Paylaş
Napoléon'un komutasındaki Fransızlar, 1798’de Mısır'ı işgal ettiğinde yanlarında sadece top ve tüfekler değil, bilim adamları ve sanatçılardan oluşan 167 kişilik bir heyet ve 287 ciltlik bir kütüphane vardı. Emperyalizmle birlikte Ortadoğu’da çok farklı bir dönem başlıyordu...
SİNEK VIZILTISININ ÇIKARDIĞI BÜYÜK GÜRÜLTÜ
"Ey Müslümanlar, eğer siz insan değil de sinek olsaydınız, vızıltınız İngilizler'in kulaklarını sağır ederdi.*"
Anlatılanlara göre bu sözler, alim-siyasetçi Cemaleddin Afganî'ye (Efganî de denir, ö.1897) aittir. Afganî, Müslüman coğrafyasının ilk anti-emperyalist seslerindendi.
Ona göre Batı istilasına son vermek için Batı'nın modern düşüncesi ve ilerleme yöntemleri alınmalıdır.
Ama bu atılımla beraber Müslümanlar, İslam'ın özünü de canlandırmalı; hem İslam'a yöneltilen suçlamalara, hem de maddeciliğe karşı dik durmalıdır.
AFGANİ’NİN İZİNDEN YÜRÜYENLER
Bu çağrı, pek çok takipçinin yanı sıra 1928'de Mısır’da güçlü bir yansıma buldu: İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler).
Hasan El-Benna önderliğinde kurulan hareket, 20 yıl içinde önemli ilerleme kaydetti: Eğitim, sosyal yardımlaşma, kültür ve ekonomide etkindiler.
Diğer Arap ülkelerinde benzer örgütlerin kurulmasına model oluşturdular.
İhvan-ı Müslimin, İslam'da öze dönme taraftarı olmakla birlikte Selefîliğe karşı mesafeliydi. 1940'larda Sünnîleri ve Şiîleri yakınlaştırmaya çabaladı.
İhvan, Cumhuriyet ilanına giden 1952'deki "Hür Subaylar" devrimini başta desteklemişti aslında. Ancak kısa süre sonra subaylarla araları açıldı.
Bu süreçte İhvan-ı Müslimin'e katılan Seyyid Kutub, eserleriyle tüm dünyada İslamcı hareketleri etkiledi.
Onun 1965'teki idamı pek çok ülkede tepkiyle kaşılanmıştır.
1970'lerde farklı örgütler, ideolojik planda Kutub'un anti-emperyalist, sosyal adaletçi ve İslamcı söylemlerinden yararlandı.
Eylemci örgütlerin en fazla öne çıktığı ülke ise Lübnan olacaktır...
ORTADOĞU’YU ATEŞE VEREN OTOBÜS
13 Nisan 1975...
Lübnan’ın başkenti Beyrut’un Sabra mülteci kampına doğru ilerleyen bir otobüs, çok sayıda Filistinli mülteci taşıyordu.
Az sonra başlarına gelecek olan felaketin, Ortadoğu’yu kavuracak çok daha büyük bir felaketin kıvılcımı olacağından habersizdiler.
Falanjist Parti (Katolik Arapların partisi) militanları bu otobüse ateş açarak içlerinde kadın ve çocukların da olduğu 27 kişiyi öldürdü.
Lübnan’da “Otobüs Katliamı”nı izleyen üç gün içinde 300, sonraki 15 yılda ise yaklaşık 140 bin kişi hayatını kaybedecekti.
Bu korkunç bilançonun ardında din ve mezhep ayrılıkları olması çok doğaldı.
Çünkü Lübnan’ın siyaset ve devlet yapısı zaten din ve mezhep ayrımları üzerine kuruluydu!
DİN VE MEZHEPLERE DAYALI BİR CUMHURİYET: LÜBNAN
1943'te Fransız yönetiminden ayrılan Lübnan, adeta “Küçük Ortadoğu” gibidir.
Varılan anlaşmayla cumhurbaşkanının Marunî (Katolik Hristiyan), başbakanın Sünnî, meclis başkanının ise Şiî olması hükme bağlanmıştı.
Ülkedeki kimi yorumculara göre, mezheplere dayalı bu yapı nedeniyle “kişilerin ait oldukları (dini-etnik) cemaati gösteren kimlik kartı, diplomadan daha değerli” hale gelmişti.
1967 Arap-İsrail Savaşı, Ortadoğu'da hem milliyetçi, hem de İslamcı hareketlerin söylemlerini ve eylemlerini önemli ölçüde etkileyecektir.
Asıl kırılma ise 1975'te başlayan Lübnan İç Savaşı'yla yaşandı.
