Naci Cem Öncel

Modernist Müslümanlar İstilacılara ve birbirine karşı

22 Mart 2015

Napoléon'un komutasındaki Fransızlar, 1798’de Mısır'ı işgal ettiğinde yanlarında sadece top ve tüfekler değil, bilim adamları ve sanatçılardan oluşan 167 kişilik bir heyet ve 287 ciltlik bir kütüphane vardı. Emperyalizmle birlikte Ortadoğu’da çok farklı bir dönem başlıyordu...

SİNEK VIZILTISININ ÇIKARDIĞI BÜYÜK GÜRÜLTÜ

"Ey Müslümanlar, eğer siz insan değil de sinek olsaydınız, vızıltınız İngilizler'in kulaklarını sağır ederdi.*"
Anlatılanlara göre bu sözler, alim-siyasetçi Cemaleddin Afganî'ye (Efganî de denir, ö.1897) aittir. Afganî, Müslüman coğrafyasının ilk anti-emperyalist seslerindendi.
Ona göre Batı istilasına son vermek için Batı'nın modern düşüncesi ve ilerleme yöntemleri alınmalıdır.
Ama bu atılımla beraber Müslümanlar, İslam'ın özünü de canlandırmalı; hem İslam'a yöneltilen suçlamalara, hem de maddeciliğe karşı dik durmalıdır.


Yazının Devamını Oku

Selefiler

21 Mart 2015
Moğol istilasıyla Şii-Sünni demeden tüm Müslümanlar alevler içinde kalacaktı...

Sonrasında din hükümlerinde ve Kuran ayetlerinde akli yorumlara en kapalı mezhebin, yani Selefiliğin tohumları atıldı.


YAKILAN KİTAPLARIN DUMANI DÖRT BİR YANI KAPLIYORDU...



Yazının Devamını Oku

Bir zalimin mazlumu öldürmesine yardımcı olamam

20 Mart 2015
Sünni-Hanefi mezhebinin İmam-ı Azam’ı, halifenin emirlerine böyle karşı çıkmıştı. Sünnilik, sanıldığı gibi Şiiliğe karşı bir devlet mezhebi olarak doğmadı. Nitekim sultanlar ve ‘Peygamber varisi’ imamlar pek çok kez çatışmıştır.

MESCİDİN YANINDA YAŞAYANLAR NE İŞ YAPIYORDU?

Hicretin ilk yılları...
Mekke’nin en seçkin kabilesi Kureyş’in bazı mensupları Medine’deydi.
Görüşmek üzere geldikleri Resulullah’ın yanında ne Ensar’dan ne de Muhacir’den olan, alt tabakaya ait görünen gençler vardı.
Kureyşli ‘soylu’lar Peygamber’e, o grubu işaret ederek “Onları yanından uzaklaştırırsan İslam’a geçmeyi düşünebiliriz” dediler.
Gelenler Mekke’nin güçlü isimlerindendi...

Yazının Devamını Oku

Asırlardır kapanmayan derin yara: Kerbela

19 Mart 2015
Mezhepler tarihindeki hiçbir olay, Kerbela faciası kadar derin iz bırakmamıştır. Şiatü’l Ali, (Hz. Ali’nin yolundan yürüyenler) kısaca Şii olarak anılsa da Şii kültürünün merkezinde Hz. Hüseyin yer alır.

HZ. HASAN’I KİM ZEHİRLEDİ?

Durumu çok ağırdı...
Herkes onun zehirlendiğine inanıyordu.
Hatta anlatıldığına göre kardeşi Hz. Hüseyin’e:
“Daha önce üç kez zehirlendim ama hiçbiri bunun gibi değildi” demişti.
Üstelik onu zehirleyenin karısı Ca’de binti Eş’as olduğuna inanılıyordu!

