Paylaş
MESCİDİN YANINDA YAŞAYANLAR NE İŞ YAPIYORDU?
Hicretin ilk yılları...
Mekke’nin en seçkin kabilesi Kureyş’in bazı mensupları Medine’deydi.
Görüşmek üzere geldikleri Resulullah’ın yanında ne Ensar’dan ne de Muhacir’den olan, alt tabakaya ait görünen gençler vardı.
Kureyşli ‘soylu’lar Peygamber’e, o grubu işaret ederek “Onları yanından uzaklaştırırsan İslam’a geçmeyi düşünebiliriz” dediler.
Gelenler Mekke’nin güçlü isimlerindendi...
Yine de Peygamber onların teklifini kabul etmedi. Etrafındaki bu ‘gariban’ görünümlüler, ‘Ehl-i Suffe’ idi:
Yani, İslamiyet’in ilk tam zamanlı öğrencileri ve geleceğin öğretmenleri.
Bunlar Mescid’in yanındaki Suffa denilen bölümde yaşar, burada sürekli eğitim görürlerdi. (Hatta Suffetü’n-Nisa adı verilen kadınların eğitim gördüğü bir bölüm de vardı.) Peygamber’in hareketlerini, sözlerini yakından takip eder, hatta bazı dersleri doğrudan ondan dinlerlerdi. Ehl-i Suffe, İslam’ın farklı coğrafyalarda yayılıp öğretilmesinde rol oynayacak; bu okul İslam âlimlerinin yetişmesinin ilk adımlarından olacaktır.
Hz. Muhammed bir hadisinde “Âlimler peygamberlerin varisleridir” demişti.
Ne var ki temelleri Medine’de atılıp, Ortadoğu’nun dört bir yanına dağılan âlimlerin hayatı, gelecekte hiç de öyle kolay olmayacaktır...
HERKES HAPİSTEN ÇIKMASINI BEKLERKEN...
Atına binmiş, günlerdir hapis tutulup dövüldüğü bu yerden hızla uzaklaşıyordu...
Kûfe’nin Emevi Valisi, teklif ettiği resmi görevi kabul etmediği için hapsettirmişti onu: “Ya bize biat edip görevi kabul eder ya da hapiste her gün onar değnek olmak üzere yüz değnek yer!”
Ama o yine de “Hayır” demişti, “Bana mescidin kapılarını saymamı emretseler dahi görev üstlenemem. O (halife/vali) idam edilecek birisinin ölüm fermanını yazacak, ben ise onaylayacağım, öyle mi? Bir zalimin mazlumu öldürmesine yardımcı olamam”. Vali, hapisle dayakla onun direncini kıramayacağını anlayınca salınmasına göz yummuştu.
Bu olaydan sonraki yirmi yıl içinde Emevi hanedanı yıkılıp, yerine Peygamber’in kabilesinden Abbasiler gelmişti başa.
Pek çok kişi gibi o da bu değişime çok sevinip “Zalimlerin zulmünü bizden kaldıran, hakikati söylememiz için dilimizi hürriyete erdiren Allah’a hamd olsun” demişti. Herkes umutluydu.
Ne var ki kısa sürede gelenlerin gidenlerden çok da farklı olmadığı çıktı ortaya.
Tüm hükümdarlar âlimlerden aynı şeyi talep ediyordu: Açık ve tam destek. Yeni halife, önce on bin dirhem ve cariyeler gönderdi ona. Daha sonra bağlılığını sınamak için yeni başkent Bağdat’ta görev teklif etti. Ama devlet işlerinden uzak durma ilkesinden vazgeçmedi ve yine “Hayır” dedi, “Senin çevrende ikrama muhtaç birçok adamın var. Onlara ver bu görevi”. Oysa sultanlar reddedilmeyi sevmezlerdi... Hele de âlimler tarafından.
İşte bu yüzden yine hapisteydi.
Endişeli bekleyiş sürüyordu.
Umudunu koruyanlar, daha öncekiler gibi bunu da atlatacağına inanıyordu.
Öğrencileri, ailesi, esnaftan dostları...
Günlerdir iyi olduğuna, kurtulduğuna dair bir haber bekliyorlardı.
Artık 70 yaşına merdiven dayamıştı.
Ama umutlar boşa çıktı.
Birkaç gün sonra tüm sevenleri, 60 bin kişinin katıldığı cenazesinde onu omuzlarda taşıdılar. Kimilerine göre Halife’nin içirdiği zehirli sütle, kimilerine göre hapiste dövülerek can vermişti. O, günümüzde yaklaşık 500 milyon Müslümanın bağlı olduğu Sünni-Hanefi mezhebinin İmam-ı Azam’ı, Ebu Hanefi’ydi.
