Paylaş
Hz. Muhammed, yazılı bir vâris tayin etmemiş, halifesinin seçimi hakkında açık bir yöntem belirtmemişti. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra ayrışan Müslümanlar, yüzyıllarca süren mezhep savaşlarının temelini atmış oldular…
BAŞLARKEN
Ortadoğu tam anlamıyla yangın yeri. 1,8 milyon kişi, Türkiye’de sığınmacı. Çatışmalar, topraklarımızdan çıplak gözle izlenecek kadar yakın. Irak’ta IŞİD’in rehin aldığı Musul Konsolosluğu personeli zorlukla kurtarılırken, Suriye’de tehdit altındaki Süleyman Şah Türbesi mecburen nakledildi. Yaşananlar ekonomiyi, güvenliği ve dış ilişkileri doğrudan etkiliyor; taşlar yerinden oynuyor.
Hal böyleyken -meraklısı olmasak bile- Ortadoğu’yu daha iyi tanımaya mecburuz. Hilafet, Şiî, Sünnî, Nusayrî, Dürzî, İhvan, Selefî... nedir, ne değildir bilmeden, olayları doğru analiz etmemiz çok zor. Üstelik güncel siyaset sık sık tarihî olaylara nispetle değerlendiriliyor. Pek çok tartışma bir anda İslam’a, hatta mezhep ayrımlarına bağlanıyor.
Oysa etrafımızda olup bitenleri sadece inanca dayalı (itikadî) bir mücadele sanmak bizi yanlış yerlere götürür. Ortadoğu’da Müslüman grupların birbiriyle savaşması sadece inanç temelli değil. Yaşanan mezhep çatışmalarının tarihten gelen toplumsal, ekonomik, etnik ve kültürel nedenleri var.
Bu yazı dizisi, İslam dini veya mezhep inançları hakkında değil; mezheplerin Ortadoğu’daki iktidar mücadelesi hakkında... (Başlı başına incelenmesi gerektiği için Türkiye’deki mezheplerin tarihi, doğrudan yer almıyor.) Amaç, bilginin kılavuzluğunda bugüne ve yarına ışık tutmak... Gelin, Hicret’in 10. yılından 1400. yılına hızlı bir yolculuk yapalım.
Vakit geceyarısıydı...
Hz. Peygamber kapıya doğru yürüyünce hanımı Hz. Aişe merakla sordu:
“Nereye gidiyorsun ya Resulullah?”
“Baki Mezarlığı’nda yatanların bağışlanması için dua etmeye gidiyorum...”
Medine çoktan sessizliğe gömülmüştü.
Hz. Muhammed, o gece Cennetü’l-Baki kabristanında dua ederken dünyadan ayrılma vaktinin yaklaştığını hissetmişti. Hatta bunu yanındakilere de söyledi. Namaz kıldıktan sonra kabirlerde yatanlara baktı ve şöyle seslendi:
“Birbiri ardına kıt’alar gibi karanlık geceler geliyor. Bunların sonuncusu, ilkinden daha şiddetli olacaktır. İnsanların durumuna bakılırsa siz daha iyi bir durumdasınız.*”
Hz. Muhammed o geceden itibaren ‘en yüce dost’a kavuşmayı beklerken, hayatının son günlerindeki her adımı, her sözü bir işaret sayılacaktı.
Yüzyıllar sürecek o ‘karanlık ve şiddetli’ mezhep savaşlarında, herkes iddiasını o günlerde yaşananlara dayandıracaktı...
120 BİN KİŞİ GADİR-İ HUM’DA
16 Mart 632, çok sıcak bir gündü...
Hz. Muhammed, Veda Haccı dönüşünde Gadir-i Hum denilen yerde özel olarak durdu. Uzaklaşanlar dahil tüm hacıların burada toplanmasını istedi.
Bu, beklenmedik bir çağrıydı. Belli ki Resulullah önemli şeyler söylecekti.
Tüm hacılar toplandığında hep birlikte öğle namazı kılındı.
Sonra Peygamber hazırlanan yükseltinin üzerine çıktı.
Yanına Hz. Ali’yi çağırdı.
Tüm kalabalık susmuş dikkatle konuşmasını bekliyordu.
Hz. Muhammed, bugüne dek onlara sunduğu hizmetlerden razı olup olmadıklarını sordu.
Tüm kalabalık hep bir ağızdan onun görevini layıkıyla yaptığına tanıklık etti.
