Paylaş
Sonrasında din hükümlerinde ve Kuran ayetlerinde akli yorumlara en kapalı mezhebin, yani Selefiliğin tohumları atıldı.
YAKILAN KİTAPLARIN DUMANI DÖRT BİR YANI KAPLIYORDU...
O dünyaya gelmeden birkaç yıl önce, hilafetin başkenti Bağdat işgal edilmişti bile.
Bu sonucu öngören bir âlim, “Bu hikâye, tüm hikâyeleri yutan bir hikâye, tüm vakaları katlayan bir vaka... Tüm felaketlerin önemini azaltan bir felakettir*” demişti.
Söz konusu ‘felaket’, Moğol istilalarıydı.
Bağdat’ta binlerce kişiyle birlikte Abbasi halifesi de öldürülmüş, ‘Beytü’l-Hikme’ adı verilen dev kütüphane ve bilim merkezi yağmalanmıştı.
Binlerce cilt el yazması yok olurken yitirilen sadece Arapça eserler değil, Grekçe, Kıptice, Süryanice, Farsça ve Sanskritçe antik kitaplardı aynı zamanda.
Meridyenlerin açısını, dünyanın çevresini doğru hesaplayan araştırmaların, pek çok bilim dalındaki çalışmaların uzunca bir süre sessizliğe gömülmesi demekti bu işgal.
‘Bilgelik Evi’nde yok olan her sayfa, İslam medeniyetinde ‘Altın Çağ’ın sona erişini anlatır gibiydi...
ENDİŞELİ BİR AİLE SAVAŞTAN KAÇIYOR
Henüz 6-7 yaşındaydı...
Doğduğu bu şehirde, yani Harran’da artık kendilerini güvende hissetmiyorlardı.
Orta Asya’dan esen Moğol fırtınası, Türkistan’dan başlayarak adım adım tüm İslam âlemini altüst etmişti.
Dev sanılan sultanlıklar teker teker çöküyor; şehirler, medreseler birbiri ardına yıkılıyordu.
Urfa, Harran ve çevresi hem kuzeyden hem de güneyden her an tehdit altındaydı.
Harran’da kalmanın tehlikeleri nedeniyle babası, ailesiyle savaşın olmadığı bir yere göçmeye karar verdi.
Memlûklar, Moğolları durdurmayı başarmıştı. Bu nedenle Suriye’nin güneyi güvenli görünüyordu. Gitmeleri gereken şehir Şam’dı.
Hem babası medresede ders verirken o da iyi bir eğitim görebilirdi...
Yıl 1269’du.
GENÇ BİR LİDERİN YÜKSELİŞİ
Ortadoğu’da taşlar henüz yerine oturmamıştı.
Hilafet ortadan kalkmış sayılırdı.
Herkes Moğollardan bir yerleri geri alma derdindeydi...
O artık otuzlu yaşlarındaydı...
Kapsamlı bir eğitim almıştı.
Zengin bir kütüphaneye, din bilimlerinin her alanında çok geniş bilgiye ve sağlam bir hafızaya sahipti.
Ayrıca matematikte, hat sanatında, dil bilgisinde başarılıydı.
Gençlik yılları boyunca babasının camilerdeki vaazlarını dinlemişti.
Bunun da etkisiyle hitabeti çok güçlüydü.
Yeteneğiyle geniş kitleleri etkileyebiliyordu.
Savunduklarını boşluk bırakmayan keskin bir mantıkla savunur, suçladıklarını güçlü iddialarla suçlardı.
Elbette yöneticiler ondaki propaganda gücünü fark ettiler. kuzeye yapılan cihat için halkı cesaretlendirme görevi artık onundu.
BİR PROPAGANDA USTASININ ‘CAN ALICI’ SORULARI
1300 yılında ‘düşman’ Şam’a saldırdı.
Bir kaç yıl önce İslam’ı seçen Moğol sultanı Gazan Han’a giderek, bir grup alimle birlikte Şam için eman (bağışlanma) diledi.
Bu ikna edici hamle sayesinde şehir, yağmalanmaktan kurtulmuştu.
O yıllarda Moğollar (İlhanlı) İslamiyete geçmeye başladığı için Müslüman-kâfir ayrımı çetrefil bir konuydu.