Yazının Devamını Oku

1365 yıldır bulunamayan yüzük ve ilk büyük fitne

18 Mart 2015
Peygamber’in vefatından sonraki 30 yılda Müslümanlar Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya uzanan dev bir alana hükmediyorlardı. Ne var ki peygamber yüzüğünün kimin hakkı olduğu tartışması büyük ayrılığın habercisiydi…

YILLAR SONRA, AYNI KUYUNUN BAŞINDA...

Hz. Osman, Medine’nin biraz dışındaki Eris Kuyusu’nun başındaydı...
Bu kuyunun özel bir anlamı vardı onun için.
Yıllar önce, Hz.Muhammed ayaklarını bu kuyuya sarkıtmış otururken yanına sırasıyla Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve kendisi gelmişti.
Peygamber burada, üçüne de cennetle müjdelendiklerini söylemişti.
Üçüncü halife Hz. Osman, şimdi aynı kuyunun başında, aşağıdan gelecek haberi bekliyordu...

HERKES YÜZÜĞÜ BULMAYA ÇALIŞIYOR

Yazının Devamını Oku

Peygamber kendisinden sonra kimi işaret etmişti?

17 Mart 2015
Hz. Muhammed, yazılı bir vâris tayin etmemiş, halifesinin seçimi hakkında açık bir yöntem belirtmemişti. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra ayrışan Müslümanlar, yüzyıllarca süren mezhep savaşlarının temelini atmış oldular…

Hz. Muhammed, yazılı bir vâris tayin etmemiş, halifesinin seçimi hakkında açık bir yöntem belirtmemişti. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra ayrışan Müslümanlar, yüzyıllarca süren mezhep savaşlarının temelini atmış oldular…

BAŞLARKEN

Ortadoğu tam anlamıyla yangın yeri. 1,8 milyon kişi, Türkiye’de sığınmacı. Çatışmalar, topraklarımızdan çıplak gözle izlenecek kadar yakın. Irak’ta IŞİD’in rehin aldığı Musul Konsolosluğu personeli zorlukla kurtarılırken, Suriye’de tehdit altındaki Süleyman Şah Türbesi mecburen nakledildi. Yaşananlar ekonomiyi, güvenliği ve dış ilişkileri doğrudan etkiliyor; taşlar yerinden oynuyor.
Hal böyleyken -meraklısı olmasak bile- Ortadoğu’yu daha iyi tanımaya mecburuz. Hilafet, Şiî, Sünnî, Nusayrî, Dürzî, İhvan, Selefî... nedir, ne değildir bilmeden, olayları doğru analiz etmemiz çok zor. Üstelik güncel siyaset sık sık tarihî olaylara nispetle değerlendiriliyor. Pek çok tartışma bir anda İslam’a, hatta mezhep ayrımlarına bağlanıyor.
Oysa etrafımızda olup bitenleri sadece inanca dayalı (itikadî) bir mücadele sanmak bizi yanlış yerlere götürür. Ortadoğu’da Müslüman grupların birbiriyle savaşması sadece inanç temelli değil. Yaşanan mezhep çatışmalarının tarihten gelen toplumsal, ekonomik, etnik ve kültürel nedenleri var.
Bu yazı dizisi, İslam dini veya mezhep inançları hakkında değil; mezheplerin Ortadoğu’daki iktidar mücadelesi hakkında... (Başlı başına incelenmesi gerektiği için Türkiye’deki mezheplerin tarihi, doğrudan yer almıyor.) Amaç, bilginin kılavuzluğunda bugüne ve yarına ışık tutmak... Gelin, Hicret’in 10. yılından 1400. yılına hızlı bir yolculuk yapalım.

Vakit geceyarısıydı...