Peygamber, kendisi müminlere nasıl yakınsa Hz. Ali’nin de öyle yakın olduğunu anlattı.
Ardından 120 bin kişinin tanıklığında, Hz. Ali’nin elini tutup havaya kaldırdı ve şu cümleyi söyledi:
“Ben kimin mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır.”
Hz. Muhammed’in ağzından çıkan her kelime Müslümanlar için kutsal bir emir gibiyken... Acaba kendinden sonrası için ‘kardeşi gibi’ sevdiği Hazreti Ali’yi mi işaret etmişti?
170 MİLYON Şİİ’YE GÖRE PEYGAMBER O GÜN HZ. ALİ’Yİ İŞARET ETMİŞTİ
Bugün dünya üzerinde yaşayan yaklaşık 170 milyon Şiî (= takipçi, taraftar) Müslüman için, Hz. Muhammed’in bu sözleri aynı zamanda onun vasiyetiydi.
Hatta, rivayetlere göre Peygamber, “Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve Ehl-i Beyt’imi” hadisini de burada söylemişti.
İşte bu nedenle tüm dünyada Şiîler, Hicrî Takvim’in 18 Zilhicce gününü ‘Gadir Hum Bayramı’ olarak kutluyor.
Çünkü onlar için bu tarih, Peygamber’den sonraki imametin ve hilafetin tüm Müslümanlara tebliğ edildiği gündür: Peygamber’in manevi mührünün mirasçısı, Ali bin Ebu Talip’ten başkası değildir.
Yani, Peygamber’in amcasının oğlu ve damadı...
Hz. Fatıma’nın eşi, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in babası...
Şiîler için Birinci İmam...
Ve günümüzde 1.6 milyarı aşkın Müslüman için cennetle müjdelenmiş 10 kişiden biri ve dördüncü halife: Hz. Ali.
MADEM HZ. ALİ’Yİ İŞARET ETTİ NEDEN AÇIKÇA SÖYLEMEDİ?
Gadir-i Hum olayının ilginç tarafı, sadece Şiî kaynaklarında değil, pek çok Ehl-i Sünnet (Sünnî) kaynakta da yer almasıdır.
Hatta karşıt yorumcular bile, Peygamber’in “ben kimin mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır” hadisini reddetmezler. (Mevla: dost, yardımcı, mirasçı, tasarruf sahibi, hizmetkâr/efendi, kökü: Velayet).
Ancak bu sözlerin o günlerde yoğunlaşan, Hz. Ali aleyhindeki iftira ve şikâyetleri bertaraf etmek için söylendiğini belirtirler. Ayrıca Hz. Ali’nin sevilmesi için bir öğüt olduğunu; ‘dost’ anlamına gelen ‘mevla’ kelimesinden ‘tâbî olunacak kişi’ anlamı çıkarılamayacağını söylerler. Ve şu soruyu eklerler: Peki ama Müslümanlara her şeyi açık bir şekilde anlatan Peygamber, Hz. Ali’yi halifesi olarak seçtiyse bunu neden kesin bir şekilde ifade etmedi?
NAMAZI EBU BEKİR KILDIRSIN
Gadir-i Hum hutbesinden sonraki günlerde başka işaretler de gelecekti.
Hz. Muhammed’in hastalığı ilerlemiş, ateşi iyice yükselmişti. Kimileri onun hummaya yakalandığını söylüyordu.
Kaçınılmaz sonun yaklaştığını anlayan Peygamber, Mescid-i Nebevî’nin yanı başındaki Hz. Aişe’nin odasında kalıyordu. Bir gün mescide geçerek herkesle helalleşti:
“Sizden ayrılma vaktim iyice yaklaşmıştır.”
Bu konuşmadan sonra mescide bitişik evleri kastederek, “Mescid’e açılan tüm kapıları kapatın. Sadece, Ebu Bekir’in kapısı açık kalsın” dedi.
Artık namaz için odasından çıkamaz haldeydi. Bilal-i Habeş’in ezanı okuduğunu duydu ve yanındakilere seslendi:
“Ebu Bekir’e söyleyin, namazı kıldırsın.”
‘Onun yufka yürekli olduğu için peygamber hasta yatarken namazı kıldıramayacağını’ söyleyenler olduysa da o, isteğini tekrarladı.
Bu konudaki kararlılığını birkaç gün sonra yine gösterecekti.
Hem de tüm Medinelilerin gözleri önünde...
