Ramazanda türbe ziyaretleri, Osmanlı’dan günümüze uzanan bir gelenek. Ama bu mekânlardaki halk inanışlarıyla tarihi gerçekler her zaman birbirini tutmaz.
OSMANLI döneminde, ramazan ayında, Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet töreninden daha önce bahsetmiştik. Bu törende, Hz.Peygamber’in hırkasının bulunduğu özel sandık, bizzat padişah tarafından açılıyor, kat kat kumaşla sarılı muhafazasının içinden çıkarılarak ileri gelenlerin ve hanedan üyelerinin ziyaretine sunuluyordu. Saray, I. Ahmet zamanındaki girişimiyle İstanbul halkının da benzer bir ziyarette bulunmasına ön ayak olmuştur.
PEYGAMBER HEDİYESİ
Günlük yaşam döngüsünün geceye kayması ve teravihden sahura kadar geçen süre, Osmanlı ramazanlarını adeta ‘gösteri sanatları festivali’ne dönüştürüyordu.
19. Yüzyıl’da ramazanlar ne sadece ibadetle geçen bir huşû ve sessizlik ayıydı; ne de sadece kumpanyaların çalgılı, kantolu gösterileri...
Bu iki uç da, dönemin kültürünü tek başına anlatmaya yetmez; ikisini yan yana düşünmek gerekir. Ramazan eğlenceleri, ibadetin alternatifi olmadığı gibi tam tersine oruç, teravih ve sahurla şekillenen ortamın ürünüdür. Gösteri sanatlarının bu ayda doruğa çıkmasını sağlayan, ibadetin gündelik yaşam ritmini topyekûn değiştirmesiydi. Ramazan ayında ve bayramda, diğer 11 ayda olmayan bir özellik vardı: Herkes için toplu, boş zaman!
TÜM AİLE BİRLİKTE
Kimi romantik, kimi gerçekçi, kimi mesafeliydi... Tavırları ne olursa olsun Osmanlı’nın yabancı ziyaretçileri için ramazan, ilgiye değerdi.
‘‘GEÇEN sene ramazan ayı idi. Avrupa’nın asil ailelerinden birine mensup olan Madame F’nin, yanında bir rahibe ile birlikte evimize gelecekleri haber verildi. İftar sofrasını görmeyi arzu ediyorlarmış... Bu esnada iftar topu atılmıştı. Yemek odasına geçip sofraya oturduk. İftar tepsisini dikkatle inceleyen Madam F.: - Asıl yemekten önce böyle çerez nevinden bir şeyler bizde de sofraya konulur. İsmine de ordövr derler. Demek oluyor ki bu hal, sizde de adettir. – Evet, Hz. İsa’ya indirilen sofraya benzer ve ramazana özgü bir gelenektir.”
‘UĞUR SAYARIZ’
Osmanlı kadın hareketinin öncülerinden, “muhafazakâr-ilerici” Fatma Aliye Hanım, yabancı misafirlerine iftariyeliği böyle anlatırken, onlara Maide Suresi’nden Hz. İsa’ya gönderilen sofrayla ilgili bölümü okur. O sofrada bulunduğu rivayet edilen yiyecekleri sayar ve ekler: “Biz de ramazan akşamları iftar sofralarında o gibi şeyleri bulundururuz. Uğur ve bereket sayarak onunla iftar ettikten sonra akşam yemeğimizi yeriz.” (Nisvan-ı İslam, 1891)
Osmanlı ramazanlarında gezintiye çıkmak için bahane çoktu. Başta kadınların ziyaretleri olmak üzere, büyük şehirlerde yoğun trafik ve bol hareket vardı.
EVLİYA Çelebi, 17’nci yüzyılda Mısır’da kadınların ramazan geçitlerinde nasıl ön sıralarda olduğunu anlatır. Osmanlı’da muhtemelen Lale Devri’nden başlayarak, kadınların sokaklardaki görünürlüğü artmıştı. Araştırmalar, 18’inci yüzyılda Halep ve Musul gibi şehirlerin, ramazanda kadınlara daha fazla sosyalleşme olanağı sunduğunu gösteriyor. Yani kadınların ramazan hareketliliği, sadece İstanbul’a ve 19’uncu yüzyıla özgü değildi. Ama en büyük insan trafiği yine de başkentteydi.
