1924 yılı ramazanında, Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Şerif töreni yapılmıyordu. Bir Osmanlı icadı olan bu gelenek, Osmanlı’yla birlikte tarihe karışmıştı. François Georgeon’dan öğrendiğimize göre, 1926’da Göztepe Camisi’nin imamı, ramazanın ilk cuma namazını Türkçe kıldırınca tartışmaya yol açmıştı. 1932’de ise Kuran’ın Türkçe okunması fikri uygulamaya geçti; 22 Ocak’ta ilk kez İstanbul’da, Yerebatan Camisi’nde Kuran Türkçe okundu. Ancak asıl ses getiren değişim, 3 Şubat 1932’de, Kadir Gecesi’nde yaşandı. Akşam gazetesi, 4 Şubat’ta Ayasofya’da okunan Türkçe Kuran’ı, büyük bir fotoğraf ve uzun bir haberle bildiriyordu:
AYASOFYA’DA DÜN GECE
“40 bin kişi Ayasofya Camisi’nde mevlit ve Türkçe Kuran dinledi. Kadir Gecesi münasabetiyle dün akşam Ayasofya Camisi’nde dini ihtifal (tören) yapılmıştır. 25 hafızın hep birden Türkçe Kuran okuyacağını işiten birçok kimseler, yanlarına öteberi alarak iftar topundan çok evvel Ayasofya Camisi’ne gelmişler, top patlayınca bunlar iftarı orada etmişlerdir. Teravihden sonra, tam saat sekiz buçukta bütün hafızlar hep bir ağızdan tekbire başladılar... Hafızlar birer birer Kuran’dan Türkçe olarak ayetler kıraat ettiler. Radyo dün gece dini ihtifali her yerde vazıh bir surette vermiştir. Bunun için radyosu olan evler, kahvehaneler, pastahaneler, tayyare bayilerinin önü hıncahınç kalabalık olmuştur. (Ankara’da ise) halk, Ayasofya Camisi’nden okunan Türkçe Kuran’ı Zafer Meydanı’ndaki büyük hoparlörden dinlemiştir. Bu gece Hacıbayram Camisi’nde Türkçe Kuran okunacaktır.”
1914-1922 yılları arasındaki ramazanlar, neşeli değil hüzünlüydü. 1923 ramazanında ise kulaklar, Lozan’dan gelecek haberlerdeydi.
I. Dünya Savaşı kaybedilmiş, İstanbul, Rumeli ve Anadolu’nun büyük bölümü işgal edilmişti. İstanbullu Müslümanlar, işgal altında karşıladıkları ramazanda büyük hüzün içindeydiler. 20 yaşında bir genç, ramazan geldiği halde Beyoğlu Ağa Camisi’nde ezan okunmamasından büyük bir üzüntü duymuş ve şu dizeleri yazmıştı:
Havsalam almıyordu bu hazin hali önce
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce
O genç şairin adı Nâzım Hikmet’ti. Aynı üzüntü Ercüment Ekrem’in (Talu) satırlarında da vardı: “Bu mübarek gecede... Minaresinde çok ağlamış öksüz gözleri gibi sönük duran üç-beş kandil olmasa, Ağa Camisi’nin orada, Beyoğlu’nun en işlek yerde durduğumuzu unutacağız bile.”
Anadolu parça parça işgal edilirken, tüm evlere yayılan hüznü, Ruşen Eşref anlatıyordu: “Seni biz tatlılar, şerefler ve şenliklerle karşılarken, ya şehr-i ramazan... Önüne nihayet böyle kolları düşük, sofraları tatsız, yürekleri acılı ve gözleri yaşlı mı çıkacaktık?” Cenab Şahabeddin ise ramazanı, bu zor günlerde manevi bir sığınak olarak görüp ölüm sonrası hayata benzetiyordu: “Medeniyetin kalpsiz yaşadığı şu elim günlerde biz hiç olmazsa otuz gün gün bütün kalbimizle –tabir caizse- bir hayat-ı ahiret yaşayacağız.”
Ramazan 11 ayın sultanıysa, o sultanın taç giyip tahtına oturduğu gece de hiç şüphesiz Kadir Gecesi’dir.
Bu gece kadri bin aydan yeğ ise tan mı Hak
Kudret ile Şeb-i Kadr etdi mukadder bu gece...
Şair Şeyhî (ö.1429) böyle özetler “bin aydan daha hayırlı” Kadir Gecesi’ni. bu. Kuran’da anılan, Müslümanlar için yılın en önemli gecesinin ramazanın son 10 günü içinde olduğu bildirilmiş; Hz.Peygamber, bu günleri sükûnet içinde, ibadetle (i’tikaf) geçirmiştir. Hangi gece olduğu kesin olarak söylenmemiş olsa da Kadir Gecesi’nin ramazanın 27. gecesi olduğu genel kabul görmüştür. Elbette bu kabul, tüm Müslümanların en özel geceyi birlikte ibadet ederek kutlamalarını kolaylaştırıyordu. Minareler arasında hareket eden mahyalardan camilerin içinde kurulan iç mahyalara, ilahilerden, manilere ve şiirlere kadar bu geceye özel pek çok gelenek ortaya çıkmıştır.