Kendisini iyi hissettiğinde Mescid’e geçti. O sırada cemaate namaz kıldıran Hz. Ebu Bekir, Peygamber’in geldiğini fark edince yerini ona vermek istedi.
Ancak Hz. Muhammed devam etmesini işaret edip onun yanına oturdu.
Sonraları pek çok kişi tüm bunları Hz. Ebu Bekir’in hilafetine Peygamber’in onayı olarak yorumlayacaktı...
Olan biten açık değil miydi? Peygamber hayattayken, Hz. Ebu Bekir’i imam tayin etmemiş miydi?
Peki ama imamlık ve halifelik aynı şey miydi?...
HZ. EBU BEKİR’İ Mİ YOKSA HZ. ALİ’Yİ Mİ YAZACAKTI?
Eğer Hz. Muhammed, kendinden sonra mühürün kime geçeceğini, yani halifesinin kim olacağını yazılı olarak duyurmak isteseydi elbette tarih farklı bir şekilde akardı.
Aslında son anda böyle bir ihtimal belirmişti: Peygamber hasta yatağındayken, “Bana bir kâğıt kalem getirin” dedi, “Size bir şey yaz(dır)ayım ki benden sonra yolunuzu kaybetmeyesiniz.”
Bu hiç beklemedikleri talep karşısında ne yapacaklarını bilemediler. Hepsi o telaşla farklı farklı fikirler söyleyince, uğultular küçücük odayı doldurdu.
İşte tam o anda, istenen kâğıdı ve kalemi getirebilselerdi, tarihin en önemli tartışmalarından biri belki de başlamadan son bulacaktı.
Ama öyle olmadı.
Odadakilerin tereddütleri ve gürültülü tartışmaları karşısında Peygamber bu isteğinden vazgeçti.
Vefatından dört gün öncesiydi...
Bu yazılmamış satırlar, çağlar boyunca hem merak hem de iddia konusu oldu haliyle.
Tarihçiler bu olaya ‘Kırtas (kâğıt) Hadisesi’ adını verdiler.
Pek çok kişiye göre Peygamber o gün vasiyetini yazdıracaktı.
Şiîlere göre Resulullah, o kâğıda halifesi olarak Hz. Ali’nin adını yazacaktı ama Hz. Aişe ve Hz. Ömer’in engellemesiyle yazmamıştı.
Başkalarına göreyse o kâğıda yazılacak olan Hz. Ebu Bekir’in adıydı.
Belki de sadece manevi tavsiyelerini yazdıracaktı...
Elbette, ‘yazılmamış bir vasiyette ne yazacağını’ bilmek mümkün değil!
Buradan ötesi tamamen bir inanç meselesi.
Kesin olansa, bu tartışmanın İslam ümmetinin günümüze dek süren en büyük ayrılığının, yani Şia’nın çıkış noktası olduğu: Peygamber’in mührü önce kime geçmeliydi?
HZ. ALİ YOKKEN KARAR ALINIYOR
Hazreti Ali, o küçücük odada Peygamber’in naaşının başındaydı. Hz. Muhammed, naaşının yıkanması görevini ona vasiyet etmişti.
O bu görevi yerine getirirken, Ensar’ın (Medineliler) önde gelenleri ise bir bahçede toplanmış, yeni halifenin seçimini tartışıyordu.
Bu gelişmeyi haber alan Hz. Ömer, “Mutlaka gelmen gereken bir olay oldu” diyerek Hz. Ebu Bekir’i çağırdı. Bir grup Muhacir (Medine’ye hicret etmiş olan Mekkeliler) ile birlikte hızla toplantıya gittiler.
Durum hassastı. Medineliler, Peygamberden sonra hilafetin Medine’nin hakkı olduğunu düşünüyordu. Ensar ve Muhacir arasında bir ayrılık yaşanabilir miydi? Ayrıca Mekke’de, İslam’ı fetihle mecburen kabul edenler (Tuleka) vardı. Üstelik eski liderleri Ebu Sûfyan da hâlâ etkiliydi. Onlara henüz güvenilemezdi. Belirsizlik bir an önce aşılmalı, ‘fitne’ ihtimali ortadan kaldırılmalıydı...
İşte bu şartlar altında, Hz. Ebu Bekir oradakilerin oyuyla halife seçildi. Hz. Ali o toplantıda da seçimde de yer almamış; hatta haberdar dahi olmamıştı.
