Berber, gülümseyerek dinledikten sonra sözü aldı: “Doğru diyorsun da, bir de ona sormak lazım. Onun da kendine göre ne dertleri vardır kim bilir...” Gerçekten de COVID-19 sonrası dünyada, zenginlerin bile dertli olduğu bir dönemden geçiyoruz. Öte yandan maddi imkânlar daraldığında, insanın içi haliyle bir başka daralıyor...
‘SARSICI’ BİR DENEYİM
Mal varlığının azalması, şüphesiz insan hayatındaki en zor durumlardan biri. “Allah kimseyi alıştığı günden geri koymasın” duası, tam da böyle durumlar için söylenir. Kuran, imkânlarını kaybedip fakirleşen ilk Müslümanların ne denli zorlandıklarını şu ayette dile getirmiştir: “Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ dediler (Bakara, 214)”. Tüm bu zorlu süreçleri yaşayan Hz. Peygamber’e göre fakirlik, insanlar için bir imtihan sebebidir: “Allah’ım... Fakirlik fitnesinin şerrinden sana sığınırım.”
SABIR VE ÇABA
Ayrıca bir takvim yılında aşağı yukarı 52 adet cuma günü varken, neden özellikle bu cuma? Bu sorunun cevabını bulmak için inanç tarihinde kısa bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor...
İNANÇ UĞRUNA GÖÇ
Avrupa’da bir yanda İngiliz kilisesiyle Papalık, diğer yandaysa Katolikler ve Protestanlar arasında büyük anlaşmazlıklar, derin ayrılıklar yaşanıyordu. Bu kaostan ve baskılardan kurtulmak isteyenler için uzaklara göç etmekten başka çare yok gibiydi... İnançları uğruna küçük gemilere doluşan Avrupalı göçmenler (muhacirler), okyanusu aşıp Amerika’ya ayak bastıklarında takvimler 1600’lerin başlarını gösteriyordu. Artık inançlarını özgürce yaşayabileceklerdi...
Ancak yerleşimcilerin “havasını, suyunu” hiç bilmedikleri bu diyarda nasıl tarım yapacakları, nasıl beslenecekleri büyük bir soru işaretiydi. Acaba bu koşullarda hayatta kalabilecekler miydi? Neyse ki Amerikan yerlilerinden öğrendiklerini kendi bilgileriyle harmanlayıp topraktan mahsul almayı başardılar. İşte bu ilk hasadın ardından Allah’a şükretmek için toplanıp büyük bir sofra kurdular. Bu “şükür yemeği” (Thanksgiving) geleneği, yüzyıllar boyunca yayılarak devam etti. 1942 yılındaysa “Şükran Günü”, her kasım ayının dördüncü perşembesi olarak kabul edilerek ABD’de resmi bir tatil günü oldu.
ŞÜKÜRLER OLSUN, İNDİRİM VAKTİ
20.yüzyıl’a gelindiğinde ABD’de büyük mağazalar, Şükran Günü tatiliyle Noel arasındaki bir aylık süreyi, “indirim ayı” olarak geçiriyordu. İşte bu indirim sezonunun başlangıcı, Şükran Günü ertesindeki cuma günüydü. Halk, indirime giren ürünleri kaçırmamak için ilk günden mağazalara koşturuyordu. Öyle ki 1950’lerde bu cuma gününde yoğunluktan şehir merkezlerinde yollar kilitleniyordu. Gazetelere göre trafik polisleri için bu kargaşa günü, “kara bir cuma” idi! Diğer taraftaysa bu günlerde artan satışlar sayesinde, mağazaların muhasebe defterleri, zarar belirten kırmızıyla değil “kâr” belirten “siyah” mürekkeple yazılırdı... 1980’li yıllarda, bu özel indirim gününün “Siyah/Kara Cuma (Black Friday)” olarak anılması yaygınlık kazandı. Hatta bu indirim geleneği başka ülkelere de yayıldı. Gerçi oralarda “Şükran Günü” perşembesi yoktu ama ertesi günkü “Siyah Cuma” indirimleri vardı!
