Peki tarih, kapitalizmin çıkmaza girmesiyle ilgili bize neler anlatıyor?
ÜÇ YILDA % 50 KÜÇÜLEN EKONOMİ
“Şu anda program ya da fikirler değil, beş milyon işsize günlük ekmek sağlamak söz konusudur.” Seçimin galibi, 1933’te Şansölye olduktan sonra bu sözleri söylemekte haklı sayılırdı, çünkü durum hiç iyi değildi. Ekonomideki çöküş, 1929’da kapitalist dünyanın büyük bir bunalıma girmesiyle yani “Büyük Buhran” ile başlamıştı. Almanya, Büyük Buhran’dan en ağır zararı gören sanayileşmiş ülkedir. 1929-1932 arasında iç pazar ve sınai üretim, yaklaşık %50 daralırken işsizlik üç kat artmıştı! Bazı bölgelerde işsizlik oranı %60’a yaklaşırken, maaşlar eski değerlerinin üçte birine geriliyordu. Orta sınıf neredeyse yok olma sınırına gelmişti.
HEM MALİ, HEM EKONOMİK KRİZ
Artık herkesin anlaması gereken terörün bir “güvenlik meselesi” değil, bulaşması kaçınılmaz, ölümcül bir salgın hastalık olduğudur.
ERDEMLİ TERÖR!
“Eğer barış zamanlarında halk hükümetinin temeli erdemse, devrim zamanında da erdem ve terördür. Erdemsiz terör barbarlık, terörsüz erdem ise iktidarsızlık demektir.” Fransız Devrimi önderlerinden Robespierre bu sözleri 1794’te Ulusal Meclis’te yaptığı konuşmada dile getirmişti. Tabii bu sözlerinden bir süre sonra kendisi de giyotini boyladı. Çünkü aynı anlayışa göre kimin daha erdemli olduğuna, daha terörist olan, yani giyotinin ipini tutan karar verebilirdi! “La Terreur” (Korku İktidarı) adı verilen 1793-94 yıllarından sonra Académie Française’in hazırladığı sözlüklerde artık “terör, terörizm ve terörist” kelimeleri yer alıyordu. İlk defa Paris’te ve Fransa’da…
” Tüm bunlar 20.Yüzyıl’ın ortalarından itibaren gerçek anlamda kullanıma giren kavramlar.
Elbette ‘ahali’nin düşünceleri tarih boyunca bir ağırlığa sahipti. Ama ‘kamuoyu’, Fransız Devrimi, Sovyet Devrimi, hatta Faşist rejimler ardından farklı bir boyut kazandı. 1920’lerde filizlenip, 1950’lerden itibaren Amerika’da yaygınlaşan pazar araştırmaları ise elitlerin ‘avam’a bakışını zaman içinde çok değiştirecekti… 1990’lara geldiğimizde artık “tüketici kral / kraliçe” olmuştu.
ACABA NE DÜŞÜNÜYOR?
Dünyanın tüm gelişmiş pazarlarında olduğu gibi Türkiye’de de markalar ürünleriyle ilgili tüketici araştırmaları yaparlar. Bunların bazıları anket şeklinde değil de, yüz yüze derinlemesine görüşmelerdir. Bir grup tüketici, araştırma şirketinde bir araya gelir, ürün özellikleri veya reklamlarla ilgili fikirlerini söylerler. İlk dakikalarda verilen cevaplar fevkalade ortalama, hatta bazen anlamsızdır. Ama sohbet uzayıp da, insanlar rahatladıkça işe yarar yorumlar duyabilirsiniz. Hele de toplantıyı yöneten deneyimli bir araştırmacıysa genel eğilim hakkında çok faydalı, yol gösterici sonuçlar elde edersiniz. İlk bakışta saçmaladığını düşündüğünüz tüketicileri yönlendiren bir takım içgüdüsel koşullar olduğunu gözlemlersiniz.
