Geçtiğimiz hafta Suriyeli sığınmacılar Balkanlara geçebilmek umuduyla otobüslerle veya yürüyerek İstanbul’dan Edirne’ye ulaşmaya çalıştılar. Bir kısmıysa Ege’yi geçmeyi hedefledi. Oysa bundan yüzyıl kadar önce, yüzbinlerce kişi tam ters yönde gitmeye çabalıyordu.
Modern dönemde en fazla zorunlu göç alan ülkelerden birisi Türkiye’dir. 1864-65 yılında Büyük Çerkes Sürgünü’yle başlayan göç dalgaları, 1878 Rus-Osmanlı Savaşı’yla (93 Harbi) muazzam boyutlara ulaşıyordu. Yüzbinlerce Türk-Müslüman Anadolu’ya yerleştirilirken onları Boşnaklar (1882), Girit göçmenleri (1898’den itibaren) izlemişti. Bir sonraki büyük dalga ise 1912-13 Balkan Harbi döneminde yaşandı. Kesin sayılar olmamakla birlikte yaklaşık 400 bin kişi günümüz Türkiye’sine göç etmek zorunda kaldı. Savaşın yanı sıra, on binlerce insan göç yollarındaki açlık, soğuk ve çete saldırıları nedeniyle öldü. Bugün için bile çok büyük olan bu sayılar, o zamanki nüfusa göre sarsıcı düzeydedir.
BALKANLARDAN İSTANBUL SOKAKLARINA
Hayal edin… İstanbul’da yaşayan, 20’li yaşlarında bir Türk gencisiniz ve 6 Eylül 1955 sabahı uyandınız…
1930’ların ilk yıllarında doğdunuz. Ailenizin büyükleri Balkan Savaşı’nı, Birinci Dünya Savaşı’nı, Kurtuluş Savaşı’nı gördü. Yakın çevrenizden birileri muhakkak ki o zorlu süreçte hayatını kaybederken kalanlar sevdiklerini, varlıklarını, hatta büyüdüğü toprakları yitirdi. Çocukken, ‘kahpe düşmanların’ bu savaşlarda milletinize yaptığı fenalıkları işittiniz. O zamanlar bize ‘ihanet emiş’ azınlıklara, şimdi “milli menfaatler” doğrultusunda dikkat etmek gerekmez miydi? Nitekim bu düşünce, siz 3-4 yaşındayken ‘Avrupa’dan esen siyasi fırtınanın etkisiyle’ harekete geçmiş; Trakya’daki 3 bin kadar ‘Yahudi vatandaş’ evlerini terk etmek zorunda kalmıştı. Size söylendiğine göre bunun sebebi Türk diline, bayrağına layıkıyla sahip çıkmamalarıydı.
DELİKANLILIK YILLARI
İkinci Dünya Savaşı dönemi, çocukluktan gençliğe adım attığınız yıllardı. Herkes gibi siz de yokluğu ve karartma gecelerini yaşadınız. O yıllarda Varlık Vergisi denen uygulama kimilerinin hayatını alt üst etmiş, hatta bu yüksek ek vergiyi ödeyemeyenleri çalışma kamplarına kadar sürüklemişti. Ama size dendiğine göre onlar zaten yokluğa sebep olan karaborsacı vurguncular (muhtekir) idi.
Savaştan sonra aileniz daha iyi bir yaşam umuduyla İstanbul’a veya İzmir’e göç etti. Size emanet edilen ülkeyi ‘yükseltmek ve ileri gitmek’ hedefiyle okuyordunuz. 50’lerde ekonomi bir anda parladıysa da durum herkes için toz pembe değildi. Mahalledeki pek çok arkadaşınız işsizdi; kimileri az bir paraya küçük, geçici işlerde çalışıyordu. İstanbul’un, İzmir’in keyfini ise hep “azınlıklar” sürüyordu sizin gözünüzde. Hele de Kıbrıs’taki Rumlara gizli gizli destek olduğu söylenen o işbirlikçi “Rumlar”...