1990 yılına kadar süren bu yıkıcı çatışmayı sadece bir iç savaş olarak göremeyiz.
Çünkü hemen her topluluğun Ortadoğu’da bir yansıması vardı.
Durum öylesine karışıktı ki, bir aşamada İran destekli Şiî Hizbullah ile Suriye’ye yakın duran Şiî Emel dahi birbirleriyle çatışmışlardır.
MEZHEPÇİLİK KARŞITI ESAD’IN MEZHEP DAYANIŞMASI
30 Haziran 1979’da Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, radyodan halka sesleniyordu:
“Dini bütün bir Müslüman olarak herkesi inançlı olmaya ve İslam’a aykırı düşen sofuluk ve fanatizmle mücadeleye çağırıyorum... Eğer Suriye, mezhepçiliğin önüne geçmeseydi, şimdi varolmazdı.*”
Esad sözleriyle, 1976’dan beri ciddi bir muhalif güce dönüşen Suriye’deki Müslüman Kardeşler’i hedefliyordu.
Aslında Esad, Nusayrî kökenli olsa da dindarlıktan çok uzak, sosyalist bir Arap milliyetçisiydi (Baas düşüncesi).
Pek çok otokrat lider gibi Esad’ın da çevresinde “güvenilir, tanıdık” isimlere ihtiyacı vardı.
Bu nedenle, orduda ve bürokraside Nusayrîlerin ve diğer azınlık mezhep mensuplarının (Dürzî ve İsmailî) ağırlığı arttı.
Nüfusun %70’ten fazlasını oluşturan Sünnîler, azınlıklar tarafından yönetiliyordu artık.
Bu çelişkiyi karşıt harekete dönüştüren Suriye’nin Müslüman Kardeşler’i oldu.
Sosyalist Baas rejimini, “Müslümanlığı bile tartışmalı olan Nusayrîlikle” özdeşleştirip Sünnî çoğunluğu ayaklandırmayı denediler.
“Mücahidin” adlı grup ise suikast eylemleri düzenledi.
Ancak Esad yönetimi bu isyan hareketlerini çok sert şekilde bastırdı.
1982’de, Hama Ayaklanması’nda tahminen 20.000’den fazla insan öldürüldü.
Esad’ın, ayaklanma ardından yaptığı açıklamalar, seküler bir liderden çok, bir İslamcının kaleminden çıkmış gibidir:
“Evlatlarım, bağışlandığı şekliyle İslam’ı biz koruyacağız. Peygamber’in izinden gidenlerin İslamı’nı. (Halife) Ömer ve Ali’nin İslamı’nı... Siyonist ve gerici düşmanların uşağı Müslüman Kardeşler’e bin kere ölüm!*”
Esad bu süreçte inançlı bir Müslüman imgesi vermeye çalıştı.
Ancak Hama’da öylesine büyük bir katliam yaşanmıştı ki, “Nusayrî” yönetimle, “Sünnî” Müslüman Kardeşler arasında gerçek bir uzlaşma beklemek çok uzak bir hayaldi.
ONBİNLERCE KİŞİ BAĞIRIYORDU: “SADDAM ÇEK ELLERİNİ!”
Suriye’yle çok benzer bir süreç, ama tam tersine bir dengeyle Irak’ta yaşandı.
Şiîler Irak nüfusunun yaklaşık %60’ını oluştururken, 1960’lı yıllarda üst düzey subayların yaklaşık %70’i Sünnî’ydi.
1979’da devlet başkanlığına yükselen Saddam Hüseyin de Sünnî kökenli bir Baas Partisi üyesiydi.
“Bizim partimiz” diyordu Saddam, “daima inançtan yanadır. Ancak bir din partisi değildir ve asla öyle olmamalıdır.*”
Ne var ki Saddam Hüseyin de iktidarını sağlamlaştırmak için önemli pozisyonlara kendi bölgesinden ve ailesinden -dolayısıyla kendi mezhebinden- isimleri getirdi.
Ülkenin Şiî çoğunluğu ile Sünnî ağırlıklı yönetim arasındaki gerilim artıyordu.
1977 yılının Aşure Yası, hükümet karşıtı gösterilere dönüşürken yaklaşık 30.000 kişi, Necef ve Kerbela’da: “Saddam çek ellerini, Irak halkı seni istemiyor!” diye bağırıyordu.
Gösteriler ve hareket “devrimin demir yumruğu” ile dağıtıldı.
1979’daki İran İslam Devrimi ardından Irak’taki “İslami Dava (Davet) Partisi” ve “Mücahidin Örgütü” eyleme geçince 5000 civarında isim gözaltına alındı.
Buna karşın Saddam Hüseyin, Irak genelinde Şiîlerce kutsal sayılan dini yapıları onartıyordu. Ayrıca, Hz.Ali’nin doğum gününü resmî bayram ilan etti.