Oysa bundan 93 yıl önce, yani 1 Kasım 1922’de İstanbul hükümeti ve saltanat ortadan kaldırıldığında, cumhuriyet rejimi fiilen kurulmuş oluyordu.
Meclis kürsüsündeki vekiller hayli kızgındı. İstanbul Hükümetinin başı Sadrazam Tevfik Paşa, 29 Ekim 1922’de çektiği telgrafta Lozan’da yapılacak olan barış görüşmelerine katılmak üzere meclisin yetkili bir temsilciyi İstanbul’a göndermesini talep etmişti! Hem iktidardaki Birinci Grup’tan, hem de İkinci Grup’tan temsilciler, bu talebe çok sert biçimde tepki gösteriyorlardı. Onlara göre “Tevfik Paşa’nın telgrafı kadar garip, acayip ve olayların akışına ters bir vesika, tarihte nadiren görülmüştür”*. İstanbul’a cevaben bir telgraf çekilip çekilmeyeceği tartışılırken Erzurum mebusu Nusret Efendi, kürsüden şöyle seslenmişti: “Babıali ölmüş, Saray ölmüştür. Ölülerle haberleşmeye çalışmak akla ve gerçeğe aykırı işle uğraşmaktır.”
KİM OLURSA OLSUN…
İkinci Grup önderlerinden Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, İstanbul’un tavrına çok daha kapsamlı eleştiriler getiriyordu: “Sultanlığa alışmış olan hükümdarlar, ulusal egemenlikten canavar gibi korkarlar. Fakat kim olursa olsun, artık hükümdarlar ulusal egemenliğe gireceklerdir. Ulusal egemenliğin belirli kuralları ve koşulları vardır… Buna aykırı olanlara karşı, millete musallat olmuş beladır diye mücadele ederim.”
Ama Trudeau’nun yakışıklılığı ne ki? Eski zamanlardaki bir başvezir öylesine yakışıklıydı ki, kadınlar onun aşkından kendilerini kaybediyordu.
SARAYDAKİ HUZURSUZLUK
Mısır’ın güçlü firavunu huzursuzdu. Garip bir rüya görmüştü ve müneccimlerden duyduğu yorumlardan hoşnut değildi, hiç birine inanmamıştı. Onun bu hali nedeniyle sarayda herkes gergindi… Derken, içeceklerden sorumlu sakibaşının aklına iki yıl önce zindanda karşılaştığı kişi geldi. O zaman kendisine anlattığı rüyanın yorumu doğru çıkmıştı. Hemen zindana giderek ona firavunun rüyasından bahsetti: “Umarım ki, insanlara doğru cevap ile dönerim, onlar da senin değerini bilirler." Zindandaki kişi, kralın rüyasının yedi yıl boyunca yaşanacak uzun kuraklık anlamına geldiğini söyledi ve zorlukları bildirdi. Firavun, rüyasını yorumlayan bu adamın derhal huzuruna getirilmesini emretti. Ama mahkum öncelikle hapse atılmasına neden olan iftiradan kurtulmaya kararlıydı…
YAKIŞIKLILIĞIN AÇTIĞI DERTLER
Ankara saldırısında hayatını kaybedenler için geçtiğimiz hafta 3 günlük ulusal yas vardı. Bu hafta da dünya üzerindeki 170 milyon Şiî Müslüman, Hz.Hüseyin ve Kerbela şehitleri için farklı bir yas tutacak.
GEL LİDERİMİZ OL, AMA ACELE ET...
“Bismillahirrahmanırrahim. Bu (mektup) senin taraftarın olan Kûfelilerden ve müminlerdendir… Başımızda bir imam ve önderimiz yoktur. Hemen bizim yanımıza gel. Şayet bu işi kabul edersen Allah senin elinle hepimizi hak etrafında bir araya getirir... Senin buraya gelmekte olduğunu haber alırsak, Allah’ın izniyle [Emevi Valisi’ni] buradan sürer, onu Şam’a göndeririz vesselam.”