Amerika’da son aylarda veba vakalarının görülmesi “Kara Ölüm”ü yeniden gündeme getirdi. Cambridge University Press tarafından yayınlanan kitabı, saygın tıp tarihçilerince “bir dönüm noktası” olarak nitelenen Nükhet Varlık’a vebayı sorduk.
Veba bir Ortaçağ hastalığıydı ve çoktan yok oldu diye biliyorduk. Ama son günlerde vebanın ABD’de görüldüğüne dair haberler çıkıyor. Hâlâ kurtulamadık mı vebadan?
Hayır, veba yok olmuş bir hastalık değil. Ama Ortaçağ’daki gibi milyonlarca kişiye bulaşmıyor. Sadece dünyanın belirli bölgelerinde görülüyor ve çok daha az sayıda ölüme yol açıyor. Örneğin Madagaskar’da geçtiğimiz yıllarda veba salgını yaşandı. Son bir kaç ayda ABD’de üç kişi veba yüzünden hayatını kaybetti. Hastalığı taşıyan kemirgenler etrafımızda oldukça bu hastalık da var olacak muhtemelen. Sıçanlara yakın olmak, insanlar için en ciddi tehdit. Çünkü veba, modern tedavilere rağmen yine de ölümcül olabiliyor.
“AK”DENİZ, “KARA”DENİZ
Renkler, günümüzde olduğu gibi geçmişte de pek çok alanda simge olarak kullanıldı.
Türklerde doğunun mavi, batının ak/beyaz, kuzeyin kara/siyah, güneyin kızıl renkle simgelendiğine dair bilgilere rastlıyoruz.
Ne var ki bu tür bilgilerden hareketle Türk kültüründeki renklere mutlak/standart anlamlar yüklemek, en sık yapılan yanlışlardan birisidir.
Bizans İmparatoru III.Andronikos Paleologos, 1341’de öldüğünde veliahtı V. Yoannis Paleolos sadece 9 yaşındaydı. III.Andronikos’un yakın arkadaşı ve yönetimde etkili Yoannis Kantakuzenos’un (İoannis Kantakuzinos) kral naibi olması hiç de şaşırtıcı değildi.
Ama bu görevi ondan çok daha istekli olan ana kraliçe Savoy’lu Anna elde etti.
Bir dizi çekişme sonrasında Yoannis Kantakuzenos ordunun desteğiyle, Trakya’dayken imparator ilan edildi; 1347’de ise Ayasofya’da resmi olarak bir tür “eş-imparatorluk” tacı giydi. Ama başkent Konstantinopolis’in (İstanbul’un) önde gelenleriyle Kantakuzenos’lar arasındaki gerilim bir türlü giderilemedi. İki taraf da farklı sosyal sınıfların desteğine sahipti. Ve bu keskin kutuplaşma, sonunda iç savaşa dönüştü.
OSMANLILAR DAVET ÜZERİNE AVRUPA’DA!
15 Nisan 1946 tarihinde Maarif Vekaleti Yayın Müdürlüğü çalışanları, mütevazı bir tören için toplanmışlardı. Devlet bursuyla yurt dışında kütüphanecilik eğitimi almış olan Adnan Ötüken, bir kitap dolabının raflarına Mehmet Emin Yurdakul’un iki kitabını yerleştirerek Milli Kütüphane’nin kurulması çalışmalarını başlatmış oluyordu. 1946’da iki kitapla yola çıkan Milli Kütüphane’deki kitap sayısı, 2014 sonunda 1.629.496’ya ulaştı. Üstelik bir önceki yıla göre %12,8 artışla. Buraya kadar her şey güzel görünüyor... Ancak, TUİK’in geçtiğimiz hafta yayınlanan verilerine göre 2014 yılında 2899 kütüphane kapandı! Bu, bir önceki yola göre %9,8 azalma demek. Yani, bir yıl içinde neredeyse her 10 kütüphaneden biri kapılarını kapattı. Bunu, Avrupa ortalamasının çok altındaki okuma alışkanlığımızın daha da gerilediğinin göstergesi olarak görebiliriz. Öte yandan, Batı’da da kütüphaneler zorunlu bir değişim içinde.
