Paylaş
Kuran da aynı doğrultuda insanlara şöyle seslenir: “Eğer onlar barışa yönelirse sen de barıştan yana ol ve Allah’a güven (Enfâl, 61).”
SAVAŞ ZAMANINDA
Günümüzde barış taraftarı olmak gayet “doğal” görülebilir. Ne var ki 7. yüzyılda durum hiç de böyle değildi. Savaşmak, Arabistan’da adeta “doğal” bir faaliyetti. Bunun istisnası, savaşmanın yasak olduğu “haram aylar” idi. Bunlar önceden tanımlanmış “ateşkes” ayları, diğerleriyse savaş mevsimleriydi! İşte böyle bir ortamda yeşeren İslam, çok farklı bir yaklaşımla “barışçıl” olmayı övüyordu.
BARIŞ, ZAYIFLIK DEĞİLDİR
Savaşçılığın yüceltildiği topluluklara seslenen İslam, “barışçıl” olmanın utanılacak, yanlış bir davranış olmadığını dile getirmiştir: “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz.” Yani İslam’a göre barışçıl olmakta sakınca yoktur. Bunun istisnası, inancınız nedeniyle size veya yurdunuza saldırılmasıdır.
*
Öte yandan, savaş durumunda dahi çatışmayı sonlandırıp barışa yönelmek, esastır: “Artık onlar sizi bırakıp çekilir de sizinle savaşmazlar ve barış teklif ederlerse Allah onlara saldırmanıza izin vermez (Nisâ, 90).” Ayrıca yapılan barış anlaşmalarına uymak bir dini yükümlülüktür: “Verdiğiniz sözü yerine getirin çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir (İsrâ, 34).”
*
Hz. Peygamber’in ifadesiyle savaş ve düşmanlık, arzulanıp peşinde koşulacak bir şey değildir: “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah’tan afiyet dileyin.” Afiyeti aramak, savaş afetinden uzak durmak... Asıl gaye bu olsa gerek. Nitekim “sulh” (barış) kelimesi, esasen “afet ve fesattan arınmış olma” demektir.
ÇATIŞMALARIN TEMELİ
İSLAM kelimesinin bir kök anlamı da “barış ve esenlik”tir. Gelin görün ki çağımızda Müslüman coğrafyası, sayısız savaşa tanıklık etti. Üstelik bu savaşların önemli bölümü, Müslümanların iç savaşı. Özünde “barış” olan bir inancın adeta savaşla eşanlamlıymış gibi görülmesi, algılanması ne acı bir durum değil mi?
*
Oysa savaşları, doğrudan ve sadece dini inançlara bağlamak hiç de bilimsel bir yaklaşım değildir. Örneğin ne I. ve II. Dünya Savaşı’nın ne de yanı başımızdaki Rusya-Ukrayna Savaşı’nın dinlerle, inançlarla doğrudan ilgisi yok. Savaşların temeli, çoğunlukla “dünya malının” paylaşım mücadelesine dayanır. Dini veya milli kimlikler, sıklıkla bu paylaşım kavgasına “haklılık” katmak için kullanılır. Ve muhtemelen gelecekte de kullanılacaktır.
*
Halbuki kitlesel kabul görmüş hemen tüm inançlar, insanların birbirini öldürmesini değil, yaşatmasını esas alır. “Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak” insanların ölümüne, yıkımına yol açmak demektir. Ve hiç unutmamak gerekir ki: “Kim bir insanı öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir hayat kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur (Mâide, 32).”
‘İÇ SAVAŞ’ SON BULMALI
"İÇ SAVAŞ” deyince aklımıza hemen silahlar, tanklar, tüfekler geliverir. Oysa bir de kendi içimizdeki, nefsimizle savaşımız var. Hani doğrularımızla davranışlarımız birbirini tutmadığında başlayan, uykularımızı kaçıran vicdan savaşı.
*
Kimileri “vicdan”ın uydurma bir kavram olduğunu savunur. Onlara göre “vicdan” bize “dayatılmış” doğrulardır. Peki ama “vicdan”dan tamamen kurtulduğumuzu düşünelim... “Vicdansızlık” hali, tam da medeniyetin çöküşü değil mi? Çocuk, yetişkin, yaşlı, kadın-erkek demeden insanları, hayvanları, bitkileri hunharca ezip geçmeye neye dayanarak karşı çıkacağız? İç değerlerimizi, vicdan muhasebesini bir tarafa koyduğumuzda geriye silahlardan ve coplardan başka ne kalır ki?
*
Dinler “sosyal” yönleriyle görünür olsa da asıl gaye, insanın nefsiyle/egosuyla verdiği “iyi insan olma” yolculuğudur. Bu yolculuğun nihai hedefiyse kişinin kendisiyle ve hakikatiyle barışık hale gelmesidir. Ne dersiniz... Savaşlara karşı çıkarken kendi içimizde de barışı aramanın zamanı değil mi? “Yurtta sulh, cihanda sulh” ve tabii bir de “içimizde sulh”.
Paylaş