da Sanayi Devrimi sonucunda oluşan tepkiler, sosyalist fikirler ve sendika hareketi olmasaydı, işçi haklarında iyileşme bir hayal olarak kalabilirdi. "Dünyanın tüm çalışanları" Batı'da sonuç alan bu mücadeleye çok şey borçlu. Öte yandan iş güvenliği ve çalışan sağlığındaki en somut gelişmeler, sosyalist devletlerden değil kapitalist ülkelerden geldi! Örneğin, ABD'de Ulusal İş Güvenliği Konseyi 1916'da kurulmuş, "önce güvenlik" sloganıyla 1920'lerden itibaren ilerleme sağlanmıştı. (Komünist parti tarafından yönetilen Çin Halk Cumhuriyeti, günümüzde ölümlü maden kazalarında Türkiye ile yarışabilen tek ülke!) Ama aynı kapitalist ülkeler, ucuz üretim yaptıkları başka ülkelerde iş güvenliğinde çok da titiz davranmadılar.
HAYVANLARIN TAKVİMİ
"Bir Türk hakanı kendinden önceki bir savaşı öğrenmek ister. O savaşın yapıldığı yıl hakkında yanılırlar. Bunun üzerine Hakan ulusuna danışır ve kurultayda “Biz bu tarihte nasıl yanıldıksa bizden sonra gelecek olanlar da yanılacaklardır; öyle ise, biz şimdi göğün on iki burcu ve on iki ay sayısınca her yıla birer ad koyalım; sayılarımızı bu yılların geçmesiyle anlayalım; bu aramızda unutulmaz bir hatırlatıcı olarak kalsın” der. Ulus hakanın önergesini onaylar. Bunun üzerine Hakan, yaban hayvanlarının ırmağa doğru sürülmesini emreder. Suyu geçen her hayvanın ismi sırasıyla bir yıla ad olarak takılır." Kaşgarlı Mahmut, Divan-u Lügati't Türk'te, Türklerin İslamiyet'ten önce kullandıkları 12 hayvanlı takvimin doğuşunu bu destansı hikayeyle anlatır. Bu takvimde dünyanın ömrü 3.6 milyar yıldır. 12 yıl 1 devir; 1 yıl 12 aydır. Her yıl bir hayvan adı taşır: Sıçan,Öküz, Pars, Tavşan, Ejderha/Timsah, Yılan, At, Koyun, Maymun, Tavuk, Köpek, Domuz. Devre tamamlandıktan sonra, yeniden on ikili devre başlar. İslamiyet'in kabulüyle Hicri takvime geçtikten sonra bile bu takvimden hareketle yıllara hayvan ismi verme geleneği hemen kaybolmadı. Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın 1757 tarihli Marifetname'si ve müneccimbaşı takvimleri de bu Oniki Hayvanlı takvimden söz eder.
AYRILIĞIN VE UMUDUN TAKVİMİ
'Hicrî', hicretle ilgili olan demek. Bu takvimin başlangıcı, Hz.Muhammed'in doğduğu kentten zorunlu ve hüzünlü ayrılığının, yani hicretin yılıdır. Diğer bir deyişle 'hicran'ın başlangıcıdır. Öte yandan bu yolculuk, baskı nedeniyle yurdundan ayrılmak zorunda kalanların, yani 'muhacir'in umut yılıdır. Daha medeni ve daha adil bir toplum umudunu taşır yeni takvim. Takvimin başlangıç yılı Hz.Ömer devrinde kararlaştırılır. Güneş takvimine göre ayların her yıl 10 gün geriye gitmesi nedeniyle Hicrî takvim gündelik yaşamda tekrarlanma yerine hareketliliği getirir.
ÖMER HAYYAM'LI TAKVİM
Hicrî takvimin devlet ve maliye işlerine getirdiği devir farklılıklarını ortadan kaldırmak için Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, bir güneş takvimi hazırlanması emrini verir. Takvimi hazırlayan uzmanlar heyetinin bir üyesi de ünlü şair Ömer Hayyam'dır. İran'da 1925'e kadar kullanılan bu takvime ön adı Celaleddin olan Melikşah'a izafeten "Celalî takvimi" denir.
Bu sözleri duyunca aklıma benzer düşünceler dile getiren meşhur isimler geldi.