Kadınlar için hareketlilik, ramazan öncesindeki çarşı-pazardaki yoğun alışveriş sürecinde başlıyordu. Karşılık iftar davetlerinin yanı sıra ay boyunca gündüzleri türbe ve mezar ziyaretleri yapılırdı. Aynı şekilde cami ziyaretlerini de anmak gerek. Öğleden sonraları camiler dolmaya başlar; Sermet Muhtar Alus’un ifadesiyle, “ilk seğirtileri, babaanneler, anneanneler, teyzeler, kaynanalar, konaklara barınmışlardan kahya kadın, dadı kalfa, ihtiyar bacı... teşkil ederdi.” Kadınlar için bir diğer önemli etkinlik de teravih namazlarıydı. Bu vesileyle kadınlar gece de sokağa çıkmış oluyorlardı.
TERAVİH GECELERİ
Osmanlı’da ramazan, gün boyu dini musikiye sahne olurdu. Ruhun gıdası olarak: İftardan önce mukabele, teravih arasında ilahi ve sahurda temcid...
‘‘ZEVK-İ Selim’de (Beyazıt’ta dönemin seçkin bir restoranı) ramazan geceleri ince saz takımıyla icra-yı ahenk edeceğini işittiğim zaman içimden bir akşam orada iftara karar verdimdi.” Böyle yazmıştı Cenab Şehabeddin 1920’de. Tabii icrayı dinlemek için teravihden sonrasını beklemesi gerekecekti. Restoranlarda, yemek sırasında müzik çalınması, o dönemde bir yenilikti. Ama günümüzde ‘musiki’ ve ‘light’ ilahiler, pek çok mekanda ‘iftar programı’nın ayrılmaz parçası. Artık ramazanın yaklaştığını fark etmek için sadece reklamlardaki ney, kanun veya davul seslerine kulak kabartmak bile yeterli. Peki eski ramazanlarda mideler, iftar sofralarında çeşit çeşit yemekle doyarken, ‘ruhun gıdası’ müzik nasıl alınıyordu?
MUKABELE GELENEĞİ
BÜYÜK seyyah İbn Battuta, 1330’lu yıllarda Anadolu’dayken, ramazan ayını Eğridir’de, Dündar Bey oğlu Ebu İshak’ın yanında geçirmiştir: “[Bey], Ramazan gecelerinde... büyücek bir yastığa yaslanırdı. Yanında fıkıh bilgini Muslihiddin yer almaktaydı. Ben fıkıh bilgininin biraz ötesinde oturmaktaydım. Daha ötede ise beyliğin ileri gelen memur ve kumandanları oturmaktaydılar... Onlar ‘uğurlu olur’ diyerek oruçlarını tiritle açarlar. Bu iftarlığın Peygamberimiz –Allah’ın selameti ve rahmeti onu kuşatsın- tarafından diğer yemeklere tercih edildiğini ileri sürerek şöyle diyorlar: Biz onun güzel âdetine uyarak yemeğe tiritle başlıyoruz. Bu, ramazan ayının bütün geceleri böyledir.”
CÖMERTLİK YARIŞI
İbn Battuta, Anadolu’daki tüm seyahati boyunca yerel beylerin veya ahi tekkelerinin kendisini konuk etmek için nasıl yarıştığını anlatır; verilen hediyelerden ve üstün cömertlikten söz eder. Elbette bu misafirperverlik, sadece dini bir motivasyonla ‘hayırlarda yarışın’ ayetinden (Maide, 48) kaynaklanmıyordu. Yüksek zevata ve ahaliye yemek yedirmek, kadim Türk kültüründe bir iktidar sembolüydü. Günümüz dünyasında en çok eleştirilen konulardan birisi, kişisel ikramlarda devlet kaynaklarının kullanımıdır. Oysa modernleşme öncesi yönetim kültüründe, emirin / sultanın sofrası, doğrudan devletin, iktidarın sofrasıydı. Emirin evi, bir tür hükümet konağıydı. Nitekim, Topkapı Sarayı’nda padişahın yaşam alanı ile devletin merkezi iç içedir.
SOFRA SIRASI
‘‘ALLAH, göklerin ve yerin Nur’udur. Onun nurunun örneği, içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil, bir sırça içerisindedir. Sırça, inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar.” Nur Suresi’nin 35’inci ayeti, Allah’ın nurunu, kandil, sırça-fanus benzetmesiyle anlatır. Tüm medeniyetlerde ibadethanelerin aydınlatılması önemli bir konu olduğu gibi dini ritüellerin bir parçasıydı aynı zamanda. Kutsal gecelerde aydınlatmanın ayrı bir önemi vardı. Herodot, Mısırlıların kandil bayramları olduğunu aktarmıştır. Müslümanlıkta da caminin ve özellikle mihrabın aydınlatılmasına özen gösterilmiştir.