Takvimler hicretin 150. yılını (767) gösteriyordu...
SÜNNİLİK DEVLET MEZHEBİ OLARAK MI DOĞDU?
Pek çok kişi, Sünniliğin -daha doğrusu Ehl-i Sünnet’in- Şia’ya karşı devletten yana bir hareket olarak çıktığını zanneder. Saltanatla-hilafetle daima uyumlu, ‘iktidara itaatkâr’ bir yol olduğu düşünülür. Oysa Ehl-i Sünnet’in doğuşu bir bakıma bunun tam tersidir.
Ebu Hanefi gibi Sünniliğin diğer üç büyük mezhep imamı da sultanların ve valilerin baskısına maruz kaldılar.
Malik bin Enes, genelde otoriteyle çatışan biri değildi. Ancak o bile söyledikleri yüzünden cezalandırıldı: ‘Baskı altında gerçekleşen boşanmanın veya yeminlerin geçersiz olduğu’na dair fetva verince kırbaçlandı, omuzu sakat kaldı.
Gördüğü şiddetin arka planında muhtemelen siyasi bir kaygı vardı. Çünkü söz konusu fetva, baskı altında sultana biat etmenin geçersiz sayılabileceği anlamına gelebilirdi. Bu da siyasi otoritenin kabul edeceği bir durum değildi.
Bir diğer mezhep imamı, İmam-ı Şafii, bir siyasi entrikada arkadaşları hayatını kaybederken, idam edilmekten son anda kurtuldu.
Ahmet bin Hanbel, halifenin istediği fetvayı vermediği için iki yıl dört ay boyunca hapiste işkence gördü. Yıllarca göz hapsinde tutuldu.
Tüm bu baskının ardında siyasi beklentiler vardı. Hilafet saltanata dönüşürken âlimler de hem halkın saygısını kazanan hem de sultanların otoritesine hukukla karşı çıkabilecek bir topluluk olmuştu.
Bu nedenle Emevi ve Abbasi sultanları, âlimlerden devlet kararlarına itiraz değil, tasdik bekliyor; bir tür ‘sultani İslam’ arıyorlardı.
Hatta Abbasilerin bir döneminde bu sorgulamalar, sistematik kovuşturmaya; işkence ve imhaya dönüştü (Mihne). Kadılık görevleri, resmi ideolojiyi dayatacak isimlere verildi. Son derece ‘itikadi’ görünen tartışmaların ucundaki meselelerse aslında gayet ‘dünyevi’ idi...
TÜM BU OLUP BİTENLERİN SORUMLUSU KİM?
Halife Abdülmelik bin Mervan, âlim Hasan-ı Basri’ye yazdığı mektupta ona şöyle sesleniyordu: “Kader meselesini daha önceki âlimlerin hiçbirinden duyulmamıs¸ bir tarzda izah ettigˆin Emir-el-Müminin’e (bana) ulas¸tı... Senden nakledilen bu sözü begˆenmedi(m)... Bu husustaki görüs¸ünü bildir ve açıkla.*”
Sultanın kaderle ilgili yorumları ‘sorguya çekmesi’nin ardında basit bir siyasi neden vardı: Emeviler, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesine “Allah istedi, öyle oldu” diye kaderci bir açıklama getirmişlerdi.
Üstelik kaderciliği sadece bu olayda değil, başka gündelik meselelerde de kullanıyorlardı.
Hasan-ı Basri, halifeye cevaben yazdığı uzun mektubunda dünya işlerinde kaderciliğin söz konusu olamayacağını, ‘Allah’ın takdiri’ diyerek meselenin çözülemeyeceğini anlatır. Hatalı davranışlarda sorumluluğun insanlara ait olduğunu belirterek, muhalefetini sürdürür.
DOĞRU SÖYLERSEK SENDEN YALAN SÖYLERSEK...
Dindeki ‘kader’ kavramının siyasi kaderciliğe dönüştüğü böyle bir ortamda Müslümanlar, ‘kader, akıl, iman’ gibi kavramları tartışıyordu. Bazı âlimler “Herkes yaptıklarından (amel) sorumludur” düşüncesi nedeniyle sıkı gözetim altındaydı.
Tüm bu tartışmalarda Arap- mevali (Arap kökenli olmayan Müslüman), yöneten-yönetilen çekişmesi de etkendir elbette .
Ne var ki herkes otoriteye ‘biat’ etmek zorundaydı ve ‘biat’ mecazi bir kavram değildi. Halkın her yeni halifeye bağlılık yemini etmesi gerekliydi.