KORKUNÇ TÜRK
Batının yüzyıllara dayanan Türk korkusunu bilmeyen yoktur. 1500'lerde Avrupa genelinde ikibini aşkın kitapta Türklerden söz ediliyordu! Çoğunlukla karşıtlığı simgeleyen "korkunç Türk", bazen de düşünürlerin ideallerine anti-tez sunmak için kullandıkları bir araçtı.
Örneğin Bilimsel Devrim'in öncülerinden Francis Bacon'ın 1622'de yazdığına göre Türkler, "ahlak yoksunu, eğitimi, sanatı ya da bilimi olmayan; toprağın genişliğini ya da günün zamanını bile ölçmekte zorlanan" acımasız insanlardı! Bacon, belli ki Osmanlı'nın ayrıntılı tapu-tahrir defterlerinden de, Takîyüddin'in 16.yüzyıldaki incelikli saat tasarımlarından da haberdar değildi. (Sanat konusuna hiç girmeyelim!)
'Kuvvetler ayrımı' ilkesini ortaya koyan Montesquieu, 1748'de Osmanlı'nın, yani "Doğu tiranlığı"nın kanunlardan bîhaber şekilde yönetildiğini yazmıştı. Bu etkili düşünürün Osmanlı kanunnamelerinden, fermanlarından ya da ayrıntılı fetva kitaplarından 'bîhaber' olduğunu anlamak zor değil.
Oysa Diyarbakır cezaevinde bir yıl, mahkumlar ve yakınları için bir asır gibidir. Bir dağ karakolunda eli tetikte, her gün çatışma bekleyen erler ve aileleri için bir yıl geçmek bilmez. Ya da yakılan bir binada mahsur kaldığınız çeyrek saat hayatınızdan yıllar götürür. Dolayısıyla kitleler, uzun vadeyi değil kişisel deneyimlerini ve güncel olayları esas alır. Ne var ki günübirlik kararlarla, anlık pozisyonlarla, küçük pazarlıklarla tarihe olumlu yön vermek mümkün değil. Gelin, biz ülkeyi yangın yerine çeviren, iç karartıcı geçen haftaya değil de, Kürtlerin Türklerle birlikte geçirdiği 1000 yıla uzanalım. Bakalım geçmiş, gelecek için neler söylüyor?
HANGİ GÖZLÜKLE BAKARSANIZ...
Kürt milliyetçisi gözlüğüyle tarihe bakarsanız daima Türkler tarafından boyunduruk altında tutulan bir "Kürt halkı" görürsünüz. Bu yoruma göre Kürtler yüzyıllardır ne zaman 'özgürlük' isteseler bastırılmış, ezilmişlerdir. Oysa bu "denetim/baskı/isyan/çatışma" sarmalının izlerini 19.Yüzyıl öncesinde bulmak çok zor. Aksine, tarih bize Kürtlerin Türklerle ittifakı, kendi çıkarları doğrultusunda tercih ettiğini gösteriyor. Bir "Kürt-Türk-Arap ortak yapımı" sayılabilecek Selahaddin Eyyubî'nin Ortadoğu'yu nasıl değiştirdiğini hatırlayalım. Hiç şüphesiz taraf seçip ittifak kurabilmek, ezilenlere değil güç sahiplerine özgüdür. Bu doğrultuda Selçuklu, Artuklu, Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Osmanlıların Kürtlerle birlikteliği sadece askerî güç dengesiyle değil, aynı zamanda Kürtlerin tercihleriyle ilişkilidir. Nitekim Kürtler anlaşamadıkları idarelerle (örneğin Akkoyunlularla) savaşmaktan geri kalmamışlardır. Bunun tersi ise 16.Yüzyıl'da yaşandı. Şah İsmail'in yükselişi, Kürtlerin bölgedeki pozisyonlarını ciddi biçimde sarsmıştı. Bu çalkantılı dönemde Safevilere karşı Osmanlı tarafında olmayı seçen Kürtlerdir. Bu bilinçli hamle, Kürt devlet adamı İdris-i Bitlisî'nin önderliğinde kurulan ve 300 yıldan fazla süren Türk-Kürt ittifakının temelini oluşturdu. Hatta Anadolu'nun idari bütünleşmesinde rol oynadı. (Bazı Kürtler ve Alevilerce bu ittifak ihanet, İdris-i Bitlisî de hain olarak görülecektir.)
