Zenginlerin iftar sofraları son zamanlarda eleştirilere uğruyor. Oysa ramazan, eskiden beri zenginlere özel sorumluluklar getiriyor.
İSLAM’ın ilk dönemlerinde “bir hurma, bir bardak süt ve birkaç parça katık” ile tamamlandığı söylenen, o idealize iftarlardan hareketle, pek çok kişi ramazanda zenginlere tevazu dersi vermeye başlar. Beklenti, zenginlerin fakirlerin hallerine bürünmeleridir bir bakıma. Halbuki, Osmanlı ramazan kültüründe zenginlerden beklenti, fakir gibi davranmaları değil; tam tersine fakirlere kendileriyle aynı sofrada, aynı yemekleri yeme imkanı sunmalarıydı. Yani amaç, bir aylığına da olsa fakirlerle zenginler arasındaki fark azaltmaktı. Tabii, zenginlerin fakir rolü yapmasıyla değil, fakirlerin zengin sofralarına misafir olmalarıyla...
KİLER TELAŞI
Ramazan, hem Hz. Muhammed’in hayatı hem de İslam tarihi için en önemli olayların yaşandığı aydır.
RAMAZAN, ‘güneşin yerdeki taşları ve kumu yakıp kavurması, bu kızgın zeminde çıplak ayakla yürümek’ anlamındaki bir kelimeye dayanır. İşin ilginci, ismin kökenini ‘yaz sonu, güz başı yağan yağmurlar’ anlamındaki sözcüğe bağlayanlar da vardır. Yani, iki zıt anlam: Kavurucu sıcak ve serinleten yağmur. Kimi yorumlara göre ‘insanların günahlarını yakıp onları temizleyen’, kimilerine göreyse ‘insanların iç dünyasını yıkayıp temizleyen ay’ anlamı taşır ramazan. Kelimenin kök anlamı ne olursa olsun, ramazanın İslam tarihi için en anlamlı ay olduğu söylenebilir. Çünkü Hz. Muhammed, Kuran’ın bu ayda inmeye başlamasıyla peygamber olmuş ve Mekke bu ayda fethedilerek İslam tarihi yepyeni bir aşamaya geçmiştir.
HER ŞEY O AYDA BAŞLADI
Muhammed bin Abdullah bin Abdulmuttalib bin Haşim... Veya Mekkelilerin verdiği isimle Muhammedü’l-Emin, birkaç yıl üst üste, ramazan ayında, Mekke yakılarındaki Hira Dağı’nda inzivaya çekilmişti. Sadece erzakı bittiğinde şehre dönüyor, vaktini tefekküre ayırıyordu. Aslında böyle davranan ilk kişi o değildi. Hz. İbrahim’in dinine, tek bir yaratıcıya inanıp putlara tapmayan Hanifler içinde bu şekilde inzivaya/halvete çekilenler olurdu. Bunlardan biri de dedesi Abdulmuttalip’ti.
Oruç, pek çok kültürde, binlerce yıldır var olan bir ibadetti. Bu bilgi, Kuran’da da ifade edilir. Ancak, Müslümanların orucu diğerlerinden ayrışacaktı.
“İLAÇ içeceğine oruç tut” diyordu Greko-Romen düşünür ve tarihçi Plutarch. Ne de olsa kendinden 500 yıl önce yazan Hipokrat’a göre, “Hastayken yemek yemek, hastalığı beslemek” demekti... Mezopotamya’dan Çin’e kadar hemen her bölgede; antik Yunan’dan Aztek’lere kadar pek çok kültürde oruç veya perhize rastlamak mümkün. Bazıları sadece tıbbi amaçlara, ama önemli bölümü manevi amaçlara dayanıyordu. Oruç ve perhiz, beden denetimine dayalı en temel ibadettir.