Elbette bu zorunluluk bazı âlimleri huzursuz ediyordu: Bir yanda toplum düzenini koruma arzusu, diğer yanda inanmadığın halde yemin etmenin verdiği rahatsızlık... Halifeye biat konusunda neden sessiz kaldığı sorulan El-Ahnef bin Kays’ın cevabı, bu durumu pek güzel özetler: “Doğruyu söylersek senden, yalan söylersek Allah’tan korkuyoruz.**”
SÜNNİLİK NEDEN ORTAYA ÇIKTI, NASIL YAYILDI?
Sünni mezhepler temelde “Bir Müslüman nasıl davranmalıdır?” sorusuna yanıt arayışı olarak çıkmıştır.
Diğer bir deyişle, Sünnilik ‘dinin esaslarını ve inceliklerini açıklığa kavuşturma’ hareketiydi. İnsanlara adeta ‘hazır, inanç ve ibadet paketi’ sunuyordu.
Bu ‘paketlerden’ dördü (Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli) geniş kitlelerce benimsendi.
Mezheplerin sistematik cevapları ise zamanla dini normlara- formüllere dönüşecektir.
Halkın yanı sıra devletin de standartlara ihtiyacı vardı tabii. İspanya’dan Orta Asya’ya uzanan bir medeniyetin başka türlü yönetilmesi de mümkün değildi zaten.
Sözlü kültüre dayalı Arap kabile düzeninin yerini giderek yazılı kurallar alıyordu.
Ulemanın metodolojisi, zamanla hukuk sisteminin parçası olmuştur.
Yani istikrar kazanan adalet ve eğitim, adeta Sünnileşmiştir. Dolayısıyla Sünni mezhepler, özünde ‘hukuk okulları’dır.
Nitekim dönemin bir tanığına göre, 10. yüzyıl başlarında Abbasi devletinde, 63’ü Şafii, 52’si Hanefi usulde eğitim veren 130 kadar hukuk okulu vardır.***
SÜNNİLİĞİN SONU MU GELDİ DERKEN SAHNEYE TÜRKLER ÇIKIYOR
Ehl-i Sünnet mezhepler ‘standart İslam’ halini alırken, halife ve ‘sultani İslam’ çok ciddi bir tehditle karşı karşıyaydı: Şii Fatımi hanedanı Mısır’da halifeliğini ilan etmişti. Batı ve Hicaz ellerindeydi.
Güney’de bir başka Şii zümresi olan Karmatiler vardı. İran’dan sonra Irak da Şii Büveyhilerin yönetimine geçince (945), Bağdat’taki Abbasi halifesi sadece dini lider konumuna inmişti. Özetle Şia, Ortadoğu’nun egemenliğini kazanmış sayılabilirdi...
Ancak halifenin ve Ehl-i Sünnet’in imdadına, Orta Asya’da yükselen bir güç yetişti: Türkler! 1000’li yılların başlarında Gazneliler, Büveyhileri Doğu’dan yıprattılar.
Bağdat’ı Büveyhilerin elinden alıp halifeyi ‘kurtaran’ ise Selçuklular oldu.
Tuğrul Bey, 1055 yılında ordusuyla Bağdat’a girerek 110 yıllık Şii Büveyhi dönemine son verdi. Halife, Tuğrul Bey’i ‘Doğu’nun ve Batı’nın Büyük Sultanı’ ilan edecek, hatta kızını da mecburen onunla evlendirecekti. Mekke’de Abbasi halifesi adına hutbe, Sultan Alpaslan döneminde okutuldu.
Selçuklular, hilafeti kendi saltanatlarına almayı düşündülerse de hedeflerine
ulaşamadılar.
Bağdat’ta kurdukları Nizamiye Medreseleri, Sünni eğitime önemli katkı sağlamıştır.
Ayrıca hem Şii’lere ılımlı yaklaştılar, hem de Sünni âlimlerin iç kavgalarını dizginlemeye çalıştılar.
SÜNNİ HANEDANLARIN YÜKSELİŞİ
Selçuklular gerilerken bir başka Sünni yönetim, Mısır ve Suriye’de başa geçti: Kürt-Arap-Türk unsurların lideri Selahaddin Eyyûbi, 1171’de Şii Fatımi Halifeliği’ne nokta koydu.
16. yüzyıldaysa Sünni-Şii mücadelesinde yeni bir perde açılacaktır. Osmanlılar, önce Şah İsmail’in ordusunu yener, ardından da Memlûk devletine son vererek Hicaz’a kadar bölgenin hâkimi olur. Böylece Ortadoğu’da İran dışındaki -neredeyse- tüm Şiiler, Nusayriler, Dürziler ve Sünniler... Hepsi tek bir yönetim altında toplanacak; göstermelik de olsa unvanlarını devam ettiren Abbasi halifeleri tarihe karışacaktır. Osmanlı Ortadoğu’sunda -İran’la olanlar dışında- büyük mezhep savaşları görülmez. Ta ki takvimler 1744 yılını gösterene kadar...