Kendisinin de Hz.Ali’nin soyundan geldiğini öne sürerek “Atamız Ali, İslam’ın lideridir. Peygamber’in damadıdır ve Arap’tır” diyordu.
İmamlar’ın kabirlerini ziyaret etti ve Irak halkına seslendi: “Biz İmam-ı Hüseyin’in torunlarıyız.”
1980’da patlak veren ve sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı’nda, Irak’taki her tür Şiî muhalefet, “Araplığa ihanet, düşmanla işbirliği” sayılacaktır. Saddam’ın bu konudaki tavrı çok netti:
“Dini göndermeler, Fars ırkçılığının Arap kızgınlığını örtmeyi amaçlayan maskesinden başka bir şey değildir.*”
HER YER KERBELA, HER GÜN AŞURA!
“Basra’lılar! İnançlı kardeşlerinizi kucaklayın; zındık ve baskıcı Baas’ın elini kesin ve onu topraklarınızdan çıkarın. Siz, kutsal ibadethanelerin mekanı Necef ve Kerbela’nın saygıdeğer halkı!... Allah’ın size verdiği fırsatı kullanın, erkekçe bir tavırla ayağa kalkın!”
İran İslam Devleti’nin lideri Ayetullah Humeynî, bu sözleri, Temmuz 1982’de Şiî Iraklıları işbirliğine ve isyana davet ettiği radyo konuşmasında söylüyordu.
“Şiî kartı”nı kullanarak Baas-Saddam rejimini “içeriden” yıkmaya çalıştıysa da bunda başarılı olamadı.
1979’daki devrim, tarihte ilk defa -gerçek anlamda- hanedansız, Şiî-İslamî bir düzen getiriyordu. Humeynî’nin yönetim anlayışıyla (Velayet-i Fakih), hanedanın yerini, ‘rejim muhafızı’ olan ulema aldı.
Siyasi temsil, genel seçim, meclis, cumhuriyet, anayasa, hatta halk devrimi gibi Batı kökenli modern kavramlar, İran’da Şiî-İslamî bir kimlikle birleşip farklı bir anlama büründü: Cumhuriyet’in ilk meclisindeki milletvekillerinin %51’i ulemadandı*.
Devrimin ‘modernist’ tarafının yanı sıra Şiî gelenekleriyle bağı da çok güçlüydü kuşkusuz. Hemen her yerde Sorbonne doktoralı ideolog Ali Şeriatî’nin sloganı yankılanıyordu: “Her yer Kerbela, her gün Aşura!”.
Humeyni’nin “Hz.Hüseyin artık ölmeyecek*” sözü, bu sloganın tamamlayıcısı gibiydi.
Duvarlardaki bir başka slogan ise din ve modernlik arasındaki bu ilginç birlikteliğin özeti gibidir: “Allah’ım devrimi, mehdi dönene dek muhafaza et!*”
AFGANİSTAN’IN ETKİSİ
Yabancı güçlerin Ortadoğu’yu sarsan hegemonyası, Müslümanlar arasında savaşçı söylemleri daima tetiklemiştir.
Afganistan’ın 1979-89 arasında Sovyetler Birliği tarafından işgali bunun tipik bir örneğidir.
“Süper Güç” olan düşmana karşı savaşabilmek için ortak bir ideal ve disiplinli bir organizasyon gerekiyordu. Ve ölümle iç içe yaşanan bir ülkede, ölmenin bir anlamı olmalıydı.
Hiç kuşkusuz bu çerçevede “şehitlik”, can vermenin en muteber biçimidir.
Afganistan, yıllar içinde tüm İslam coğrafyasından gelen gönüllülerin buluşma noktası olacaktır.
Benzerlerine Bosna’da, Çeçenistan’da ve Kosova’da rastladığımız bu hareketler, yabancı işgaline karşı cihatçı bir dil taşır. Bir yandan da kendi içinden daha radikal gruplar türemiştir.
Örneğin Afganistan’da Sovyet işgali sonrasında katı kuralcı gruplar, kendilerinden daha “mutedil” olanları saf dışı bıraktılar.
Kaos ortamında “itidal (ortasını bulma), ifrat ve tefritten (her türlü aşırılıktan) kaçınma” gibi kavramlar çok lükstü.
Bir Taliban liderinin, ülkede iktidarı ele geçirdiğinde Afgan olmayan mücahitlere söylediği sözlere kulak verelim:
“Bizim Amerikancı olduğumuzu söyleyenler, bu sözlerinden dolayı bu dünyada da utanacaklar. Taliban’ın en üstünden en alt tabakasına kadar öyle bir şuuru vardır ki, şayet liderimiz Molla Ömer bile hareketimize hıyanet edecek olsa onu da ezer geçer ve yolumuza devam ederiz.*”
Mücahitliğin en uç noktası olarak görülen Taliban-El Kaide denetimine son verense, 11 Eylül sonrasında, ABD liderliğindeki askeri birlikler olacaktır.
