Paylaş
90 yıl da geçse* unutmamak gereken “küçük” bir ayrıntı var: Lozan’da müzakereler sürerken, İstanbul işgal altındaydı!
24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan (Lausanne) Antlaşması, romantik tarih anlatımlarından ziyadesiyle nasibini almıştır. Bir yaklaşıma göre yeni kurulan Türk Devleti Batı’ya diz çöktürmüş, tüm taleplerimizi kabul ettirmiştir. Karşıt yaklaşıma göreyse diğerleri istediğini alırken, “biz” eli boş dönmüşüzdür; koca bir imparatorluğun mirasından vazgeçip başkalarının bize biçtiği rolü oynamışızdır. Biri der ki “bu belgeyle tüm dünya, Türk Devleti’nin varlığını tescil etti”, diğeri der ki “düşmanlarımız istediklerini alıncaya kadar Türk Devleti’nin varlığını tescil etmedi”. Aslında bu zıt görüşlerin ortak bir sorunu var: Tescil meselesi. Oysa Lozan Antlaşması, bir barış antlaşmasıdır, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi değil! Üstüne üstlük Türk Devleti dediğiniz “kısa süre önce” değil, Anadolu’da (evvelini bırakalım bir kenara) 11.Yüzyılın sonlarında kurulmuştur. Yüz yıl kadar sonra büyük bir işgalle parçalara ayrılsa da 16.Yüzyılda bir araya gelmiştir (hanedanların, yönetici sınıfların ve halkın Türklük niteliği apayrı bir konudur). 1914’te “Harb-i Umumî”ye girmiş, savaş sonucunda 1918’de işgale uğramıştır.
İşte bu devlet, kendi içinde lider kadrosunu ve vizyonunu değiştirerek başlattığı mücadeleyle 5 yılda işgalden kurtuldu. Elbette nüfus yapısından genel zihniyete kadar çok önemli yenilikler oldu. Örneğin devletin başkenti İstanbul’dan Ankara’ya taşındı. Daha önce Konya’dan Bursa’ya, oradan Edirne’ye ve İstanbul’a taşındığı gibi... Ama ne kadar devrimci olursa olsun devlet sıfırdan kurulmadı. Kaldı ki öyle olduğunu kabul etsek bile fiili kuruluşunu Lozan sonrasında Cumhuriyet’in ilanı olarak değil, Lozan başlamadan önce, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması olarak görmek de pek âlâ mümkündür. Nihayetinde gerçek bir devlet, başkalarının icazetiyle değil, kendi iradesiyle kurulur. Diğerlerinin sizi “tanıması”, kapitülasyonların kalkması çok önemlidir ama devlet kurmanın esası değildir. Dolayısıyla örneklediğim iki yaklaşım da karşısındakilere büyük paye biçiyor. Cumhuriyet'in ilanını bile kendi kazanımından çokLozan’daki karşıt güçler üzerinden tanımlıyor. Ben böyle bir anlayışı duygusal, hatta -gençlerin tabiriyle- biraz “ezik” buluyorum.
KAZANANLAR / KAYBEDENLER
Lozan’la ilgili bir eleştiri de aslında ortada kazanım olmadığıdır. Bu da koşulların analizine değil gönüllerde yatan hayallere dayanıyor kanımca. Çünkü genellikle atlanan “küçük” bir ayrıntı var: Türk heyeti Lozan’da görüşmeleri sürdürürken İstanbul ve Boğazlar işgal altındaydı! Unutmadan... Trakya da henüz Türk egemenliğine geçmemişti. Lozan’ı eleştirenlerin, bu bölgeleri kazanmak için girilecek bir savaşın sonuçlarından emin olmaları mümkün mü? Tabii ki değil! İşgal Kuvvetleri, 4 Şubat 1923'te hâlâ savaş ihtimalini öne sürüyorlardı ve Türkiye’yi ancak Lozan’ın imzalanmasından sonra 2 Ekim'de terk ettiler. İstanbul’u, Boğazlar’ı ve Trakya’yı daha fazla savaşmadan geri kazanmayı “başarısız” bulanlara ne denebilir ki?
Elbette, Türkiye bu antlaşmayla her istediğini elde edemedi. Boğazların askeri denetimi, Ege Adaları, Hatay ve Musul konusu bunların başında gelir. 2.Dünya Savaşı’na giden süreç Türkiye’nin elini güçlendirince 1936’da Boğazlar’ın denetimi alındı, Hatay 1939’da Türkiye’ye katıldı. Yani, kazanımlar açısından bakarsanız Lozan’ın bazı maddeleri aslında değiştirildi. Öte yandan, 90 yıla karşın “barış antlaşması” hâlâ yürürlükte ve iyi ki de öyle.
Lozan'ın başlıca konularından biri de "çizmelerini çıkarıp sivil iskarpin giyen" İsmet İnönü’nün rolü tabii... Kimine göre bir strateji dehası, kimine göre yumuşak başlı bir imzacı. İyi de Dışişleri Bakanı tayin edilen İsmet Paşa, trene atlayıp Lozan’a gitmiş, orada da tek başına karar almış değildir ki başarı veya başarısızlık sadece ona ait olsun! Bu tip görüşler, kalabalık bir heyetin üyelerini (Rıza Nur ve Hasan Saka'nın yanı sıra Celal Bayar, Münir Ertegün, Yusuf Hikmet Bayur, Yahya Kemal Beyatlı sadece birkaçıdır) ve olup bitenden düzenli haberdar olan TBMM’yi hiçe saymaktır. Ayrıca, heyetten bağımsız bir durum vardır ortada: Türkiye’nin elde edemediği yerler zaten askeri gücünün bulunmadığı yerlerdir. Bakınız Ege Adaları, Boğazlar; bakınız Musul! Acaba Türk bayrağı 1922'de İzmir’de dalgalandığı gibi Musul’da da dalgalanıyor olsaydı mesele (1926’da) böyle mi kapanırdı? Tüm diplomatlar Lozan’da olsa bile Türkiye, Musul için savaşı göze alacak durumda değildi. Diplomat deyince... Şu da sorulur: Neden hariciyeciler yerine bir asker heyetin başı olmuştur? Bana kalırsa yanıtı basit: Evet ateşkes yapılmıştır ama barış anlaşması imzalanıp, hedef topraklar geri alınıncaya kadar savaşın bittiğini kim söyleyebilirdi? Bu konuda küçük bir hatırlatma: İsmet Paşa’nınBaş Delegeolmasını teklif eden kişi, hem TBMM Başkanı, hem de “Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa”dır. Yani, II.Mustafa’dan beri (1697) bir muharebede fiilen savaşmış ilk Devlet Başkanı! Savaş süreçlerini sağlıklı okuyabilmek, geçmişi romantizm tuzaklarına düşmeden yazabilmek pek de kolay iş değil galiba...
*Bu yazının Hürriyet'te yayınlandığı 2013 yılı Lozan Antlaşması'nın 90.yıldönümüne denk geliyordu.
Paylaş