AYASOFYA’DA KADİR GECESİ
RAMAZAN gelenekleri olarak bildiğimiz pek çok unsur Osmanlı’nın ve “ramazan medeniyeti”nin başkenti İstanbul’a aittir. Ancak sadece İstanbul’da değil, imparatorluğun pek çok yerinde değişik ramazan gelenekleri vardır. Karagöz-Hacivat geleneğinin doğum yeri Bursa veya Edirne gibi şehirlerde ramazan benzer şekilde yaşanırdı. Camilerde mukabele okunmasına, gece açık kahvelerde sohbet edilmesine, sahurda maniler söyleyen davulculara hemen her bölgede rastlanır. Ancak bunlar yerel farklılıklar gösterirler.
TENEKE ÇALMAK
Örneğin, İstanbul’da mahyalar ramazanın geldiğini haber verirken, Siirt’te bu “Melede Ateşi” olurdu. İstanbul’da camiler kandillerle, Isparta’da ise “tırtır” adı verilen renkli kâğıtlarla süslenirdi. Ramazan davulcusu, kimi beldelerde maniler okuyan gençlerle yer değiştirirken, kimi yerlerde de “teneke çalmak” şeklini alıyordu. Ramazanda şehir bandosunun Amasya Kalesi’nde konser vermesi ise 150 yıl kadar öncesine dayanan bir gelenek.
Hurmanın yanı sıra güllaç gibi bazı yiyecekler bu ayda daha fazla tüketilir. Hemen her şehirde fırınlar ramazana özel pideler, ekmekler ve çörekler çıkarır. Kahke ve gerebiç, Kilis’ten Gaziantep’e ve Mersin’e uzanan bölgede çok sevilen hamurlu yiyeceklerdir. Ramazan geldiğinde sofralarda olmasına özen gösterilirdi. Orta Anadolu bölgesinde keşkek, iftarın sultanıydı. Erzurum’da yumurtalı / ıspanaklı çorba ve kıyma, kadayıf dolması iftarın geleneksel lezzetlerindendi. Ayrıca, nişanlı çiftlerden erkek tarafının kız tarafına iftarlık yiyecekler göndermesi de adettendi. Yerel yemekler söz konusu olduğunda Balkanları anmadan geçmek olmaz. Bosna’da Begova çorbası, Makedonya’da lokma benzeri bir tatlı olan ve balla yapılan Petula, ramazan menüsündeki yerlerini koruyor.
‘‘KÜBERA, tüccar ve esnaf, İslam olsun, Hıristiyan olsun, bütün ahbaplarına ramazanda büyük tepsi ile baklava, kandil geceleri şeker, çörek gönderirdi.” Abdülaziz Bey’in bu satırları, çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Osmanlı’da farklı dinden olanların birbirlerinin bayramlarına, dini günlerine saygı göstermesi defalarca vurgulanmıştır. Örneğin Nicholas Doumanis’in Anadolu Rumları için verdiği örnekler, hemen her bölge için geçerliydi. Özellikle de ramazan, kültür alışverişini belirgin kılan bir dönemdi.
SİNOP GELENEĞİ
Ali Rıza Bey’den öğrendiğimize göre İstanbul’da ramazan ayında Kariye, Fethiye ve Toklu Dede camileri özel olarak ziyaret edilirdi. İlk bakışta, bu ziyaretlerin Müslümanlıkla doğrudan bağını kurmak zordur. Kariye, mistik yönleriyle bilinen bir manastır kilisesi; Fethiye Camisi ise 1455-1590 arasında Patrikhane’nin kilisesiydi. Kariye’nin fetih-öncesi kutsallığını Müslümanlığa taşıyan bir bağlantı da vardır tabii. İnanışa göre İstanbul’un Araplarca kuşatılması sırasında şehit düşen sahabeden Ebu Said el-Hudri’nin kabri-makamı buradadır. Oysa tarihi veriler bu bilgiyi desteklemez. Benzer bir durum, Toklu Dede mescidi için de geçerlidir. Yani, bu mekânların kutsallığı iki dinde de kabul görmüş, folklorik bir geleneğe dönüşmüştür.
