İhsanoğlu mu, İslamcı-oğlu mu?

Ekmeleddin İhsanoğlu’nu değerlendirmeden önce DYP’nin 93 kongresine, oradan Amerikan Devrimi’ne uğrayalım.

Haberin Devamı

13 Haziran 1993’te hayatımın en keyifli anlarından birini yaşıyordum. “Benim”le aynı üniversitede okumuş, akademisyen, üç-beş mahalle ötemde yaşayan, ortak değerleri paylaştığımı düşündüğüm, Türkiye için genç sayılacak yaştaki bir kadın siyasetçi, partisinin genel başkanı seçilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı oluyordu. Ama kısa bir süre sonra bu sevincim yerini büyük bir hayal kırıklığına bıraktı.



TERS KÖŞE


Geçtiğimiz hafta da, pek çok kişiye hayal kırıklığı yaşattı: CHP-MHP, ortak cumhurbaşkanı adayı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu duyurdu. CHP-MHP seçmeni için ilk soru işareti İhsanoğlu’nun sıra dışı aile geçmişiydi. Babası Yozgatlı İhsan Efendi, Cumhuriyet ilan edildikten bir yıl sonra 22 yaşındayken İslamî ilimler eğitimi için Mısır’daki El-Ezher Medresesi’ne gitmiş ve hayatının geri kalanını burada, İslamcı kimliğiyle tanınan isimlerle yan yana geçirmişti. Mısır’da doğan İhsanoğlu, Türkiye’deki akademik kariyerini İslam-Osmanlı tarihi üzerine yapmıştı. Üstelik AK Parti iktidarının onayıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam ülkeleriyle ilişkilerinde aktif rol üstlenmiş biriydi. Bu özellikleriyle İhsanoğlu, adeta AK Parti’nin adayı olmalıymış gibi görünüyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın karşısına “Atatürkçü / laik, milliyetçi” bir aday çıkmasını bekleyen seçmen için sonuç: Hayal kırıklığı.

Haberin Devamı



DERİN SORULAR



Oysa Cumhurbaşkanlığı seçimine dair tüm taktik hesapları, stratejileri bir kenara bırakıp üzerine gitmemiz, sorgulamamız gerekenler tam da burada yatıyor: Atatürkçü laiklik, dini ve dindarlığı dışlar mı? Dindar bir insan, laik ve samimi bir demokrat olabilir mi? Gelin çıtayı yükseltip, soruyu daha da zorlaştıralım: Dindar bir Sünnî Müslüman, dindar olmayanları veya Alevileri temsil edebilir mi? Ya da tam tersi: Dindar olmayan birisi veya bir Alevi, dindarları veya Sünnî seçmenleri temsil edebilir mi? Bu soruların temelinde siyasetin “kimlikler ve etiketler üzerine mi”, yoksa “idealler ve ilkeler üzerine mi” inşa edileceği meselesi var. Üstüne üstlük bu, insanlığın yüzyıllardır çözmeye çalıştığı, köklü bir mesele...

Haberin Devamı



İDEALLERDEN GERÇEĞE



1787 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin anayasası yayınlandığında, “biz halk olarak” ifadesiyle tüm vatandaşları eşit kabul eden, kraliçesiz, aristokratsız yeni bir yönetim biçimini tarif ediyordu. Ancak bu idealist devlette bile zenciler/köleler 1868’e kadar vatandaşlık haklarına tam olarak kavuşamadılar. Asyalılar 1898’den itibaren kabul edildiler. Kadınlarsa, 1919’a kadar seçme ve seçilme haklarından yoksun “eksik vatandaşlar”dı. Bu yasal hakların, gündelik yaşamdaki gerçek haklara dönüşmesi için 1960’ların sonlarını beklemek gerekecekti. Barrack Hussein Obama, ABD’nin 44. başkanı olduğundaysa takvimler 2009’u gösteriyordu. Obama, ABD vatandaşı bile olmayan, Afrika kökenli, Müslüman bir babanın oğlu. Gelin görün ki bunlar ilk zamanlarda konuşulsa da, bugün Obama’nın ne babasının, ne aile geçmişinin, ne ten renginin, yani kısacası “aidiyeti”nin bir önemi kalmadı. Önemli olan Başkan’ın politikaları ve kararları. Ki bu kararlar sadece ona oy verenleri değil tüm vatandaşları kapsıyor. Tabii Başkan da sadece ona oy verenleri değil herkesi temsil ediyor.

Haberin Devamı

Bir “idealler devleti” olarak kurulan ABD’de bile aidiyet siyaseti 200 yıllık uzun bir süreçte adım adım yumuşadı. Ama sonuçta kuruluşta belirlenen idealler, “hayaldi gerçek oldu”. Demokrasinin beşiği İngiltere’de Pakistan, Almanya’da Türk kökenli bir başbakan ya da Fransa’da Senegal asıllı bir Cumhurbaşkanı yakın zamanda seçilecekmiş gibi görünmüyor. Yine de Fransa, bir kaç yıl önce adalet bakanlığını Fas-Cezayir kökenli, üstelik de kadın bir siyasetçiye teslim edebildi. İtalya doğumlu bile olmayan, zenci bir kadın, Cecile Kyenge göçmenlerin topluma entegrasyonundan sorumlu bakanlığa kadar yükseldi. (Tabii bu başarısı, ona mitinglerde muz atılmasına engel olmadı!) Elbette, Batı dünyasının, bu “kendisiyle türdeş olmayanı” siyasete entegrasyon çabası doğaüstü bir erdeme değil, Amerikan İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı ve Faşizm gibi yıkıcı deneyimlere dayanıyor.

Haberin Devamı



KİMİN DEDİĞİ Mİ, NE DEDİĞİ Mİ?



Katı bir kimlik siyasetinin geçmişte Avrupa’yı, günümüzdeyse sınırımızın hemen ötesini ne hale getirdiği ortada. Kendisine benzemeyeni mutlak düşmanı görmek, kendi gibi düşünmeyeni de ihanetle suçlamak coğrafyamızın hastalığı. İşte tam da bu nedenle, karşımıza çıkan/çıkarılan insanları kökenleriyle, etnik, dini, coğrafi aidiyetleriyle değil, fikirleri ve vaatleriyle ölçmek durumundayız. Kendi adıma Ekmeleddin İhsanoğlu adını duyduğumda şaşırırsam da, “benim” ilgi alanımdan birinin, saygın bir Osmanlı tarihçisinin aday olması hoşuma gitti. Ama hemen aklıma 1993’te yaşadıklarım geldi! O yüzden kendime asıl neyi merak etmem gerektiği hatırlattım: Ben, Cumhurbaşkanlığı adaylarının herşeyden önce Türkiye’de giderek artan kutuplaşmayı çözmek için neler yapacaklarını öğrenmek istiyorum. Çünkü kimlik siyasetinin bedeli başka meselelerden çok ama çok daha ağır oluyor.

Yazarın Tüm Yazıları