Paylaş
Osmanlı İmparatorluğu'nun yitirilen topraklarıyla ilgili duygusal anlatımlardan Cumhuriyet sonrasında bilinçli olarak uzak durulmuştur. Kendi sınırları içinde "ileriye bakan bir ülke" olmayı hedefleyen yeni rejim, Balkanlar'da yaşanan acılara, kaybedilenlere siyasal söylemde doğrudan yer vermez. Yönetim, yaşanan acıları dramatize etmekten, "ajitasyon"dan kaçınır. Diğer bir deyişle genç Türkiye Cumhuriyeti, Balkanların intikamı peşinde koşmaz.
BİR DOĞRU, BİR YANLIŞ
Bu, nice felaketin yaşandığı Balkanlar'a uzun bir aradan sonra barış getirmek için çok doğru bir yaklaşımdı. Ancak "yakın geçmişi kaşımaktan uzak duran" bu tavır, bir süre sonra bazı algı sorunlarına yol açtı. Sonraki kuşaklar, -özellikle 80'lerde doğanlar- yurtdışından esen propaganda rüzgarının bir sonucu olarak "Türklerin Anadolu'da yaptığı katliamlar(!)" üzerine pek çok yayınla karşılaştılar. Onlara tarih derslerinde hiç anlatılmamış olaylar duyuyorlardı. Ancak duymadıkları sadece "o olaylar" değildi. Türklerin-Müslümanların, 100 yıl boyunca uğradığı kıyımlardan da haberdar değillerdi. Dedelerinin başına gelenler sadece "suçlamalara karşı, karşı suçlama" olarak hatırlanıyordu. Oysa tarihte olup bitenleri "kim kimi ne kadar kesti?" gözlüğüyle değil, "o gün insanlık, nasıl insanlıktan çıktı?" sorusuna bir cevap olarak incelemeliyiz. "Onlardan şu kadar, bizden bu kadar" diye ölenler üzerinden kar-zarar hesabı yapmaya değil, "hangi koşullar, hangi tavırlar insanları insanlıktan çıkarıyor?" sorusunun yanıtını bulmaya çalışmalıyız. Çünkü vahşetin dini, ırkı, milliyeti, dili, cinsiyeti, yaşı olmaz. Bu anlayışı kabullenmedikçe her katliam için eninde sonunda "mantıklı bir açıklama" bulabilir, yapılanlara hak verebilirsiniz.
KATLİAMLARDAN BİR BAŞKA KATLİAM
Bu gözle baktığımızda, 23 Eylül 1821'de bağımsızlıkçı Yunan milislerin Tripolitsa (Tripoliçe, günümüzde Mora yarımadasındaki Tripolis) kentini ele geçirdiklerinde yaptıklarını da hatırlamalıyız. Şehri ele geçiren isyancılar sadece askerleri değil, sayıları 15.000'i bulan (kimilerine göre 30.000) Türkleri, Arnavutları ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler. Batılı görgü tanıkları uygulanan vahşeti ayrıntılı olarak anlatır. Yapılanlar sadece cinayetle sınırlı değildi: İnsanlar kulelerden atıldı, kuyulara dolduruldu, hamile kadınlar ve çocuklar işkenceyle öldürüldü... Bu açıkça bir mezalimdi ve tüm bunlar sadece bir kaç gün içinde oldu.
HANGİ AKLA UYARAK?
Katliamın arka planında hiç şüphe yok ki "Osmanlı'dan yüzyılların intikamını almak" iddiası vardı. Ancak, bu katliam sonrasında Mora'daki toprak mülkiyetinin tümüyle el değiştirdiği gerçeğini göz ardı edemeyiz. Yani sınıfsal ayrımlar ve mülkiyet savaşı, pek çok katliamda olduğu gibi burada da "dinin kurtuluşu, bir milletin uyanışı, özgürlük ve bağımsızlık" sloganlarıyla iç içeydi.
Tarihteki pek çok katliamın failleri, kendilerini zihinsel olarak "karşı" taraftan tümüyle ayrıştırdığı için öldürdüğü kişileri insan sınıfına koymaz. Hatta kimi katliamlarda kurbanlar o denli aşağılanır ki, kadınlara tecavüz edilmesi dahi ayıplanır! (Toplu katliamların ayrılmaz parçası olan tecavüzcüler adeta zoofil muamelesi görür. Çünkü öldürülenler insan değildir!)
ELİMİZDEN NE GELİR Kİ?
Peki ama durum günümüzde farklı mı? Daha dün Bosna, Ruanda; bugün Suriye, Irak. Dinsel, mezhepsel, etnik/dilsel ayrımcılığın sonu felaket. Kendini diğerlerinden üstün görüp, egemenlik kurma hayallerine kapılmak başka türlü bir felaket. Farklılıkları kaşıyıp, toplulukları birbirine düşürmekse insanlığa karşı işlenen suçların ardındaki gizli canavar. Hepsinin temelindeyse "korku ve nefret söylemi" yatıyor. Şurası açık ki havada uçan kurşunları, düşen bombaları bir başımıza durduramayız. Ama dünyayı değiştirmeye kendimizden başlayabiliriz. Gün boyu yaptığımız konuşmaları zihnimizde kayda alıp dürüstçe dinlediğimizde kendimize çok şaşırabiliriz: Acaba bugün kimlerden nefret ettim, kimleri aşağıladım, kimleri küçük gördüm? Unutmayalım ki, o "küçük" ve "zavallı" görülenler, günün birinde nefret dolu, korkunç katillere dönüşebiliyor. "Ezikler" koşullar değiştiğinde "ezici" olmaktan kaçınmıyor. Kısacası, nefret dolu ifadelerimiz dönüp dolaşıp bize yollarda aç ve susuz kalmış yüzbinlerce mülteci olarak geri dönüyor.
Paylaş