Paylaş
Hayal edin… İstanbul’da yaşayan, 20’li yaşlarında bir Türk gencisiniz ve 6 Eylül 1955 sabahı uyandınız…
1930’ların ilk yıllarında doğdunuz. Ailenizin büyükleri Balkan Savaşı’nı, Birinci Dünya Savaşı’nı, Kurtuluş Savaşı’nı gördü. Yakın çevrenizden birileri muhakkak ki o zorlu süreçte hayatını kaybederken kalanlar sevdiklerini, varlıklarını, hatta büyüdüğü toprakları yitirdi. Çocukken, ‘kahpe düşmanların’ bu savaşlarda milletinize yaptığı fenalıkları işittiniz. O zamanlar bize ‘ihanet emiş’ azınlıklara, şimdi “milli menfaatler” doğrultusunda dikkat etmek gerekmez miydi? Nitekim bu düşünce, siz 3-4 yaşındayken ‘Avrupa’dan esen siyasi fırtınanın etkisiyle’ harekete geçmiş; Trakya’daki 3 bin kadar ‘Yahudi vatandaş’ evlerini terk etmek zorunda kalmıştı. Size söylendiğine göre bunun sebebi Türk diline, bayrağına layıkıyla sahip çıkmamalarıydı.
DELİKANLILIK YILLARI
İkinci Dünya Savaşı dönemi, çocukluktan gençliğe adım attığınız yıllardı. Herkes gibi siz de yokluğu ve karartma gecelerini yaşadınız. O yıllarda Varlık Vergisi denen uygulama kimilerinin hayatını alt üst etmiş, hatta bu yüksek ek vergiyi ödeyemeyenleri çalışma kamplarına kadar sürüklemişti. Ama size dendiğine göre onlar zaten yokluğa sebep olan karaborsacı vurguncular (muhtekir) idi.
Savaştan sonra aileniz daha iyi bir yaşam umuduyla İstanbul’a veya İzmir’e göç etti. Size emanet edilen ülkeyi ‘yükseltmek ve ileri gitmek’ hedefiyle okuyordunuz. 50’lerde ekonomi bir anda parladıysa da durum herkes için toz pembe değildi. Mahalledeki pek çok arkadaşınız işsizdi; kimileri az bir paraya küçük, geçici işlerde çalışıyordu. İstanbul’un, İzmir’in keyfini ise hep “azınlıklar” sürüyordu sizin gözünüzde. Hele de Kıbrıs’taki Rumlara gizli gizli destek olduğu söylenen o işbirlikçi “Rumlar”...
OLAYLARIN KIVILCIMI…
Milletini seven bir genç olarak işte tam bu zamanlarda, Kıbrıs’taki Türk soydaşlarınızın haliyle dertleniyordunuz. Gazeteler sayfa sayfa durumun vahametini anlatıp duruyorlardı. İngilizler Kıbrıs’ta yönetimden çekilmenin yollarını ararken adadaki Rumlar Yunanistan’la birleşmeyi hedefliyordu. Peki ya Türklere ne olacaktı? Sahipsiz mi kalacaklardı? 1955 Haziranı’nda Lefkoşa’nın Türk mahallesinde patlayan bir bombayla 14 kişinin yaralandığı saldırıyı duymuştunuz. Kıbrıs sorununu çözmek için 29 Ağustos’ta İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında bir konferans toplanmıştı. Herkes gibi sizin de gözünüz, kulağınız gelecek haberlerdeydi. İşte tam bu bekleyiş sürerken... 6 Eylül akşamında “bomba haber” dört bir yana yayıldı: “Ata’nın Selanik’teki evi bombalanmıştı!”. Bu gaddarlık karşısında “haklı olarak” isyan ettiniz, bir anda çılgına döndünüz. Küçük bir çocukken milletçe gözyaşları içinde uğurlanan Ata’nıza, “milletinizin kutsalına” yapılmış bu saygısızlığa sessiz kalamazdınız. Çevrenizdeki arkadaşlarınızla birlikte protesto amacıyla İstiklal Caddesi’ne yürüdünüz. Bazı kimseler “sen Türk değil misin, ne duruyorsun?” sözleri üzerine kalabalığa katılmıştı. Herkes çok kızgındı. Ama çevrenizde o güne dek pek görmediğiniz “çabucak organize olan, eli sopalı birileri” sizden daha kızgındı. Hatta bir kısmı başka şehirlerden İstanbul’a gelmişlerdi. Öyle ki, dükkanları yağmalayıp, evlere girecek; kiliseleri, sinagogları, hatta mezarları tahrip edip, genç kızlara tecavüz edecek kadar kızgındılar! İstanbul’da pek çok mahalle şiddet ve kargaşaya, hazin bir oyuna sahne olmuştu. Olayların bu kadar büyüyeceğini asla tahmin etmemiştiniz ama olmuştu bir kere... Genç yaşınızda siz de tarihin yıkıcı bir aktörüydünüz artık.