TARİHİ ‘SESSİZ’E ALMAK
Mezhep imamları, Emevi - Ali Evladı- Abbasi mücadelesinden çok çekmişlerdir.
Sünni ekol, bu çekişmeyi önlemek amacıyla geçmişe ait siyasi tartışmaları bir nevi tabu saydı. Onlara göre sahabe, Peygamber’i görmüş, yani ‘Asr-ı Saadet’i yaşamıştı. Dolayısıyla hepsini hürmetle anmak gerekliydi. Ötesini sorgulamanın faydası yoktu. Bu nedenle tarihten olumsuz olayları ve kişileri anlatmak ayıplandı.
Zaten aynı süreçte, tarih kitaplarını yazan din alimlerinin yerini devlet adamları alır.
Şii tarihçilerse, geçmiş dönemlerin hilafet mücadelelerini anlatmayı sürdürmüştür.
EHL-İ SÜNNET VE ŞİİLİK
Şiilik, siyasi bir ayrılıkla doğdu ve sonrasında dini inançları biçimlendirdi. Sünnilik ise yola çıkarken, dini inançları siyasetin etkisinden korumaya çalıştı. Ancak devlete nüfuz ettikçe siyasetin parçası oldu.
Şiilik özünde devletin ‘kim’ tarafından (Ali Evladı, İmamlar) yönetileceğiyle ilgilenirken, Sünnilik devletin ‘nasıl’ yönetildiğiyle ilgiliydi.
Sünni mezhepler içinde özellikle Hanefilik, Ehl-i Beyt’e karşı büyük bağlılık ve hürmet gösterdiği için ilk dönemlerde şüpheli sayılıp halifelerden baskı gördü. Zaten Şiâ’yla çatışan ve Ehl-i Sünnet büyüklerine baskı uygulayan aynı zihniyetti.
Ne gariptir ki Şiiler, Sünnileri daha sonra Muaviye ve Yezid’in savunucuları olarak görecektir Bu algının temel nedenlerinden biri, Ehl-i Sünnet’in ‘sahabe hakkında kötü konuşmama, lanet okumama’ ilkesidir.
Bu ayrışma, günümüze dek ulaşan karşılıklı güvensizlik kültürünün mayası olacaktır.
MÜSLÜMANLIĞIN EN BÜYÜK PARÇASI
Sünni: (Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat) Sünni, Peygamber’in sünnetine uyan, uymaya çalışan kişi anlamına gelir. Öte yandan sünnete uymak zaten Müslümanlığın parçası kabul edildiği için aslında özel bir anlam taşımaz. Sünniliğin Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli mezhepleri arasında uygulamada bazı farklar vardır. Akli yanı en ağır basan Hanefilik, nakli yani en baskın olansa Hanbeliliktir. Geçmişte mezhep âlimleri arasında yöntem tartışmaları ve adliye teşkilatında mücadeleler olmuştur. Hatta Abbasi ve Selçuklu dönemlerinde ölümle sonuçlanan olaylar çıkmıştır. Yine de bu çekişmeler, Şiâ-Sünni bölünmesindeki gibi kalıcı düşmanlıklara yol
açmamıştır.
Günümüzde Sünniler:
Dünyadaki Müslümanların yaklaşık 1.4 milyarı Sünnidir. Sünniliğin herhangi bir özel öğretisi, özel ibadeti yoktur. Mezhebe dahil olma, kabul edilme gibi kurallar içermez. Sünniliğin bu yönleriyle aslında bir mezhep değil, sadece bir “hukuk ve din eğitimi ekolü” olduğunu dile getirenler son yıllarda giderek artmaktadır. Günümüzde merkezi bir idaresi, karar mercii veya bir lideri yoktur.
YARIN
Savaşta büyüyen çocuk ve Selefiliğin yükselişi - Tüm felaketleri katlayan bir felaket - Endişeli bir aile - Genç bir liderin yükselişi - Bir propaganda ustasının ‘can alıcı’ soruları - Sert mücadelenin sert adamları - Kitaplar ve kılıçlar buluşuyor - Kerbela, Mekke ve Medine’yi vuran çöl fırtınası - İslam âlemini sarsan yıl
DİPNOTLAR
* ‘Hasan Basri’nin Kader Hakkında Halife Abdülmelik b. Mervan’a Mektubu’, Çev. Lütfi Doğan-Yaşar Kutluay, 1954.
** Mustafa Özkan, ‘Emeviler Döneminde İktidar-Ulema İlişkisi’, 2008.
*** Şakir Gözütok, ‘İslam Eğitim Tarihinde Müesseseleşme’, 2006.
Paylaş