Yazının Devamını Oku

Hükümdarların yemeği bazen zehir olurdu

8 Mart 2015
“Size verilen hiç bir öğüne güvenmeyin, yağlı kurabiyeler annenin zehriyle kararıp kaynarlar.

Annen ne verirse versin sana, bırak önce biri bunu ısırsın, ödlek öğretmenin tatsın önce içecekleri.*” Yüzyıllar önce Romalı yazar İuvenalis, Pontus kralı VI.Mithridates’in (M.Ö. 120-63) durumunu bu satırlarla anlatıyordu. Tarih boyunca pek çok hükümdar gibi Mithridates’in babası da verdiği bir ziyafette zehirlenerek öldürülmüştü. Daha da vahimi, babasını zehirleten büyük olasılıkla öz annesiydi! Genç kral bu korkuyla, hayatı boyunca zehir ilmiyle (toksikoloji) ilgilendi. İskit diyarından şamanlar, Hindistan’dan simyacılar getirterek bilgisini arttırdı. Zehirlerin küçük dozlarda ve kontrollü biçimde alınmasının panzehir etkisi yaptığını öğrendi. Zehirlerin etkilerini ölüm cezasına çarptırılmış mahkumlarda gözlemledi. Bulgularını kendi bedeninde deneyecek kadar gözü karaydı. Yemeklerini başkalarına tattırarak değil, zehirlere bağışıklık kazanarak korunabileceğine inanıyordu. Anlatılanlara göre zamanla her türlü zehire karşı dayanıklı, efsanevi bir panzehir geliştirdi. İşin garibi Mithridates son savaşında düşman kılıcıyla ölmek yerine zehir içerek intihar etmeyi denediyse de, düzenli içtiği panzehir bunu önledi! Ölümünün ardından Roma’nın önde gelenleri, 65 farklı bileşenden oluşan meşhur Mithridates panzehirinin gizli formülü peşine düşmüştü.


FATİH SULTAN MEHMET ZEHİRLENDİ Mİ?

Ortaçağ devletleri ise hükümdarın zehirlenme olasılığına karşı daha basit bir yol izlediler: Hükümdarın yediğini, içtiğini sıkı biçimde denetlemek. Selçuklular, bu görevi “çaşnigir” (günümüzdeki söylenişiyle “çeşnici”) makamıyla kurumsal bir hale getirdi. Bu önlemlere karşın Büyük Selçuklu sultanı Melikşah’ın 1092’de zehirlenerek öldürüldüğü pek çok kaynakta yer alan bir iddiadır. Anadolu Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat da, 1237’de Kayseri’de verdiği bir ziyafette Çaşnigir Nasıreddin Ali’nin sofraya getirdiği tavuktan yer yemez zehirlendi. Bir kaç saat içinde tüm vücudu kasılıp konuşamaz hale geldi ve hayatını kaybetti. Sultanın ölümü ardından yaşanan gelişmeler, bunun bir gıda zehirlenmesi değil, organize bir suikast olduğuna işaret eder.


Fatih Sultan Mehmet, padişahın oğulları dışında başkalarıyla birlikte yemek yemesini kanunla yasaklarken elbette nedenlerden biri de güvenlikti. Ne var ki, sayısız suikast girişiminden kurtulan Fatih, -büyük olasılıkla- gut hastalığının tedavisinde kullanılan ilaçtan zehirlenerek öldü. Bu ölümün Venedik destekli bir suikast olup olmadığı ise hala tartışılıyor. Fatih’in küçük şehzadesi Cem Sultan da, İtalya’da -muhtemelen kendinden kurtulmak isteyen Papalık görevlilerince- zehirlenerek öldü.

LEZZET TUTANLAR VE ZEHİRİ GÖSTEREN TABAKLAR

Görevi hayati önemde olduğu için çaşnigir, yani “lezzet-tutan”, en güvenilir kişiler arasından seçilirdi. Onun denetiminde hazırlanan yemekler tabaklara; tabaklar sahanlara; sahanlar sinilere yerleştirildikten sonra deriden bir muhafazanın içine konarak padişahın huzurunda açılmak üzere mühürlenirdi. Kurulan sofrada bıçak ve zehir gizlemeye olanaklı tuz bulunmazdı. Ayrıca zehiri aldığına veya gösterdiğine inanılan Çin veya Japon porseleni (celadon - fağfuri) tabaklar kullanılırdı. Bir diğer önlem ise bakır yerine altın tabaklar ve çatal-kaşık kullanılmasıydı. (Eski çağlarda zehirlenmenin sadece suikast nedeniyle olmadığını unutmayalım. Örneğin Avrupa’nın güçlü kralı VI.Karl zehirli mantar yiyerek ölmüştü.) II.Murat devrinden itibaren Çeşnicibaşı geri plana düşerken onun yerini Kilercibaşı almıştır. Ayrıca içeceklerden sorumlu Şarabdar veya Kahvecibaşı gibi görevliler de vardı. Eğer sultan herhangi bir nedenden zehirlenecek olursa devreye Hekimbaşı girebilirdi.