KAZANIM DÖNEMİ
300 yılda olup bitenleri bir kaç cümleye sığdırmak mümkün değil elbette. Yine de şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bu uzun dönemde Kürtler, hem Anadolu'da ve Ortadoğu'da yayılıp rahat hareket etme, hem de güvenli ticaret yolları sayesinde gelirlerini arttırma olanağına kavuştular. Kent hayatının, eğitimin, tarım ve hayvancılığın uzun barış dönemlerinde iyileştiğini unutmayalım. Ayrıca Kürtler, sadece kendi bölgelerinde değil Osmanlı idaresinde üstlendikleri görevlerle de etkili oldular; güç kazandılar. İstanbul, Tebriz ve Bağdat arasındaki (ya da Ahmed-i Hânî'nin dizeleriyle "Rom, Acem ve Arap" arasındaki) bin yıllık kırılgan fay hattında yaşayan bir halk için bu kazanımlar azımsanamaz. Elbette her şey toz pembe değildi ve Kürt beyleri Osmanlı merkez idaresine zaman zaman ayaklandı. Ancak bunların çoğu 'ezilenler' değil daha fazla güç isteyen yerel liderlerdi. Dolayısıyla Kürt coğrafyası, Osmanlı yönetimi için uzun yıllar nispeten güvenli bir bölgeydi denebilir. Ta ki imparatorluk parçalanma sürecine girinceye kadar...
JEOPOLİTİK MECBURİYETLER
Bu satırlar Ocak 1950'de, Resimli Tarih Mecmuası'nın "Birinci sayımıza başlarken" adlı tanıtım yazısında yer alır. Yazıdaki "yolumuzun, muvaffakiyet yolu olması okuyucularımızın elindedir" ifadesinin karşılık bulduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Resimli Tarih Mecmuası, Türkçe popüler tarih dergileri arasında satış başarısıyla öne çıkar. Elbette ona "muvaffakiyet yolu"nu açan öncü dergiler, öncü isimler vardı.
TARİH DERGİLERİNİN TARİHİ
II.Meşrutiyet, basın-yayın önündeki pek çok yasağın kalkmasını sağlarken dergi ve gazetelerin sayısında 'patlama' yaşanıyordu. Tarihe meraklı Sultan Reşad'ın himayesinde kurulan Tarih-i Osmanî Encümeni, 1910 yılından itibaren kendi adını taşıyan ciddi bir tarih 'mecmuası' çıkarmaya başladı. Derginin en önemli yazarlarından biri tarihin kitleselleşmesinde büyük rol oynayan Ahmet Refik (Altınay)'dı. 1918-1922 arasında ise Ali Emirî Efendi (Milli Kütüphane'nin kurucusu ve Divan-ı Lügat-it Türk'ü gün ışığına çıkaran isim), kişisel çabasıyla Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası'nı yayınlar. 'Gelecekte yazılacak olan Osmanlı tarihlerine temel oluşturmak gayesiyle', toplamda 36 sayı çıkan bu dergideki şu dizeler manidardır:
"Ettik s¸eref-i hizmet-i ecda^dı fera^mu^s¸
İNANCIN DAMITILMIŞ KOKUSU VE AL-KUHL
Koku, pek çok inanışta kutsallığın ve kutsal mekanların habercisidir. Bilge Kağan yazıtından, sandal ağacı (çıntan ağacı) kokusunun çok eski devirlerde Orta Asya Türklerince kutsal törenlerde kullanıldığını biliyoruz*. Rivayete göre eski zamanlarda, sakinleştirici kokusuyla ünlü öd ağacından beşikler yapılırdı. Hz.Muhammed’in de bebekken böyle bir beşikte uyuduğu söylenir. İşte o peygamber, kendisine bu dünyada sevdirilen üç şeyden biri olarak 'güzel koku'yu sayar. Peygambere atfedilen simge (rumuz) ise güldür. Nitekim kuşaktan kuşağa anltılan hikayelerde Selahaddin Eyyûbi, 1187’de Kudüs’ü Haçlılardan geri aldığında Mescid-ül Aksa'nın her yerini gül suyuyla yıkatmıştır. Yani kutsal mekan, sürülmesi sünnet sayılan güzel kokuyla temizlenmiş, manen arınmıştır. Böylesine değer verilen ve şifa kaynağı olduğuna inanılan gülün suyunu damıtmayı başaranlar da ortaçağın Müslüman alimleriydi. Cabir ibn Hayyan ve El-Kındî'yi izleyen büyük hekim İbni Sina, bir damıtma (distilasyon) tekniği icat etti. İlkeleri halen geçerli olan bu esans çıkarma tekniği, damıtılmış alkol elde etmenin de öncüsüdür. Nitekim Arapça'da göze çekilen sürme anlamındaki 'al-kuhl', parfüm yapımında kullanılan imbiğin Avrupalılara geçmesiyle 'alkol'e dönüştü! Bu dönüşüm, ilerleyen devirlerde Avrupa'da çok daha ucuz olan alkollü parfümlerin (ve tabii distile içkilerin) üretilmesiyle sonuçlanacaktır.