‘ORGANİZE İŞLER’
Ortam ve koşullar ne olursa olsun 6-7 Eylül Olayları, “millî bir galeyanın doğal sonucu” değildir. Gösterilerin vardığı yer ayrımcı şiddet, yıkıcılık (vandallık) ve yağmacılıktır. Bazı kaynaklara göre 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ve 5317 bina saldırıya uğradı. Olaylarda 10’dan fazla kişi hayatını kaybetti. Ayrıca en az 40 kişiye tecavüz edildi (D.Güven, 2005, s.34).
İyi ama bir protesto hareketi bir anda nasıl bu noktaya gelmişti? Araştırmalar, olayların anlık bir ‘cinnet’ sonucunda değil, organize şekilde başla(tıl)dığını işaret ediyor. Ne var ki azmettiriciler ortaya çıkarıl(a)mamış, failler yüzeysel cezalarla salınmıştır. ‘Galeyana gelenler’ yukarıda örneklemeye çalıştığım kişilerden oluşan kitlelerdi ve olayların içine çekilmişlerdi. Arka planda ‘milli güvenlik için azınlıklar sorunun kesin olarak halli’, ‘bölgesel gelişmeler’ gibi ‘derin’ konular olduğu açıktır. Ancak kitleleri şiddete yönlendiren tarihi dinamikleri çözümlemekle, saldırganlığı mazur görmek arasındaki çizgiyi dikkatle korumak zorundayız.
KONTROLDEN ÇIKMADAN
Tarihteki pek çok kitlesel yıkımın organize hareketler olduğuna dair kanıtları zorlanmadan bulabilirsiniz. Öte yandan olaylarda ilk kıvılcımı komplo hareketleri çaksa da kalabalıkların ateşe koşması için zaten uzun zamandır içten içe kaynıyor olması gerekir. Bu toplumsal ruh hali, ‘galeyan’ın adeta ön koşuludur.
Günümüzde kitleleri komplolardan uzak tutacak yöntemler içinde denge politikaları ve çok seslilik öne çıkıyor. Çünkü ihmal edilen, dışlanan kesimler eninde sonunda bir güvenlik sorununa dönüşürler. Hal böyleyken çoğulcu sosyal politikaları ‘lüks’ veya ‘riskli’ görmemek gerek. Bu hedefler, günümüz Türkiyesi’nde fantastik hayaller gibi görünüyor. Oysa bu yönde ilerlemedikçe 6-7 Eylül gibi olayların farklı kesimlere yönelik olarak ‘tekerrür etme’ potansiyeli daima var. Keskin kırılmaların var olduğu toplumlar, yıkıcı komplolara açık kalacaklardır. Özellikle de etnik ayrışmanın körüklediği bir çatışmaya her gün kurban veren; yetmezmiş gibi 2 milyon mülteciyi ve yüzbinlerce kaçak yabancı işçiyi barındıran ülkeler!
Paylaş