YENİ BAŞLANGIÇLAR İÇİN
Budizm gibi pek çok dinde oruç, manevi arınmayla birlikte yeni bir aşamaya geçiş olarak görüldü. “Güneşin oğlu” Japon imparatorunun oruç sonrasında yiyeceği kutsal bir yemeği vardı. Bazı kültürlerde krallar, tahta geçmeden önce oruç tutuyordu. Benzer bir şekilde, Hindularda ve Yahudilikte gelinle damadın nikâhtan önce oruç tutması geleneğine rastlanır.
Bundan 15 yıl kadar önce, Tokyo’da bir müzenin bahçesinde otururken uzaktan ezan sesi duyar gibi olmuştum. Yanımdakilere “şu ezan, nasıl da içimize işlemiş yahu... Dünyanın öbür ucunda bile duyuyorum sanki” dediğimi hatırlıyorum. İşin daha garibi, böyle düşünen yalnızca ben değildim. Grupta ‘ezana benzer bir müzik’ duyduğunu düşünen başkaları da vardı! “Gaipten sesler mi duyuyoruz acaba?” diyerek birbirimize şaşkın gözlerle bakarken, rehberimiz durumu açıklığa kavuşturdu... Meğer Tokyo’da uzun zaman önce metruk hale gelen cami, Türkiye tarafından restore edilip ibadete açılmış. Duyduğumuz, ezana benzer bir melodi falan değil, düpedüz Tokyo Camii’nde okunan öğle ezanıymış. Üstelik müezzin Türk olduğu için, tam da kulağımızın alışık olduğu makamda okurmuş. Yani işittiğimiz gaipten değil, yurttan seslermiş!
ORUCUNU SUŞİ'YLE AÇAN MÜSLÜMANLAR
Çok sonraları İstanbul’da bu olayı gülerek anarken bir arkadaşımız, kendi hikayesiyle olaya farklı bir boyut getirdi. Malum, iftar vaktinde alışveriş merkezlerinin yemek bölümlerinde uzun kuyruklar oluşuyor... Gittiği her yerin çoktan dolduğunu gören ve sabırsızlıkla orucunu açmak isteyen arkadaşımızın gözüne, hayli boş olan Japon restoranı takılmış. Ve sıra dışı bir kararla, gitmiş oturmuş bir masaya. E, orada hurma-zeytin olacak değil ya... Orucunu suyun yanında suşi’yle açmış! Mercimek yerine miso çorbasıyla devam etmiş iftar yemeğine. Bir yandan yiyor, bir yandan da haline gülüyormuş...
POST-MODERN DÜNYAMIZIN RAMAZANLARI
Siz bu satırları okurken Japonya’daki 190.000 kadar Müslüman, muhtemelen Ramazan’ın ilk iftarına hazırlanıyor olacak. Orada ‘top’ atılmayacak olsa da oruç tutan Tokyo’lular, “okundu mu?” diye merakla camiden gelecek ezan sesini bekleyecekler. Önümüzdeki bir ay boyunca Sivas, Sydney, Siena veya Seattle’daki binlerce kişi, iftara kaç dakika kaldığını öğrenmek için akıllı telefonlarına bakacak. Sahura vaktinde kalkmak için de, Yeni Delhi’li veya San Francisco’lu bir gencin yazdığı, milyonlarca kez indirilmiş özel bir telefon uygulaması kullanacaklar. Böylece, post-modern dünyamızın Müslümanları, karşılıklı etkileşimle yüzlerce yıllık Ramazan alışkanlıklarına yenilikler katmaya devam edecek.
‘Adolescere’, Latince’de büyümek, olgunlaşmak demek. Batı dillerindeki ‘adolescent’, yeni ‘ergen’ kelimesi de aynı kökten geliyor. Buna bağlı olarak, ‘coalescere’, birlikte büyümek, birlikte olgunlaşmak anlamını taşıyor. İşte, özellikle 18.Yüzyıl’dan itibaren bugün bildiğimiz siyasi anlamı öne çıkan coalition / koalisyon kelimesinin özü bu.