Afganistan’ı, 2003 yılında Irak izler.
Ortadoğu’da yeni bir Selefî dalga için tüm koşullar hazırdır adeta...
SELEFÎ ÖRGÜTLERİN YÜKSELİŞİ
2003 yılında, Irak’ı işgal eden kuvvetlerin lideri ABD, garip bir çelişkiyle karşı karşıyaydı...
Baas rejimini tamamen bitirmek için Saddam’ın dayandığı Sünnî ağırlıklı orduyu ve bürokrasiyi dağıtmak durumundaydı. Bu da neredeyse tüm yönetimi pratikte Şiîlere teslim etmek demekti. Irak’ta güç dengesi tam tersine dönüyor; hegemonya Sünnîlerden Şiîlere geçiyordu. Ki bu da İran’ın artan bölgesel etkisiyle sonuçlanabilirdi.
Tüm bu koşullar, El-Kaide bağlantılı örgütlerin, kendini dışlanmış gören Sünnî bölgelerde kök salmasını kolaylaştırdı.
Bu örgütler içinden biri, El-Kaide yönetimini son derece yetersiz, hatta yumuşak (!) buluyordu: Tüm dünyada etkin olmakla birlikte El-Kaide’nin kalıcı bir bölgesel hakimiyetinden söz edilemezdi.
El-Kaide’den ayrılıp hem Irak’ta, hem de Suriye İç Savaşı’nda etkin olan bu grup, kendine iddialı bir isim verdi: “Irak ve Şam İslam Devleti” ya da kısaca IŞİD (DAEŞ). Bayrak olarak da Hz.Peygamber’in 1365 yıl önce kuyuya düşen yüzüğü üzerindeki mührü seçti.
ABD Irak’tan çekilmiş olduğu için, IŞİD “işgalcilerle” savaşmak yerine, tüm enerjisini Irak’ın Şii denetimindeki ve Suriye’nin Baas-Nusayri denetimindeki ordularına yöneltti. Ayrıca Şiilerin yanı sıra, kendisine karşı çıkan Sünnî gruplarla da çatışmaktan çekinmedi. Geleneksel Sünnîlik bir yana, Suudi Arabistan’daki Selefîliği dahi yetersiz bulan “Yeni Selefîlik”, Afganistan’dan sonra, Irak ve Suriye’nin bir bölümünde de bölgesel hakimiyete kavuşmuş oldu.
HİCRET’TEN 1436 YIL SONRA
Hz.Peygamber’in vefatından günümüze kadar Ortadoğu’da çok şey değişti; bazı şeyler ise pek değişmedi...
Emevi saltanatından beri yaşanan bunca olay...
Sadece mezhep veya kabile bağlantılarına dayanan yönetimlerin eninde sonunda felaket getirdiğinin kanıtı değil mi?
Çatışmalar, farklı grupların taleplerini yok sayan katı yöneticilerin veya o grupların uzlaşmaz liderlerinin eseri değil mi?
Ve bunca karşılıklı hakaret ve acı...
Olaylara hep tek bir açıdan bakmanın sonucu değil mi?
Tarih bize, mezhep ayrışmalarının itikadi meselelerden ziyade ekonomik, sınıfsal, bölgesel, askeri veya ailevi mücadelelerden beslendiğini söylüyor.
Bu olaylara çatışmacı bir gözle baktığınızda 1400 küsür yıllık tartışmaları bugün de aynen sürdürmeniz mümkün.
Öte yandan, aynı tabloda tüm ayrılıkların ve çatışmaların sonuçsuzluğunu görmek de mümkün.
Cemaleddin Afganî’nin tüm mezheplere ve tüm inançlara uyarlanabilecek olan şu sorusuyla bitirelim:
"Bugün Sünnîler Hz.Ali'nin hilafetine öncelik tanısalar bu Acemleri kalkındırır ve S¸iâ'nın durumunu iyiles¸tirir mi? Yahut aksine S¸iâ, Sünnîlerin kanaatini benimsemis¸ olsa bu yolla Sünnîler kalkınır ve güçlenir mi?*"
DİPNOTLAR:
Kamil Çolak (2008); Hayreddin Karaman (1994); Nikolas van Dam (2000), Özge Özkoç (2008); Hanna Batatu (1988); Adeed Dawisha (1999); Mansoor Moaddel (1993); Ünal Gündoğan (2010); Hasan Onat (1993); Yahya Konuk (2007).
Paylaş