Ramazandaki kültürler arası etkileşimin bir örneğini de Sinop’ta görürüz. Ramazanın 15’inci gecesinde insanlar, çocuklarla birlikte, fenerlerle süslü, boş bir ahşap tekne taşıyarak şehirde dolaşırlar. Tabii esas gaye, ihtiyaç sahiplerine sadaka toplanmasıdır. Şarkılar eşliğindeki bu “Helesa yalesa” geleneğinin kökeni, erzakları biten gemicilerin yardım için gece vakti şehri dolaşmasına kadar uzanır. Sinop’ta günümüzde bile sürdürülen bu gelenek, elbette uzak bir geçmişin, ortak denizci kültürünün anısıdır. “Helesa yalesa” ifadesine ayrıca İstanbul davulcularının ramazan manilerinde de rastlarız. 18’inci yüzyıldan kalma Ramazanname adlı esere göre davulcu ve bekçi, sahurda para toplarken evdekilere aynı nidayla seslenirdi. Ayrıca, elinde fenerle teravihden dönenleri korkutmaya çalışan haylaz çocuklar da “Helesa yalesa” diye bağırıyorlardı.
1956 YILINDAKİ ramazanın 25’inci günü, 6 Mayıs Pazar’a denk gelmişti. O günkü Hürriyet gazetesinde, miladi, hicri, rumi tarihleri ve namaz saatlerini içeren “Takvim” bölümünün altında, sayfanın sağ üst köşesinde, Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiiri yayınlandı: ‘Atik-Valde’den İnen Sokakta’.
Moda’da oturan Yahya Kemal, Üsküdar’a ziyaretinin verdiği ilhamla yazmıştır bu şiiri. O yıllarda Moda, Avrupai yaşam tarzı ve modern Batı mimarisiyle öne çıkarken, Üsküdar, camileri, külliyeleri, dergâhları ve ahşap evleriyle tarihi Osmanlı dokusunu yansıtıyordu.
DOĞU VE BATI ARASINDA
Şiir yayınlandığında Beyatlı, 72 yaşındadır ve dizelerinden anladığımıza göre oruçsuzdur. Artık ramazana uzak kalmış, gurbette birinin özlemiyle bakmaktadır. Türkiye’nin o yıllarına damga vuran geleneksel-yeni, Doğu’yla Batı ikilemini pek çok eserinde hissettiren Yahya Kemal’in dizelerinde Osmanlı şiir mirasının belki de son izlerine rastlarız. Osmanlı edebiyatının ‘ramazaniyye’leri, büyük ölçüde silinse de ‘Atik-Valde’den İnen Sokakta’, bu geleneğin modern bir kalıntısı gibidir. Beyatlı, büyük ün kazanan şiirinin yayınlanmasından iki yıl sonra, 1958’de vefat etmiştir. Müjgan Cunbur, 1965 yılında, “Yahya Kemal’in bu şiiri, son devir Türk edebiyatında Ramazan’ı en güzel aksettiren parçalardan biri ve belki de birincisidir” diyecektir.
NURBANU SULTAN’IN MİRASI
Osmanlı ramazanlarında, iftar sofralarındaki çeşit çeşit yemeklere duyulan iştah, kendini birbirinden lezzetli beyitlerde, dizelerde göstermiştir.
OSMANLI divan şiirinde ramazanı konu edinen eserlere “ramazaniyye” adı verilir. Ramazaniyyelerde bu ayın hem manevi, hem de maddi pek çok özelliği işlenmiştir. Elbette sofra, iftar ve yemek bu konulardandır. Örneğin Nabi (ö. 1712), ramazanın manevi değerini sofrayla ilişkilendirerek anlatır:
Savm bir maide-i rahmetdir
Nurdan saime bir hilatdır.
Günümüz diliyle: Oruç bir rahmet sofrasıdır / Oruçlunun nurdan hırkasıdır.
Nabi’nin çağdaşı, (hatta onunla aynı yıl vefat eden) Sabit, hem dinin ve imanın kuralları hem de şeker anlamındaki ‘akide’ kelimesinin çift anlamından yararlanarak maneviyatla maddiyatı birleştirir:
Osmanlı dönemi ramazanlarında, tütün ve enfiye tiryakilerinin hali, sık sık fıkralara konu oluyordu.
ESKİ ramazanlarda oruç tutanların en fazla takıldığı kişilerin başında tiryakiler geliyordu. Abdülaziz Bey bu durumu “Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri” adlı kitabında şöyle anlatır: “Tütün ve bilhassa afyon tiryakisi arkadaşlarına rastlarlarsa usulü dairesinde latifeler yapar, bazı şaka kaldıranları kızdırır, tiryakilik haliyle damarlarına basarlardı.”
FIKRALARI BİLE VAR
Bu nedenle tiryakiler ve ramazan hakkında çok sayıda fıkraya rastlanır. Faik Reşad’ın Külliyat-ı Letaif’inden okuyalım: “Ramazan hilali görülmeyince oruç tutmanın caiz olmayacağını bilen bir tiryaki, hilali görmemek için evinin pencerelerini kapayıp perdeleri de sımsıkı örter; geceleri mahalle kahvesine giderken de başını önüne eğermiş. Nasılsa bir su birikintisi içinde hilalin aksini görünce ürkerek şöyle demiş: Hey mübarek! Gözüme mi gireceksin, anladık işte ramazan başlamış!”