DİJİTAL DOSYALAR, CİLTLERE KARŞI
İnternet, medeniyeti her alanda biçimlendirirken bilgiye erişim çok farklı bir boyut kazandı. Bu nedenle, kütüphanelerin yerini “Bilgiye Erişim Merkezleri”nin alması gündemde. Kütüphane, kitap okumak, araştırmak için gidilen yer. Oysa bugün, bir internet bağlantınız varsa, siz neredeyseniz bilgiyi oraya getirmek mümkün. E-kütüphaneler, mobil kütüphaneler, okuyuculara yepyeni olanaklar sunuyor. Yüzbinlerce sayfalık bilgi, küçücük bir hafıza çubuğuna sığabiliyor. Tabletinizdeki ciltler dolusu bir ansiklopedide istediğiniz kelimeyi aratabiliyor; telefonunuzda bilmediğiniz bir dildeki metinleri kolayca çevirebiliyorsunuz. Yeni kuşaklar için ham bilgiye ulaşmak saniyeler alıyor. Öte yandan ulaşılan bilginin kalitesi, yepyeni bir sorun kaynağı.
BİLGİNİN KAYNAĞI NEREDE?
İnternet, faydalı bilgi kadar yanıltıcı bilgiler, yarı-bilimsel fantezilerle dolu bir dünya. Bu noktada Wikipedia (vb.) çok değerli bir seçenek olarak öne çıkıyor. Ne var ki, bu internet ansiklopedisinin Türkçe versiyonunda büyük eksikler var. Vikipedi’yi (veya benzerlerini) eleştirenlerse alternatif hacimde ve ciddiyette bir çalışma ortaya koyabilmiş değil. Ayrıca, Türkiye’de internetin derinliği de yetersiz. Siteler özgün içerik üretmek yerine birbirinden kopyalayıp durduğu için gençler, arama motorlarında bir iki sayfadan öteye gitmiyorlar bile. İşte tüm bu nedenlerle, acilen Türkçe eserlere yer veren e-kütüphanelerimizin olması gerekiyor. Yani, “geleneksel” kütüphaneler kapanırken, güvenilir “yeni kuşak” kütüphanelere (her konuda binlerce cilt e-kitaba, e-ansiklopedilere, makalelere) ihtiyacımız hızla artıyor.
GERİDEN GELENLERİN ŞANSI
2013 tarihli, Spike Jonze filmi “Her” (Türkçe’de “Aşk”) ve Alex Garland filmi “Ex Machina” (2015)...
Bunların yanına Neill Blomkamp’in Chappie’sini (2015) de ekleyelim.
Ses getiren bu üç filmin ortak özelliği, “Yapay Zeka” üzerinden insan olmanın; cins(iyet)ler arası ilişkilerin; aşkın ve şiddetin; gücün ve denetimin anlamını sorgulamaları.
Günümüzde yapay zeka, bilimkurgunun ötesine geçerek cep telefonlarımıza, internet sayfalarına, çağrı merkezlerine kadar girmiş durumda.
Eski ramazanlar, daha güzel ramazanlara ulaşmak için bir araç mıdır, yoksa geçmiş özlemiyle ileriye bakmamızı önleyen bir zaman kaybı mı?
RAMAZAN geldi zamanında bu yıl, hamdolsun
O biraz belki azaltır çekilen âlâmı.
Hastalık, zelzele, yangın, karışıklık, kıtlık,
Daha binlerce felaket eziyor İslam’ı.