Gerçekten de koalisyon, olgun tavırlar gerektirir; öyle ‘ergen heyecanı’ ile davrananlara uymaz. Aceleciliği, ateşli tavırları, sert tepkileri kaldırmaz. Bir an önce isteklerine kavuşmak isteyenlerin değil, sabırlı davranmayı bilenlerin işidir uzun soluklu bir koalisyon. Yani, “birlikte olgunlaşmak” öyle kolay bir iş değil. Hele de siyasette...
TARİHTEN GELEN KIRIK NOTLAR
Türkiye tarihinde kalıcı başarı getiren koalisyon örnekleri bulmak zor. İlki 1961’de, sonuncusu ise 1999’da kurulan 20 koalisyon hükümeti, siyasi birikim ve uzlaşma kültürü açısından önemlidir. Ancak, bu koalisyon hükümetlerinin hedeflerde birleşip, ‘birlikte büyüme’ sağladıkları söylenemez. Bunlar, iktidarın ve devletin ortaklaşa yönetiminden ziyade, hükümetin bölüşülmesidir. Roma İmparatorluğu’nda, iktidarın dört lider arasında paylaştırılmasını ifade eden ‘Tetrarki’ dönemini hatırlatırlar.
İlk bakışta koalisyon gibi görünmese de, son 150 yıl içinde büyük koalisyonlar, II.Meşrutiyet’in ilanında ve Kurtuluş Savaşı döneminde ortaya çıktı. Ama asıl gaye hasıl olduktan sonra (örneğin Milli Mücadele’nin kazanılması), çok farklı kesimleri bir araya getiren bu büyük koalisyonların hızla bozulduğunu görüyoruz. İşin vahimi, koalisyonların çözülme süreci, güçlü tarafın diğerlerini tasfiyesiyle sonuçlanmış. Tasfiye sonrası iktidar değişimi, rövanş-intikam sarmalıyla sürüp gitmiş. Eğer bu davranış kalıbı günümüzde de ‘tekerrür edecek’ olursa, gelecek için olumlu öngörülerde bulunmak zor. Diğer yandan mevcut durum, zihinsel ve siyasi olgunlaşma açısından Türkiye’ye çok önemli, çok değerli bir fırsat sunuyor.
İMAM NİKAHI VAR MI Kİ?
Osmanlı tarihindeki nikah uygulamalarına girmeden önce biraz İslam hukuku... Fıkıh kitaplarında en ayrıntılı biçimde ele alınan konulardan birisidir nikah. Pek çok kişiye şaşırtıcı gelse de, nikahın geçerli sayılması için bir ‘imam’ın varlığı şart değildir. Diğer bir deyişle, nikahı kıldıran kişinin ‘din görevlisi’ olması şartı aranmaz. (Kaldı ki, Sünnî İslam hukuku kimseye ‘ruhanî’ bir yetki tanımaz.)
Nikahın ne namaz gibi değişmez bir ritüeli vardır, ne de okunması zorunlu bir duası. Hatta kimi İslam hukukçularına göre nikah, dinî bir tören değildir: Taraflar arasındaki karşılıklı sözleşmedir. Buna karşın, nikahın sağlıklı olması için “alenî” olması gerekir. Şahitlerin sayısı hukuken en az iki olmalıdır ama sünnete göre, herkes nikahı duymalı, bilmelidir. Dinî doğrulara göre öyle gizli-saklı, sessiz-sedasız olmamalıdır nikah... Düğün adını verdiğimiz kalabalık kutlamalar; “defler eşliğinde” şarkılar söylenmesi; şekerleme ve yemek ikramı, bu nedenle gerekli görülür.