MEDİNE’NİN IŞIKLARI
Medine’deki Mescid-i Nebevi başta hurma yaprakları yakılarak aydınlatılırken ilk kandiller, Hz. Peygamber zamanında Temim ed-Dari isimli bir sahabe tarafından Şam’dan getirilmiştir. Zamanla her onarımda ve yenilemede Mescid’e değerli kandiller eklendi. Halifenin ve hükümdarların -özellikle Hz. Muhammed’in kabri olan “Hücre-i Saadet”e- altın veya gümüş kandiller hediye etmeleri bir gelenek halini aldı. Mübarek gecelerde sabaha kadar kandil yakma geleneğinin 11’inci yüzyıldan itibaren ortaya çıktığı düşünülür. Bu gelenek daha sonra caminin içinden dışına taşmış ve Türkçe’de dini özelliği olan geceler, “kandil” adıyla anılmaya başlanmıştır.
Halife Ömer bin Abdülaziz (ö.720), ramazanın ilk günü Mekke’de herkesin evinin önüne ışık koymalarını emretmişti. İbn Cübeyr’in (ö.1217) yazdıklarına göre ramazan ayında ve bayramlarda Mekke’de mum ve kandil sayısı arttırılır, mescid pırıl pırıl aydınlatılırdı. Kutbuddin, Mekke’de “mevlid” gecesinde fanus kandiller ve meşaleler eşliğinde Kabe’den Hz. Peygamber’in doğduğu eve merasim eşliğinde yüründüğünü aktarır. Bir başka ışıklı gelenekse Medine’de ramazan gecelerinde karşımıza çıkar: Mum alayı. Ayrıntılarını aşağıda okuyacağınız “mum alayı”, 1908 yılında Mescid-i Nebevi’ye elektrik bağlanması ve Osmanlı birliklerinin 1919’de şehirden çekilmesi sonrasında tarihe karıştı. Padişahın Mescid için 1856’da yaptırdığı 1.5 metre yüksekliğindeki, pırlantalarla süslü, 48 kiloluk som altından dev şamdanlar ise İstanbul’a geri getirildi.
Osmanlı toplumunda sûfilerin ramazan hizmetleri; ramazan ayının ve orucun ise sûfilerin yaşantısında özel bir yeri vardı.
BÜYÜK tarihçi Ömer Lütfi Barkan, kısaca ‘Kolonizatör Türk Dervişleri’ adıyla bilinen ünlü makalesinde (1942), sûfilerin Osmanlı toplumunun inşası ve işleyişindeki önemini anlatır. Barkan’a göre, dergâhlarda sunulan hizmetler, Balkan fetihlerinde ve Osmanlı yönetiminin benimsenmesinde kritik fonksiyonlar üstlenmiştir. Sûfiler, Hristiyan ve Müslümanların bir arada yaşamaları için ortak bir zemin oluştururken, dergâhlar, yolcuların barındırılması, fakirlerin doyurulması gibi sosyal hizmetler sunmuşlardır. Bu amaçla kurulan vakıfların imaret defterleri, iftarda dağıtılan yemeklerin kayıtlarıyla doludur. Sûfiler ramazanda toplumsal hizmetler sunarken, oruç da sûfilerin yaşayışında önemli rol oynamıştır.
Oruç, tasavvufta merkezi bir yer tutar. Hz. Peygamber’in ‘oruç bir kalkandır’ hadisinden hareketle sûfiler, orucu nefsin (egonun) zayıflıklarından korunmanın en iyi yolu olarak tarif etmişlerdir. Erken dönem sûfilerden Bayezid-i Bistami (Ö.848?), orucun neden bu kadar önemli olduğunu soranlara: “Firavun aç olsaydı, sizin tanrınızım diyemez, Karun aç olsaydı rabbına isyan edemezdi” demiştir. Kelabazi’ye (Ö.990) göre, insanlar yaşamak için yemek zorundayken, Allah yeme-içmeden münezzehtir (En’am Suresi, 14); dolayısıyla oruç, insanı yaratıcısının sıfatlarına yaklaştıran bir ibadettir. Oruçluyken bedenin açlığı, maneviyatın gıdasıdır. (V.Göktaş, 2014). Ramazanda sahur için uyanmak da tasavvufta önem verilen seher vakti ibadetlerinin uzantısı gibi görülmüştür.
TEFEKKÜR VE ZİKİR