Bu durum, hem kendisinde hem de Peygamber’in kızı Hz. Fatıma’da buruk bir iz bıraktı.
Hz. Ali, seçim sonucuna karşı çıkmadı ama Hz. Ebu Bekir’e 6 ay sonra (eşi Hz. Fatıma vefat ettikten bir süre sonra) biat etti.
Öte yandan Hz. Ali, ne o günlerde ne de sonraki yıllarda hiçbir muhalif harekette yer almadı. Hatta rivayete göre Hz. Ebu Bekir’e karşı çıkmasını öneren, “Dilerse Medine’yi atlılarla dolduracağını” söyleyen Ebu Sûfyan’ı kesin bir dille tersledi.
İlk halife Hz. Ebu Bekir ise düzeni koruyup devamlılığı sağlamayı başarırken hilafeti kendinden sonra Hz. Ömer’e devredecekti. Artık, yeni fetihlerle büyüme zamanıydı...
Şİİ-SÜNNİ AYRILIĞININ KÖKENİ
Anlattıklarımız, 1400 yıldan fazla bir zaman önce yaşanmış, uzak olaylar gibi görünebilir. Oysa İslam dünyasını bölen Şiî-Sünnî ayrılığının kökeni Hz.Muhammed'in vefatından sonraki bu olaylara dayandırılıyor.
Şiîler, Gadir-i Hum’da Peygamber'in Hz.Ali'yi varisi olarak belirlediğini, dolayısıyla Hz.Ebu Bekir'in halife seçilmesiyle hakkının alındığını öne sürüyorlar. Karşıt görüştekilerse Peygamber'in vefat etmeden önce Hz.Ebu Bekir'i imam olarak seçtiğini savunuyorlar.
Diğerleri ise bu iki olayın da halife tayini anlamına gelemeyeceğini, Hz.Muhammed'in hiç bir şekilde yerine birini tayin etmediğini belirtiyorlar. Bu konuda sessiz kaldığını düşünüyor, seçimi, Müslümanlara bıraktığına inanıyorlar.
İşin ilginci bu olaylar, yaşandığı günlerde değil çok daha sonraları kritik önem kazanacaktır. Yıllar içinde her yeni mücadele, siyasi mezhepleri biraz daha belirgin hale getirecektir...
BAŞ DÖNDÜREN LÜKS VE GÜÇ YARIŞI
Yıllarca Hz. Muhammed’i ortadan kaldırmak için uğraşan Ebu Sûfyan liderliğindeki kodaman aileler (aristokratlar) Mekke’nin fethinde toplu aftan yararlanarak canlarını ve mallarını korudular.
İşin ilginci İslam’ı mecburen kabul ettikten bir süre sonra kendilerini eskisinden çok daha güçlü bir pozisyonda buldular!
Peygamber’in vefatından 15 yıl sonra, Libya’dan İran’ın içlerine, Kuzey’de Diyarbakır’a uzanan muazzam bir alan Müslümanların idaresine girmişti bile. Kudüs, Şam, İskenderiye, Urfa gibi kadim şehirler; ticaret yolları, kaleler, saraylar, görkemli dinî binalar, hamamlar...
Savaş esirleri, nitelikli işgücü...
Tarım arazileri, binlerce at, deve ve hayvan sürüleri... Hepsi fatihlerin emrindeydi artık.
Zenginleşme öyle bir boyuttaydı ki, başkent Medine yakınlarında eskiden 150 dirheme satılan araziler, 400 bin dirheme alıcı bulabiliyordu!
Hz. Ömer, bu mal-mülk tutkusuna karşı sade ve eski kıyafetlerle dolaşarak herkese mesaj vermek durumunda kalmıştı. Ancak servet, lüks ve güç yarışını sembolik mesajlarla önlemek pek mümkün değildir.
Bu büyük zenginliğin paylaşım mücadelesi çok şiddetli olacaktır.
YARIN: 1364 yıl sonra kuyudan çıkan yüzük - Namaz kıldıran sarhoş vali - Hz. Osman’ın öldürülmesi bir komplo muydu? - Hz. Ali ilk üç halifeye karşı çıktı mı? - Hz. Aişe Peygamber’in hangi sözünü hatırlayınca savaştan vazgeçmek istedi? - İslam düşmanlığından halifeliğe uzanan bir hayat...
DİPNOT: * Muhammed Ebu Zehra, ‘Son Peygamber Hazreti Muhammed’, 1997.
Paylaş