O, Moğolların, Hz. Ali’yi şehit eden Haricilerden bile daha büyük bir tehlike olduğunu söylüyordu: Moğollar İslam’ı seçmiş olabilirler ancak bu onları İslam’ın kurallarını uygulayan ‘hakiki’ Müslümanlar yapmaz. Müslüman kendi yaptığı yasaya değil, şeriata uymalıdır. Eğer Moğol-İlhanlı sultanı ‘gerçek’ bir Müslüman olsaydı, ordusunda Budist veya diğer dinlerden askerlerin bulunmasına izin vermezdi. Eğer bir kişi ‘münafıksa’ Müslümanım dese bile ona karşı cihat yapmak gerekir...
Bu düşüncenin sahibi Selefiliğin fikir önderi, simge ismi İbn Teymiyye’ydi.
Onun bu düşünceleri, Haricilerden miras kalan ‘hayati’ soruyu tekrar gündeme getiriyordu: ‘Gerçek Müslüman’ kimdi ve onun hakkında nihai hükmü kim verecekti? Birinin ‘kafir’ olduğuna karar verme yetkisi kime aitti?
SERT MÜCADELENİN SERT ADAMLARI...
İbn Teymiyye, halkı Moğollara karşı cihada çağıran yüreklendirici konuşmalar yapıyordu. Katıldığı seferlerden bazıları ‘düşman’ın ve Haçlıların işbirlikçisi görülen bir Şii kabileye karşıydı.
Bir yandan da kitaplar yazıyordu.
Şiilerin yanı sıra sûfileri, hatta bazı Ehl-i Sünnet imamlari ve hadisçileri çok sert ifadelerle eleştiriyordu. Bu nedenle hakimler tarafından pek çok kez tutuklanmak istense de yerel idareciler her defasında onu kurtardılar.
Çünkü zaman, sert bir zamandı.
Yöneticilerin amansız bir düşmana karşı gözü kara, sert adamlara ihtiyacı vardı.
Ancak aynı cihat çağrısını Memlûklerin başkenti Kahire’de sürdürünce suçlandı ve tutuklanmaktan kurtulamadı.
Hapiste ve gözaltında kitaplar yazdı. Uzun yıllar Şam’a dönmesine izin verilmedi.
Ta ki yeni bir Moğol saldırısı başlayıncaya kadar...
TAVİZSİZ BİR İNANÇ SAVAŞÇISI
Şam’daki ikinci döneminde çok sayıda öğrenci yetiştirirken ünü her tarafa yayıldı. Öğrencilerinin sayısıyla beraber etkisi de artıyordu.
İslamiyet’in ilk dönemindeki cihat ruhu diriltilmeliydi.
Müslümanlar Moğol işgaliyle üzerlerine sinen ölü toprağını atmalıydı. Zaten ölmüşlerin mekânlarıyla ilgili itirazları da vardı.
Konuşmalarında peygamber mezarlarının ve mukaddes mekanların ziyaretine şiddetle karşı çıkınca tekrar tutuklandı.
Hapisteyken yazdığı eserler de şikâyet edilince, son çare olarak kâğıdı ve kalemi alındı elinden. Kalemi onun en güçlü silahıydı. Silahsız yaşayabilir miydi?
Bir süre sonra hapiste hayata veda etti.
Yaşı altmış beşti...
İbn Teymiyye, çocukluğundan itibaren sürekli savaşan bir Ortadoğu’da yaşamış, çarpışa çarpışa tavizsiz bir inanç savaşçısına
dönüşmüştü.
Din hükümlerinde ve Kuran ayetlerinde akli yorumlara en kapalı mezhebin, yani Selefiliğin sembol ismiydi.
İbn Teymiyye’nin eserleri ve mücadeleleri, yüzyıllar boyunca pek çok kişiyi ve hareketi etkileyecekti...
KİTAPLAR VE KILIÇLAR BULUŞUYOR
Dört yüz yıl kadar sonra...
Arabistan’ın ortasında, çöller diyarı Necd bölgesinden Medine’ye gelmiş genç bir adam, elindeki kitabın her sayfasını dikkatle okuyordu. İçindeki fikirler onu çok etkilemişti. Kitabın yazarı İbn Teymiyye, okuyan genç adamın adı ise İbn Abdülvehhab’dı.
Dedesi ve babası gibi o da Hanbeli mezhebinden bir hukukçu ve din adamı olarak yetiştiriliyordu.
Necd bölgesinde halkın pek çok hurafeye inandığını bilen hocası onu kitaplarla dolu bir odaya götürüp şöyle demişti: “İşte ihtiyacın olan tüm silahlar burada**.”