MÜBAREK CUMA
Bu, günümüzde olduğu gibi geçmişte de böyleydi. Örneğin Kuran’ın yön verdiği İslam medeniyeti, çocuk haklarının korunmasına dair pek çok kural getirmiştir. Öyle ki, “çocuğun anne-babası üzerinde hakları vardır.” Bu ilkelerin uygulanması her devirde ve her coğrafyada kusursuz olmasa bile çocuk hakları, İslam medeniyetinde önemli yere sahiptir.
YAŞATACAKSIN
Çocuk haklarının en temeli, yaşama ve gelişme hakkıdır. İslam, çocukların öldürülmesini “büyük bir suç” görür ve açık şekilde yasaklar: “Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin (En’am, 151)”; “Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler... Onlar gerçekten sapmışlardır (En’am, 140)”. Hz. Peygamber, anne-babanın çocuklarının sahibi değil emanetçisi olduğunu vurgulamıştır. Bunun yanında bir kişinin çocuğunu reddetme hakkı da yoktur, ona sahip çıkmakla yükümlüdür. Bu ilkeler günümüzde gayet “doğal” olsa da 7. yüzyılda önemli bir zihin değişimi anlamına geliyordu.
ADIYLA BÜYÜSÜN
Her çocuğun bir isme ve kimliğe sahip olma hakkı vardır. Nitekim çocuklara güzel bir isim koyma, İslam kültüründe büyük önem taşır. Hz. Peygamber’in “Çocuğun babası üzerindeki haklardan biri, onun ismini ve edebini güzel yapmasıdır” hadisi, bu anlayışın açık ifadesidir. Bu doğrultuda doğumun ilk gününde veya en geç yedinci güne kadar çocuğa bir isim verilmesi, güçlü bir gelenek halini almıştır.
ÇOCUKLAR MASUMDUR
İslam’a göre her çocuk, tabiatı gereği masum doğar. Ayrıca anne-babalarının hatalarından sorumlu değillerdir. Buna karşın anne-babalar reşit olmayan çocuklarının tüm sorumluluklarını taşımak durumundadır. Bu, onların bakımını ve iyi şekilde yetiştirilmesini de içerir. Bu zorunluluk, boşanma durumunda da aynen geçerlidir. Ayrıca çocuklar doğdukları andan itibaren ebeveynlerinden gelen mülkiyet hakkına sahip olurlar.
“Olay yeri” ekiplerinin çözdüğü bu gizemli olay şöyle gerçekleşmişti: Nasıl oluyorsa oluyor, sahipsiz bir keçi sokakta dolaşırken metro asansörünün önüne denk geliyor. İşte o sırada asansör kapısının camında kendi yansımasını görüyor. Tabii karşısında rakip bir keçi görünce hemen “keçi inadı” kabarıyor... Kendi yansımasını başka bir keçi sanarak başlıyor var gücüyle kapıya toslamaya. Ne de olsa kimin patron olduğunu göstermesi lazım! O tosluyor vuruyor, karşısındaki “sanal keçi” de aynı şiddette karşılık veriyor. Bu inatlaşma, bir süre devam ediyor. Ta ki cam, maruz kaldığı boynuz darbeleriyle kırılana kadar. Kapı kırılıyor, mücadele bitiyor...
YA KEÇİ DEĞİLSE?
İlginç ve komik bir hikâye... Keçinin yanılgısına gülmemek elde değil. Ne var ki insanlardaki muhakeme yeteneğinden yoksun olan o inatçı keçiye kızamayız. Peki ama “keçi inadı” olan insanlara ne demeli? Hani kendiyle bile inatlaşıp karşılarına kim çıkarsa kafa tutup toslayanlara...
ÖNCE BEN
Başkalarıyla tartışıp inatlaştığımız konular çoğu zaman “benlik” kavgasından kaynaklanır: “Benim dediğim olacak”, “önce ben geçeceğim”, “ben ne dersem o”... Bir karakter özelliği olarak inatçılık, bitmek tükenmek bilmeyen bir kendini kanıtlama çabasıdır. Oysa inatlaşıp güç gösterisi yaparak elde ettiğimiz üstünlükle sadece nefsimizi/egomuzu tatmin etmiş oluruz. Çünkü bu “kırıcı” başarılar, ne bize kalıcı iç huzuru getirir ne de bize hakiki saygı kazandırır.