DOĞUMDAN ÖLÜME GÜZEL KOKMAK
Avrupa, bedenlerindeki ve giysilerindeki kötü kokuları parfümle perdelemeye çalışırken Osmanlı’da güzel koku hayatın her alanında kendini belli eden bir kültürdü. Itriyat erbabı attarlar, İstanbul esnafı içinde önemli bir yer tutuyordu. Gül başta olmak üzere, yasemin, menekşe, nergis, zambak, reyhan, karanfil, misk, amber, öd ağacı, kâfur ve sandal ağacı gözde kokulardı. Sarayların, konakların, camilerin, dergahların, özel kabirlerin; sandukaların, takıların, tespihlerin ve tabii giyeceklerin güzel kokmasına özen gösterilirdi. Mutfak sanatında yemeklerin, tatlıların ve içeceklerin hoş kokması esastı. Her yere yayılan güzel kokular elbette insan bedeninde kendine yer buluyordu. Saça, sakala, tene sürülen güzel kokular, yıkanma suyunun ayrılmaz unsuruydu. Hatta bazı camilerde şadırvanların suyuna koku eklenirdi. İngiliz elçisi Sir Edward Burton'un 1593'te hayretle gözlemlediği üzere yemekten sonra eller, "buhur suyu" denilen güzel kokan bir suyla yıkanıyordu. Yalnızca seçkinlerin erişebildiği bu kokunun terkibi, Topkapı Sarayı'nda geliştirilmişti.
OSMANLI'NIN AROMATERAPİSİKokuya bu kadar düşkün bir medeniyetin, onun sağaltıcı etkisinden -ya da günümüz tabiriyle aromaterapiden- yararlanmaması düşünülemezdi elbette. Bu arada kötü kokuların hastalık teşhisindeki rolü de biliniyordu. Örneğin Celalüddin Hızır Hacı Paşa, 1400'lerin başında kaleme aldığı "Teshîl" adlı eserinde, teşhis için sidik kabındaki (kârûre) kötü kokuya ve değişikliklere dikkat edilmesini tenbihler. Klasik Osmanlı ilaçlarının önemli bölümü vücuda sürülen bitkisel yağlardı. Elbette bu yağlar sadece vücuda işlemekle kalmıyor hastaya güçlü bir koku terapisi de sağlıyordu. Mesela İshak bin Murad'ın, "Edviye-i Müfrede"de belirttiğine göre 'uykusuzluk illeti'nin "ilacı oldur ki (hastanın) başına papadye (papatya) ve badam yağın dürteler". Pek çok tıp kitabında lohusalara, hastalıktan yeni kalkanlara ve "başı ağrıdığı halde gönlü dönenlere" hoş kokulu nesneleri koklamaları tavsiye edilmiştir. Amber kan yaparken, menekşe kokusu solunum rahatsızlıklarına, yasemin koklamaksa kılıç yarasına iyi gelir. "Tuhfe-i Muradi"den öğrendiğimiz kadarıyla misk "dimağı kuvvetlendürür" ve soğuk algınlığını önler. Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın meşhur "Marifetname"sinde gül, "ateşli baş ağrısını geçirir, baygınlığa faydası vardır". İbn-i Sina'ya göre gül kokusu "ruha hitap eder ve rahatlatma etkisi vardır. Hızlı atan kalplerde çok yararlıdır". Bu doğrultuda gül kokusu, Osmanlı'da ruhsal hastalıkların tedavisinde kullanılmıştır. Bimarhanelerde zihinsel rahatsızlıklar, güzel kokuyla tedavi edilirken beraberinde daima uygun makamlarda "canlı" çalınan musıkî oluyordu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yitirilen topraklarıyla ilgili duygusal anlatımlardan Cumhuriyet sonrasında bilinçli olarak uzak durulmuştur. Kendi sınırları içinde "ileriye bakan bir ülke" olmayı hedefleyen yeni rejim, Balkanlar'da yaşanan acılara, kaybedilenlere siyasal söylemde doğrudan yer vermez. Yönetim, yaşanan acıları dramatize etmekten, "ajitasyon"dan kaçınır. Diğer bir deyişle genç Türkiye Cumhuriyeti, Balkanların intikamı peşinde koşmaz.