Yazının Devamını Oku

Lozan'ı Doğru Okumak

26 Şubat 2015
Hürriyet Pazar'da 27 Temmuz 2013 tarihinde yayınlanan yazımı değiştirmeden tekrar paylaşıyorum:

90 yıl da geçse* unutmamak gereken “küçük” bir ayrıntı var: Lozan’da müzakereler sürerken, İstanbul işgal altındaydı!

24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan (Lausanne) Antlaşması, romantik tarih anlatımlarından ziyadesiyle nasibini almıştır. Bir yaklaşıma göre yeni kurulan Türk Devleti Batı’ya diz çöktürmüş, tüm taleplerimizi kabul ettirmiştir. Karşıt yaklaşıma göreyse diğerleri istediğini alırken, “biz” eli boş dönmüşüzdür; koca bir imparatorluğun mirasından vazgeçip başkalarının bize biçtiği rolü oynamışızdır. Biri der ki “bu belgeyle tüm dünya, Türk Devleti’nin varlığını tescil etti”, diğeri der ki “düşmanlarımız istediklerini alıncaya kadar Türk Devleti’nin varlığını tescil etmedi”. Aslında bu zıt görüşlerin ortak bir sorunu var: Tescil meselesi. Oysa Lozan Antlaşması, bir barış antlaşmasıdır, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi değil! Üstüne üstlük Türk Devleti dediğiniz “kısa süre önce” değil, Anadolu’da (evvelini bırakalım bir kenara) 11.Yüzyılın sonlarında kurulmuştur. Yüz yıl kadar sonra büyük bir işgalle parçalara ayrılsa da 16.Yüzyılda bir araya gelmiştir (hanedanların, yönetici sınıfların ve halkın Türklük niteliği apayrı bir konudur). 1914’te “Harb-i Umumî”ye girmiş, savaş sonucunda 1918’de işgale uğramıştır.

İşte bu devlet, kendi içinde lider kadrosunu ve vizyonunu değiştirerek başlattığı mücadeleyle 5 yılda işgalden kurtuldu. Elbette nüfus yapısından genel zihniyete kadar çok önemli yenilikler oldu. Örneğin devletin başkenti İstanbul’dan Ankara’ya taşındı. Daha önce Konya’dan Bursa’ya, oradan Edirne’ye ve İstanbul’a taşındığı gibi... Ama ne kadar devrimci olursa olsun devlet sıfırdan kurulmadı. Kaldı ki öyle olduğunu kabul etsek bile fiili kuruluşunu Lozan sonrasında Cumhuriyet’in ilanı olarak değil, Lozan başlamadan önce, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması olarak görmek de pek âlâ mümkündür. Nihayetinde gerçek bir devlet, başkalarının icazetiyle değil, kendi iradesiyle kurulur. Diğerlerinin sizi “tanıması”, kapitülasyonların kalkması çok önemlidir ama devlet kurmanın esası değildir. Dolayısıyla örneklediğim iki yaklaşım da karşısındakilere büyük paye biçiyor. Cumhuriyet'in ilanını bile kendi kazanımından çokLozan’daki karşıt güçler üzerinden tanımlıyor. Ben böyle bir anlayışı duygusal, hatta -gençlerin tabiriyle- biraz “ezik” buluyorum.

KAZANANLAR / KAYBEDENLER

Yazının Devamını Oku