KİM DAHA BÜYÜK?
Kuran’da örneklenen en inatçı kişilerin başında firavun gelir. O, geceleri bir başına kaldığında kainatın bir yaratıcısı olduğuna inanıyor, ama sabahleyin insanlar sarayın kapılarında birikip
Bu şehirler, tarih boyunca Müslüman coğrafyasının hayranlık uyandıran, örnek alınan kültür merkezleri oldular. Elbette liste aslında daha uzun: Buhara’dan Delhi’ye kadar niceleri var. Gelin görün ki tüm bunlar içinde sadece tek bir şehir, iki büyük medeniyetin kesintisiz başkenti olmak vasfını taşımıştır: İstanbul.
İHTİŞAM VE İKİLEM
İstanbul, sadece İslam coğrafyasının değil, özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda dünyanın en önemli kültür merkezlerinden biri olmuş; Doğu’dan ve Batı’dan pek çok sanatçıyı, âlimi, seyyahı kendine çekmiştir. Ne var ki bilimsel, askeri ve ekonomik üstünlüğün adım adım Batı’ya geçmesiyle dünya genelinde “Müslüman” şehirlerin etkisi azalmaya başladı. Güçlü bir tarihi kırılma kapıdaydı... İstanbul 19. yüzyılda mimaride bir tür Doğu-Batı sentezini kovaladı. Ama bu tek başına yeterli değildi. Her alanda ikili bir yapı oluşuyordu: Bir yanda “geleneksel” sanatlar, diğer yanda “modern” sanat. 20. yüzyılda ise “geleneksel” kültür ürünleri, tüm dünyada “turistik eşya” haline dönüşüyordu.
*
Söz konusu kimlik ikilemi sadece Türkiye’ye özgü değil tabii ki. Bugün Fas’tan Endonezya’ya uzanan dev coğrafyada, öncü bir medeniyet çizgisinden söz etmek olanaksız. Günümüzün küresel kültür başkentleri New York, Los Angeles, Londra, Paris gibi şehirler... Milano, Barselona, Kopenhag, Şanghay gibileri onları kovalamaya çalışırken İstanbul, Kahire ve diğerleri hayli geriden geliyor.
YENİDEN BULUŞMA NOKTASI
Kendisine, eğer Müslümanlığı kabul ederse ne gibi şahsi ayrıcalıkları olacağını soran amcası Ebû Leheb’e verdiği cevap bunun açık örneğidir: “Ey Muhammed! Sana iman edecek olursam diğer Müslümanlara benim bir üstünlüğüm olmayacak mı?” Hazret-i Peygamber ona “Neyle üstün olacaksın ki?” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Leheb hiddetlendi: “Böyle bir din olmaz olsun. Ben bunlarla birlikte eşit mi olacağım?!”
“Azası eksik bir zencinin bile emir olmasını” mümkün gören Son Peygamber, Veda Hutbesi’nde insanlara şu önemli ilkeyi de miras bırakmıştı: “Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyaha, siyahın da kırmızı tenliye bir üstünlüğü yoktur.”
DANIŞARAK YÖNET
Resulullah, yola çıkan iki-üç kişinin bile içlerinden birini karar verici olarak seçmelerini öğütlerdi. Yönetici seçimine bu denli önem vermekle birlikte kendisi, “dünya” işleriyle ilgili çoğu zaman çevresine danışmış, yani şûraya başvurmuştur. Onun çok takdir ettiği Abdullah bin Mesud hakkında “Müslümanların istişaresi olmaksızın bir kişiyi emir (yönetici) tayin edecek olsaydım onu tayin ederdim.” demesi, ortak görüşe ve çoğunluğa verdiği değeri yansıtır. Zaten Kuran’da iyi bir müminin nasıl olması gerektiği anlatılırken “Onların işleri, aralarında danışma iledir (Şûra, 38)” denir. Nitekim Medine’deki Mescid-i Nebevi aynı zamanda bir meclis binası işlevine sahipti.