KADININ HAKLARI VE DEVLETİN ROLÜ
Nikahın duyurulmasının yanı sıra, önemli bir konu da, kadının maddi haklarıdır (mehir, nafaka vb.). Peki ama erkek kadının haklarını gasp ederse veya boşanma durumunda sorumluluktan kaçarsa cezayı kim kesecektir? Mağdur kadınlar (ve bazen erkekler) hakkını nerede ve nasıl arayacaktır? İşte bu noktada nikah, iki taraf arasındaki sözleşme olmaktan çıkıp, ‘devlet baba’nın müdahale alanına giren bir kamu meselesi olur. Devlet, mahkemeye gelen taraflardan iddialarını ispat etmelerini ister. Elbette ispatın en sağlam yolu, resmi belgedir. Nitekim, Osmanlı arşivleri bu tür nikah kayıtlarıyla doludur. Hatta bazı gayr-ı müslim çiftlerin de kadıya başvurup “resmi nikah” kaydı yaptırdığı görülür. (Kadı, esasen ‘din adamı’ değil, adalet görevlisidir.) Kaldı ki devlet, nikahın kayıt altına alınmasını isterken sadece mağdurların hakkını korumak derdinde değildir. Çok daha somut beklentileri vardır devletin...
FASL-İ DER BEYAN-İ RESM-İ ARUSANE
“Ve dahi cihazlu kızdan altmış ve avretden kırk akçe alına. Bazı yerde avretden otuz, bakireden altmış akçe alınur. Fakire avretden nısf resm-i adete alınur. Ve mutavassıt-ül-hal olandan beyne beynedir...” Kısa bir bölümünü okuduğumuz bu maddeler, I.Selim dönemine ait Kanunname-i Osmani’den alınmadır ve bize nikah için devlete ödenecek vergileri gayet ayrıntılı biçimde anlatır. Evlenecek olanların maddi durumuna, sosyal konumuna; hatta bekaretine veya çeyiz durumuna varıncaya kadar pek çok ayrıntı kanunda belirtilmiştir. “Arûs resmi, gerdek resmi” gibi adlar taşıyan bu verginin dayanağı İslam hukuku değil, örfî kanunlardır. Buna göre herkes idari olarak bir üstündeki makama, nikah için vergi ödemekle yükümlüdür. Yani, öyle ‘biz ikimiz gittik, iki şahitle camide imam nikahımızı kıydırdık’ demekle kurtulmak mümkün değildi. Hatta, düğün çalgıcıları dahi vergi beyanına tabiiydi. Sözün özü, öyle bedavadan ‘imam nikahıyla’ evlenmek yoktu! Tabii şunu da ekleyelim. Nikah olduğu gibi boşanma da kamunun bilgisi dahilinde gerçekleşiyordu ve mahkemeler iki tarafın şikayetlerine açıktı. Nitekim, Osmanlı mahkeme sicillerinde boşanma davaları da çoktur.
“Yayı hep gergin tutarsan çok geçmeden kırarsın” demiş Romalı yazar Phaedrus. Sürekli çalışmak yerine bazen de dinlenmek gerektiğini hatırlatırcasına...
‘Altı günün çalışmaya, yedinci günün dinlenmeye’ ayrıldığı Yahudilikte, Cumartesi ibadet günüdür. İmparator Konstantin’in emriyle 321 yılında, Hıristiyanlar için tatil günü pazara alınır.
Müslümanlıkta Cuma’nın tatil günü olduğu sanılırsa da bu yanlıştır: İslamiyet, haftalık tatil günü getirmez.
Şöyle der Kur’an: “Ey inananlar! cuma günü, namaz için çağrı yapıldığında, Allah’ı anmaya/Allah’ın Zikri’ne koşun! Alışverişi bırakın... Namaz kılınınca hemen yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın.” Yani iş bırakılacak süre, cuma gününün tamamı değil, sadece cuma Namazı vaktidir. Hal böyle olunca, tarih boyunca İslam devletlerinde ve Osmanlı’da iş kollarına göre farklı günlerde tatillere rastlamak mümkündü. Örneğin medreselerde tatil, salı günüydü. Tanzimat, bu değişkenliği düzenlemeye çalıştı ama tam başarı sağlanamadı.