BİR DOĞRU, BİR YANLIŞ
Bu, nice felaketin yaşandığı Balkanlar'a uzun bir aradan sonra barış getirmek için çok doğru bir yaklaşımdı. Ancak "yakın geçmişi kaşımaktan uzak duran" bu tavır, bir süre sonra bazı algı sorunlarına yol açtı. Sonraki kuşaklar, -özellikle 80'lerde doğanlar- yurtdışından esen propaganda rüzgarının bir sonucu olarak "Türklerin Anadolu'da yaptığı katliamlar(!)" üzerine pek çok yayınla karşılaştılar. Onlara tarih derslerinde hiç anlatılmamış olaylar duyuyorlardı. Ancak duymadıkları sadece "o olaylar" değildi. Türklerin-Müslümanların, 100 yıl boyunca uğradığı kıyımlardan da haberdar değillerdi. Dedelerinin başına gelenler sadece "suçlamalara karşı, karşı suçlama" olarak hatırlanıyordu. Oysa tarihte olup bitenleri "kim kimi ne kadar kesti?" gözlüğüyle değil, "o gün insanlık, nasıl insanlıktan çıktı?" sorusuna bir cevap olarak incelemeliyiz. "Onlardan şu kadar, bizden bu kadar" diye ölenler üzerinden kar-zarar hesabı yapmaya değil, "hangi koşullar, hangi tavırlar insanları insanlıktan çıkarıyor?" sorusunun yanıtını bulmaya çalışmalıyız. Çünkü vahşetin dini, ırkı, milliyeti, dili, cinsiyeti, yaşı olmaz. Bu anlayışı kabullenmedikçe her katliam için eninde sonunda "mantıklı bir açıklama" bulabilir, yapılanlara hak verebilirsiniz.
KATLİAMLARDAN BİR BAŞKA KATLİAM
Bu gözle baktığımızda, 23 Eylül 1821'de bağımsızlıkçı Yunan milislerin Tripolitsa (Tripoliçe, günümüzde Mora yarımadasındaki Tripolis) kentini ele geçirdiklerinde yaptıklarını da hatırlamalıyız. Şehri ele geçiren isyancılar sadece askerleri değil, sayıları 15.000'i bulan (kimilerine göre 30.000) Türkleri, Arnavutları ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler. Batılı görgü tanıkları uygulanan vahşeti ayrıntılı olarak anlatır. Yapılanlar sadece cinayetle sınırlı değildi: İnsanlar kulelerden atıldı, kuyulara dolduruldu, hamile kadınlar ve çocuklar işkenceyle öldürüldü... Bu açıkça bir mezalimdi ve tüm bunlar sadece bir kaç gün içinde oldu.
“Eşsiz araçlar yapmış, onları gücünle işler duruma getirmişsin. Seni yoran ve kusursuz biçimde inşa ettiğin bu şeyler kaybolup gitmesin. Benim için icat ettiğin bu araçları bir araya toplayan ve her birinden ve resimlerinden seçmeleri kapsayan bir kitap yazmanı istiyorum.” Eğer ileri görüşlü Artuklu Beyi Salih Nasreddin Mahmud, 800 yıl önce bu talimatı vermeseydi, mekanik-robotik alanının deha ismi El-Cezerî’nin çalışmalarından hiçbir zaman haberdar olmayabilirdik. Neyse ki El-Cezerî, “onun önerisini kabul ettim… Gücümü topladım ve bu satırları kaleme aldım” der. Böylece ‘ince teknoloji’yle ilgili en eski kitaplardan biri olan “Makine Yapımında Yararlı Bilgiler ve Uygulamalar Hakkında” ortaya çıkar.