Kûfelilerin Hz.Hüseyin’e böyle bir çağrıda bulunmalarının nedeni, Yezid bin Muaviye’nin halifeliğini ilan etmesiydi. Böylece halifelik babadan oğula geçmiş oluyordu. Kûfeliler ise Emevî idaresinden hiç hoşnut değildiler. Bu yönetime son vermek amacıyla Hz.Peygamber’in torunu, Hz.Ali’nin oğlu Hz.Hüseyin’i liderleri olmaya davet ediyorlardı. Sonraki günlerde de Kûfe’den, Mekke’deki Hz.Hüseyin’e yüz ellinin üzerinde (kimi rivayetlere göre heybeler dolusu / on binin üzerinde) yeni mektup geldi. Kûfeliler sabırsızlıkla: “İnsanlar seni bekliyorlar... Acele et. Acele et. Vesselam.” diyorlardı.
Malum, patlayıcılar için önemli bir dönüm noktası sayılan dinamitin mucidi Alfred Nobel’dir. 1833 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de doğan Nobel’in çocukluk yılları, oldukça zor koşullarda geçmişti. Dört yaşındayken, babası bir umutla Rusya’nın Saint-Petersburg (Petrograd) şehrine göç etti ve aradığı başarıya ulaştı. Dükkanında sattığı makine parçaları ve patlayıcı satışıyla zengin oldu.
Nobel ailesi, Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve Fransa ile ittifak kurarak Rusya’ya karşı savaştığı 1853-56 arasındaki Kırım Savaşı süresince büyük kazanç elde etti. Ancak savaş sona erip de Rusya’nın askeri malzeme siparişleri son bulduğunda şirket iç pazara uyum sağlamakta zorlandı ve iflas bayrağını çekti. (Aynı savaş Osmanlı’nın da mali durumunu derinden sarsmış, neredeyse 100 yıl sürecek bir dış borç sarmalına girilmişti.) Bu yıllarda ABD’de kimya eğitimi alan Alfred, ailesiyle birlikte İsveç’e dönmek zorunda kaldı. Tutkuyla eğildiği kimya-patlayıcı deneyleri nedeniyle fabrikalarındaki bir patlamada küçük kardeşi hayatını kaybetti. Ama Nobel bu kayba rağmen vazgeçmedi ve bugün dinamit olarak bildiğimiz patlayıcıyı icat etti. Buluşu sadece askeri alanda değil, inşaat ve ulaşım başta olmak üzere pek çok sahada yeni bir dönem başlatmıştı. Garip bir çelişkinin sonucu olarak, onun “güvenli” patlayıcıları sayesinde barajlardan tünellere pek çok yapı daha hızlı biçimde inşa edilebiliyordu.
Gerek 20 ülkede sahip olduğu 90 fabrikası, gerekse kardeşlerinin petrol şirketlerine (ki Azerbaycan Bakü’deki bazı sahaları da kapsıyordu) yaptığı yatırımla muazzam bir servetin sahibi oldu. Nobel kendini bir ‘dünya vatandaşı’ olarak görüyor, “benim evim çalıştığım yerdir ve ben her yerde çalışırım” diyordu. Zaten bitmek bilmeyen seyahatlerine dayanacak bir eşi ve ailesi de olmamıştı. Muazzam bir dil öğrenme yeteneği ve edebiyata karşı derin bir ilgisi vardı. Verdiği bir gazete ilanına başvuran Bertha Kinsky (sonradan von Suttner) sekreteri oldu. Dostlukları yıllarca devam etti. Bertha von Suttner savaş karşıtıydı ve görüşleri Nobel üzerinde hayli etki bırakmıştı. Ondan bir barış konferansı için maddi destek talep ettiğinde, Nobel “fabrikalarında üretilen silahların, savaşların sonunu barış konferanslarındaki müzakerelerden daha hızlı getirebileceğini” söylemişti (Bkz. John Ryan, “Alfred Nobel and the Nobel Prizes” başlıklı makale, Irish Monthly, Ağustos 1923; J. Erik Jorpes, “Alfred Nobel”, The British Medical Journal, Ocak 1959)).