SEÇİMDEN SALTANATA
“
Hikâyeye göre Hulk, “normalde” bilim insanı olan Bruce Banner’dır. Ama nükleer bir silah deneyinin yol açtığı, tuhaf bir dönüşüm geçirir. Artık çok kızdığında makul düşünemeyen, karşısına çıkan ne varsa ezip geçen, yeşil bir dev haline dönüşmektedir. Öyle ki iradesi, tümüyle alt benliğinin, yani nefsinin kontrolüne geçer, herkesi varlığına tehdit olarak görür... Neyse ki aynı bedendeki “akıllı” Banner ile “hiddetli” Hulk, zamanla zaaflarını kontrol edip sahip oldukları gücü insanlığın faydası için kullanmayı başarırlar. Böylelikle yeşil dev Hulk, dünyayı kurtaran bir süper kahramana dönüşür.
ÇOK FARKLI BİR ‘HULK’
Benim asıl bahsetmek istediğim ise çok farklı bir “hulk”. Şöyle ki... Bu “hulk”, sadece sinirlerine hâkim olunca insanların gözünde devleşir. Zorluklara sabır ve sükûnetle göğüs gerebilir. Bu “hulk” nefsine tabi olduğunda güçten düşer... Ama sakinleşip yumuşadıkça güçlenir, yüzü parıldar...
*
Arapça kökenli bir kelime olan “hulk”, “huy, insanın doğuştan gelen davranış özellikleri” demek. “Hulk” aynı zamanda “ahlak” kelimesinin de kökeni. Yani ahlakın temelinde sahip olduğumuz huylar var. Elbette bizdeki “hulk”, olumsuz yanlar taşıyabilir (öfke, dedikodu merakı, sabırsızlık vb.). Hatta kötü huylar bizi kırıcı, yıkıcı, çevresine zararlı bir “dev” haline getirebilir. Ancak aynı “hulk”, sabırla ve sevgiyle üzerine düşüldüğünde “güzel ahlaka” dönüşür (tevazu, merhamet, çıkarsız dostluk vb.). Resulullah, “Din, güzel ahlaktır” diyerek tarif etmiş. Bu yönüyle din, kötü huylarımızı iyi huylarla (hüsn-i hulk) değiştirme sanatıdır.
İNSANLIĞI KURTARMAK İÇİN
“Hulk”
Ne var ki Hz. Peygamber’in doğum günü, yani “Mevlid-i Nebi”, Resulullah hayattayken hiç kutlanmamıştır. Keza “Hulefa-yı Raşidin (Olgun Halifeler)” zamanında da, hatta Emevi ve Abbasilerde de... Hz. Peygamber’in dünyaya gelişine hürmeten düzenlenen kutlamalar ancak 10. yüzyılın sonlarında, Mısır’daki Fatımi Devleti’nde görülmeye başlanır. 12. yüzyıl sonlarındaysa Erbil’deki Türk atabeyi Kökböri’nin (Gökbörü) teşvikiyle yaygınlaşır. Bu “anma gecesi”, zamanla daha geniş bir coğrafyada benimsenmiş, Müslümanların değer verdiği geleneklerden biri haline dönüşmüştür.
FARKLI GÖRÜŞLERE ILIMLI ÇÖZÜM
Mevlit kutlamasının Hz. Peygamber’den çok sonra ortaya çıkan bir âdet olması, alimler arasında görüş ayrılıklarına yol açmıştır. Ne var ki din alimlerinin çoğunluğu bunun faydalı bir yenilik, yani “bid‘at-ı hasene” olduğu yönünde görüş bildirmiştir. Öte yandan Selefiler, mevlit kutlamalarına tümden karşı çıkmış, bazı alimlerse sadece bu gecelerdeki gösterişli törenleri ve israfı eleştirmiştir. Osmanlılar ise aşırılıklara meydan vermeyen bir kutlama adabı geliştirmiştir. Bu anlayışla şekillenen kandil geleneğinin çeşitli unsurları, günümüze dek süregelmiştir.
KAYNAĞI