EL-CEZERÎ’NİN MEMLEKETİNDE
Bana El-Cezerî’yi hatırlatan, geçtiğimiz hafta ekonomi sayfalarında yayınlanan bir haber oldu. Haberde “teknoloji marketi zinciri TeknoSA, Şırnak - Cizre’de açtığı mağazayla Türkiye’nin 81 iline ulaştı” deniyordu. Benim asıl ilgimi çekense, açılışta El-Cezerî’yle ilgili interaktif bir tanıtıma da yer verilmesiydi. Gerçekten de Cizre, robot teknolojilerinin öncülerinden kabul edilen El-Cezerî’nin memleketidir. Yani ileri teknoloji, önemli gelişme gösterdiği topraklara 800 yıllık uzun bir yolculuktan sonra -mağaza vitrinlerinde- dönmüş oldu adeta! Bugün Cizre’yi ileri teknolojiyle birlikte anmak bize garip gelebilir. Ancak Ortaçağ’da, İslam medeniyetinin o parlak devrinde durum hiç de böyle değildi. En incelikli buluşlar, en yeni uygulamalar Ortadoğu’dan çıkıyordu.
KENDİSİ SIR, BAŞARISI AŞİKAR
El-Cezerî’nin hayatı hakkında çok kısıtlı bilgiye sahibiz. 1136 yılında Cizre’de doğan bu büyük mühendis - teknisyen - mucitin tam adı, Ebu’l-İzz İsmail bin er-Rezzaz. Bir Oğuz Türkmen Beyliği olan ve Mardin, Hasankeyf, Diyarbakır çevresinde hüküm süren Artuklu hükümdarlarına 25 yıl hizmet verdi. El-Cezerî, klasik anlamda bir bilim adamı olmasa da hava-boşluk ve denge konusunda antik Yunan’dan itibaren yazılmış bilgilere, Arşimed prensiplerine ve Hintli ustaların çalışmalarına vakıftır. Kitabü’l-Hiyel’in yazarı Ahmet bin Musa (Benu Musa Kardeşler) başta olmak üzere kendinden öncekilerin çalışmalarını incelediğini belirtirken, getirdiği yenilikler için “bunu ilk yapan olduğumu bilmiyordum” diyerek dürüstlüğünü ve tevazuunu ortaya koyar. Onu bilim tarihindeki pek çok isimden ayıransa kitabındaki tüm özgün tasarımların çalışır olmasıdır. Arayışlarına deneme yanılma yöntemiyle başarılı oluncaya kadar devam etmiştir. Ne de olsa ‘uygulamaya geçirilmeyen teknik bilimler doğru ile yanlış arasında kalacaktır’.
OTOMATLARDAN İLK ROBOTLARA
El-Cezerî, birbirinden ilginç çalışmalarıyla bugün kullandığımız mekanizmaların gelişimine önemli katkılar sağladı: Özel su saatleri, fıskiyeler, uzak noktalara su taşıma düzenekleri, kuyulardan su çekme mekanizmaları, içecek otomatları, el yıkama ve abdest alma makinesi, kan alma cihazları, robotik müzik aletleri gibi sıra dışı cihazlar geliştirdi. Özel kilitler, hassas kefeler, pompalar ve yenilikçi mekanik aksamın yanı sıra Artuklu Sarayı’nın “yarı-otomatik” kapısını tasarladı. Geliştirdiği tekniklerle döneminin doruk noktasına ulaştı. Hatta kimi araştırmacılara göre Batı’ya ulaşan kitabı aracılığıyla Leonardo da Vinci gibi isimlere ilham verdi. Bazı bilim tarihçileriyse bu olasılığa temkinli yaklaşırlar. Kesin olansa El-Cezerî’nin mekaniğin ve robotik teknolojilerin temel doğrularına, Batı’da yaygın kullanımına geçmeden yüzyıllar önce erişmiş olduğudur.
TEKNOLOJİNİN DİLİ