KENDİ ÖLÜMÜNÜ GÖRÜNCE
1888 yılında diğer erkek kardeşinin Fransa’daki ölümünün, Alfred Nobel’in hayatında bir dönüm noktası olduğu öne sürülür. Bir Fransız gazetesi, kardeşinin ölümünü yanlışlıkla Alfred Nobel’in ölümü sanarak bir haber yayınladı. Haberin başlığı oldukça çarpıcıydı: “Ölüm Taciri Öldü! İnsanları daha önce olmadığı kadar hızlı bir şekilde öldürmenin yolunu bulan Dr. Alfred Nobel, dün öldü.” Bu sarsıcı satırların, öldükten sonra iyi anılması beklentisiyle kararlarına yön verdiği söylenir. Vasiyetini yazarken bu haberin ne denli etkili olduğu bilinmez ama mal varlığından sağlanan yıllık geliri “Nobel Ödülleri”ne bağışladığını biliyoruz. Vasiyetine göre bu gelirler beşe bölünecek; fizik, kimya, tıp veya fizyoloji alanında en önemli buluşları yapanlara; çarpıcı edebiyat eseri sahiplerine ve son olarak da orduların küçültülmesi, barış görüşmelerinin sürdürülmesi gibi alanlarda başarılı olmuş kişilere ödül olarak verilecektir.
KAYIP VEKİL VE GAZETE SAHİBİ
“Tan aile-i tahririyesi (yazı-gazete ailesi) bugün çok derin bir elemle dilhûndur. Sahib-i imtiyazımız Trabzon mebus-i muhteremi Ali Şükrü beyefendi esararengiz bir surette gaib olmuştur. Salı günü saat dört sularında [gazetecilerin uğrak yeri olan] Merkez Kahvesi önünde bazı ehibbasıyla (dostlarıyla) oturarak kahve ve nargile içmiş olan Ali Şükrü Bey, beraberinde birisi olduğu halde bir yere gitmek üzere paltosunu giyip kalkmış ve ondan sonra bir daha hiç kimse kendisini görememiştir... Ali Şükrü Bey’in elan gözükmemesi üzerine iş, hükümet ve zabıtaya intikal etmiştir... Gerek meclisteki faaliyeti ve gerek matbuattaki neşriyatı, kendilerini hariç ve dahilde bir fikir ve içtihadın mümessillerinden göstermiş olduğundan... Eğer Ali Şükrü Bey ölmüşse milletin, vatanın hukuk-ı hürriyet ve hakimiyeti uğrunda mücahede edenlerin eksik olmadığını görerek revân-ı pakî (temiz ruhu) şadolacaktır.”
(Tan Gazetesi, sayı 61, 30 Mart 1923)
ALİ ŞÜKRÜ BEY’İN ARANMASI VE BULUNUŞU
“Sahib-i imtiyazımız Trabzon Mebus-ı muhteremi Ali Şükrü Bey’in kaybolduğu zaman üzerinden beş gün geçti... Hükümetin mütemadi takibatına rağmen şu dakikaya kadar henüz kati netice elde edilememiştir. Vakıa müşarünileyhin (adı geçenin) bir suikasd tuzağına düşmüş bulunduğu artık şüphesiz bir mahiyet iktisab etmiştir... Merhumun vaziyet-i hukukiye ve siyasiyesi hasebiyle bu cinayetin her şeyden evvel doğrudan doğruya hükümet için bir şeref ve haysiyet meselesi olduğu bedihidir (açıktır).”
(Tan Gazetesi, sayı 62, 1 Nisan 1923)
“Menfur ellerin, en şenî’ (kötü, çirkin) bir cinayetine kurban olan şehid-i mağfur Ali Şükrü Bey’in boğulmuş cesed-i biruhu, Dikmen’den bir buçuk kilometre kadar ileride Kırşehir yolu civarında bir köy yakınında ciğer-sûz (ciğerleri yakan, çok acı) bir halde bulundu.”