Bir başka gün, Medine’de Hz.Peygamber’in kabri başında ondan şefaat dileyenleri gördüğünde hocası “Bunlar mutlaka son bulması gereken davranışlar” diyecekti.
Eğitimde hep yaşıtlarından önde olmuştu.
Öğrendiklerini unutmazdı.
İbn Abdülvehhab, yaptığı yolculuklardan sonra babasının çöldeki kasabasına döndü.
Çöldeki bazı alışkanlıklarını değiştirmeye kararlıydı.
Etrafına topladığı silahlı arkadaşlarıyla birlikte civardaki sahabenin kabir ve türbelerini yıkmaya başlayınca tüm dikkatler üzerinde toplandı.
Şikâyetler nedeniyle yer değiştirmek zorunda kaldı.
Bu değişiklik, belki de bölge tarihindeki en önemli işbirliklerinden birinin başlangıcı olacaktı...
Aradığı destek, ilginç bir yolla kendisine ulaştı.
İbn Abdülvehhab’ın fikirlerini duyup etkilenen Mudi binti Ebu Vahtan kocasına mutlaka bu alimle tanışıp ona destek olması gerektiğini söyledi:
“Bu adamı senin önüne Allah çıkardı. Mutlaka bu fırsattan yararlanmalısın”.
Kocası, Riyad yakınlarındaki Dir’iye emiri İbn Suud’du.
Yani günümüzün Suudi krallarının atası.
Âlimin ve emirin anlaşmaları uzun sürmedi.
İbn Suud, 1744 yılında davasında başarılı olması için İbn Abdülvehhab’ı koruyup, ona her türlü desteği sağlayacağına söz verdi.
İbn Abdülvehhab’ın silahı kitaplar, İbn Suud’unki ise kılıçlardı.
Vehhabilik (Vahhabilik), artık mücadeleye koyulabilirdi.
Amaçları netti: ‘Bid’at’ (dine yapılan eklenti) olan ne varsa yok edilmeli, şeriatı uygulamayanlar hizaya getirilmeliydi. Bir yandan mezheplerini yayacak, bir yandan da yeni bir devlet kuracaklardı...
İSLAM ÂLEMİNİ SARSAN YIL: 1979
Suudiler Sünni İslam’ın liderliği için çalışırken 1979’da Şii İslam dünyasında radikal bir değişim oldu: İran İslam Devrimi. Devrim’den kısa bir süre sonra Suudi Arabistan’ın doğusundaki Şii azınlık (nüfusun %6-8’i) isyana kalkıştı. 90 bin kişi Aşure törenlerinin serbest bırakılması için gösterilere başlamıştı.
Krallığı Selefilikten uzaklaşmakla suçlayan bir başka grup eylemci ise Hicri Takvim’e göre 1400 yılının ilk gününde, yani 20 Kasım 1979’da Mescid-i Harem’i (Mekke) işgal etti.
Basına göre işgalci gençler Selefi değildi. Olsa olsa Harici olabilirlerdi.
Yani, şeriat ülkesi Suudi Arabistan, şeriatçı bir ayaklamayla karşı karşıyaydı!
Ayaklananlar, İslam üniversitelerinde eğitim gören gençlerdi.
Arabistan’da 50 yıl içinde yaşanan gerilimlere bakılırsa Selefilik içinden daima ‘has’ Selefi iddiası taşıyan yeni bir grup çıkabiliyordu.
Suudi Arabistan, kuruluş enerjisini sağlayan mezhepçiliği kontrol etmek zorundaydı.
Hicri 1400 yılının ilk gününde gerçekleşen ‘Kabe Baskını’, Suudi yönetimine Selefiliğin silahlı eylemlere dönüşmesinin tehlikelerini yaşatmıştır.
Bu olay ‘Suudi Selefilik’ ve katı ‘cihatçı Selefilik’ ayrımının ilk işaretiydi.
İkinci grup, ilkinden çok daha hızlı biçimde yayılmaya adaydı.
Nitekim 1981’de Enver Sedat’ı öldüren Mısır’ın “İslami Cihat” örgütüne üye eylemciler, Selefiliğin fikir önderi İbn Teymiyye’nin eserlerini okuduklarını söyleyecektir.
Suudi Arabistan uleması ise Mısır’daki Cihat üyeleriyle Müslümanların tüm ilişkilerini kesmesi
gerektiğini bildirmiştir!