FABRİKALAR İCAT OLDU...
Kökeni dini emirlere dayansa da hafta tatilinin asıl şekillenişi modern çalışma düzenine bağlıdır. Sanayi Devrimi ve elektriğin kullanımıyla neredeyse iki katına çıkan çalışma saatleri, 20. yüzyılda adım adım düşürülür. Ne gariptir ki, hafta tatilini iki güne çıkaran komünist ülkeler değil, 1920’lerden itibaren Henry Ford’un kapitalist Amerikası’dır.
HAFTA TATİLİ KANUNU
27 Mayıs 1960, hiç kuşkusuz Türkiye tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri. Çok kaba bir tanımla, 27 Mayıs, Demokrat Parti iktidarına askeri rejimle son veren, yeni bir anayasal düzeni başlatan süreçtir. Ama ulusal ölçekten çıkarıp, geniş bir çerçeveden bakınca onu “Darbeler Çağı”nın bir parçası olarak okumamız da mümkün. “Darbeler Çağı” (veya Dönemi) deyince pek çoğumuzun aklına 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbeleri; hatta 28 Şubat Süreci gelebilir. Hayır, bu “Darbeler Çağı”, o darbeler dönemi değil. Gelin, bu döneme adım atmadan önce, 1958 yılına, darbelere uzak görülen bir ülkeye, Fransa’ya gidelim.
DARBE GİRİŞİMİYLE BAŞLAYAN ZORAKİ DEĞİŞİM
II.Dünya Savaşı’nda kaybettiği güç nedeniyle Avrupa’nın kolonilerini eskisi gibi yönetemeyeceği açıktı. Cezayir Bağımsızlık Savaşı yıllarında, ülkenin yönetiminden “rahatsız” bir grup Fransız subay ve sivil destekçileri, Cezayir merkezli bir askeri darbe girişiminde bulundular (13 Mayıs 1958). 24 Mayıs’ta paraşütlü birlikler Korsika’ya indi. Bir sonraki hedefin Paris olduğu aşikardı. Olaylar, Fransa’da siyasi bir krizi tetikledi ve askerlerin talebi doğrultusunda “emekli komutan-siyasetçi” Charles de Gaulle, özel yetkilerle aktif siyasete döndü. Anayasal bir reformla, cumhurbaşkanının halk oylamasıyla seçilmesi gibi temel değişiklikler yapıldı. Böylece Fransa’da “5.Cumhuriyet” dönemi başladı. II.Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan değişim ihtiyacı, sadece Kıta Avrupası’na özgü değildi elbette. Ortadoğu’da darbe yönetimleri işe koyulmuştu bile...
ÖNCE SURİYE, SONRA HÜR SUBAYLAR
“Darbeler Çağı” 1949’da Suriye’de başladı. 1946’da son bulan Fransız askeri varlığı ardından, ülkenin kim tarafından ve nasıl yönetileceği önemli bir soruydu. Bu mücadele, sivil cumhurbaşkanını saf dışı bırakan, üç -zincirleme- askeri darbeyle sonuçlandı. Bu dönem, 1954’te yeni bir darbeyle kapandı.
Mısır’da ise 1952’de “Hür Subaylar Hareketi”, darbeyle meşrutî-krallık dönemine son verdi ve cumhuriyet rejimini kurdu. 1956’da, ülkedeki İngiliz askeri varlığı son buldu. Nasır’ın Mısır’ı, Arap milli uyanışının simgesiydi adeta.
TÜRLÜ TÜRLÜ DARBELER
Mısır’daki “millici darbe” durumunun tersi ise İran’da karşımıza çıkar. 1951’de petrolün millileştirilmesi kararından iki yıl sonra, 1953’te Muhammed Musaddık iktidarı, bir askeri darbeyle son bulur.