VEHHABİLİĞİN ZAFERİ
İbn Abdülvehhab, dini düşüncelerine karşı çıkanları ‘müşrik’ (Allah’a eş koşan) ilan edince Ortadoğu mezhepler tarihinde yeni bir çatışma dönemi başlıyordu.
Suudi-Vehhabi ilerleyişine son veren Osmanlı’nın emriyle Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ordusu oldu. Oğlu Tosun Paşa’nın komutasındaki birlikler önce Medine’yi, ardından Mekke’yi geri aldı. Kâbe’nin anahtarları İstanbul’a padişaha gönderildi. Bunun da ötesinde 1818’de Suudi-Vehhabi’lerin merkezi olan Dir’iye kuşatıldı. Hareketin önde gelen isimleri öldürüldü.
Hatta bir rivayete göre Mısırlı askerler, kadıyı idam etmeden önce ona haram saydığı çalgılı müzik dinletmişlerdir.
Esir alınan liderleri Abdullah bin Suud ise Mısır üzerinden İstanbul’a gönderildi ve idam edildi.
Ancak tüm bunlar, ne Vehhabiliğin ortadan kalkması ne de Suud ailesinin davasından vazgeçmesi anlamına geliyordu.
Nitekim Suudiler toparlanıp hareketlerini 1912’de ‘İhvan’ (kardeşlik, Mısır’daki İhvan-ı Müslimin’den farklıdır) adıyla tekrar örgütlediler. 1929’da hemen hemen bugünkü ülkelerinin hâkimiydiler.
SELEFİ İHVAN,SELEFi KRALA KARŞI
1929 yılında ortaya çok ilginç bir durum daha çıktı.
Vehhabi İhvan liderleri, Suud ailesini yabancıların etkisinde kalıp ülkedeki gayrimüslimlere ve Şii’lere yumuşak davranmakla suçlayarak isyan başlattı!
Bu isyanın son bulmasıysa bir yıl kadar sürdü.
1932’de Suudi Arabistan Krallığı’nın kurulmasıyla devlet ve Vehhabi imamları arasındaki ilişki düzene oturtuldu.
Petrol üretimi, 1940’lardan itibaren ülkeyi pek çok anlamda değiştirecektir.
Değişim, içe kapanmayı savunan Vehhabi anlayışıyla kralın politikaları arasında farklılıklara yol açtı.
Kral Faysal döneminde din adamlarının bazı yetkileri sivil memurlara devredildi. Okullardaki din derslerinin ağırlığı azaltıldı.
Ulemanın ve destekçilerinin kanlı sokak protestolarına rağmen TV yayınları başladı.
Hal böyleyken petrol gelirleriyle beslenen Vehhabi aktivizmi, rotasını ülke dışına çevirdi. 1960’lı yıllarda faaliyete geçen Rabıta hareketi, Selefiliğin yayılması için çalıştı ve bazı ülkelerde Sünni anlayışın dönüşmesinde rol oynadı.
Günümüzde Selefiler
‘Selefi’, günümüzde ibadet ve kurallardan kesinlikle taviz vermeyen, siyasette ise kendini sürekli cihatta sayanlar anlamında kullanılıyor. 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren diğer Sünni mezheplerden Selefiliğe önemli ölçüde kaymalar görülmektedir. Sünnilik yazılı veya sözlü bir yemine, törene bağlı olmadığı için diğer mezheplerde olup Selefi bakış açısına sahip Müslümanların sayısı pek çok ülkede artmaktadır. Yüksek ‘cihat’ dozuyla, silahlı gruplarda ve aktivist örgütlerin mensuplarında baskın mezheptir. Suudi Arabistan’ın resmi Selefi-Vehhabi uleması, ‘Cihatçı Selefilik’le arasına mesafe koymaya çalışmaktadır.
YARIN
Napoléon’un gemisindeki kütüphane – Sinek vızıltısının büyük gürültüsü –Nişantaşı’nda biten yolculuk – Ortadoğu’yu ateşe veren otobüs – Din ve mezheplere dayalı bir cumhuriyet - Mezhep karşıtı laik otokratın çelişkisi – 30 bin kişi birlikte ne diyordu? – Her yer Kerbela, her gün Aşura! – Hicret’ten 1400 yıl sonra...
DİPNOTLAR
* Muvaffak Abdü’l-latif el Bağdadi, Celâdeddin Suyûti’nin Halifeler Tarihi’nden naklen, Çev. Onur Özatağ, 2014.
** Abdallah Salih Al-Useymin, Muhammad ibn Abd al-Wahhab, The Man and His Works, 2009.
Paylaş