Musa Dede

Yolsuzluk

16 Mart 2014
Yol hakikatimize giden yol ise ve biz de bilerek, isteyerek, var gücümüzle, malımız, canımızla bu yolda yürümeye gayret etmiyorsak yolsuzluk kaçınılmaz! Yolsuzluk türlü türlü, yol ise pek kaygan…

Senelerim yolsuzlukla geçti, ziyan oldu. Heyhat elbet vardır bir hayrı yaşadıklarımın, yaşattıklarımın, fakiri bu günlere getiren geçmiş günlerim ne de olsa. Belki biraz halden anlamaklık, yolsuzlara duyduğum azıcık şevkat, pişmanlık duyanı kucaklama isteği, herkesin değişebileceğine inancım, en hayırsız görünen kimsenin dahi şahsına ithamda bulunmamaya dair kırık bir temkin, insanlıktan umudum, vuslat, kendi yaşanmışlıklarımdan devşirebildiğim fukara sermayesi… Gün gelecek, onu da terk etmek gerekecek bu yolda!
Bugün muzaffer bir edayla hakikat yolunda yürüyor gibi gözüksem de kimilerine, siz gelin bir de bana sorun, yoldan çıkmamak, yan yollara sapmamak bu devirde ne zor. Kaldı ki yoldan ayrılmamayı başarsam da, yolumda ilerlesem de sağlam adımlarla, geçmişimi değiştiremem, günahım çok ve tövbemin kabul edilip edilmediğini gerçekten ancak Allah(cc) bilir. Hadi O çok affedicidir diyelim, ya kullarına karşı ettiğim hayırsızlıkların telafisi ne olacak?
Anlaşılan 'ah-ü vah' edip çaresizlikle kilitlenmenin yerine hayır işlemeye, gönül almaya, -bizimki de örtülür umuduyla- kusurları örtme gayretine harcanmalı kalan ömür. İnsanların sevgiye ihtiyacı var, umuda, anlayışa, yargılanmadan baş koyabilecek bir omuza ihtiyacı var. Halbuki eleştirmek, dışlamak ne kolay. Ama o ağacın meyvası acıdır. Dışlandığını düşünüyorsan dışlamayı bırak, düşmanlık hissediyorsan düşmanlığı bırak, merak etme "Hiçbir haksızlık karşılıksız kalmayacak". Belki de en çok bundan korkmalı, edebe sarılmalı, kendine bakmalı. Ola ki korku saygıyı, saygı sevgiyi, sevgi muhabbeti, muhabbet aşkı doğurur! Aşkın hatırına ise her şeye katlanılır, zehir bal olur, sevgilinin lütfu da kahrı da hoştur…

Nefsin yolu yol değil yolsuzluktur, yolsuzluk inancıma ters, yolum ise sırlanmıştır dostum. Bakma biz zora talip olmuşuz, akıl yok ki bizde, gönül yolundayız, henüz taş devrindeyiz, bu yolda kelam atı sürmek de boş ya, ne edeyim fıtratım böyle, yazıyorum suya; "Ya tutarsa!"… Bir vesileyle Allah hidayet etse, bir can uyansa, bir nasihat muhatabını bulsa, uygulansa… Yeter, gerisi gelir! Bu yol rehbersiz gidilmez derler amma, bizden bu şartlarda fazlasını umma, yem oluruz sonra kurda kuşa. Yazılanlarla yetinmeli şimdilik!
İşte böyle; yolumun felsefesi aşkın, vezinleri coşkun, büyüklerimin sözlerine methiyeler düzmek, icab ettiği yerde alıntılamak hoştur da, yaşaması zordur. Keza yolsuzluk cezbeder durur kabaran nefisleri.. Hem, canı başı koymak ne içindir yola? Maldan, mülkten, şandan, ünvandan, cennetten, yardan vazgeçmen bir "Hiç" için. Hiçlik dağının ardına yetsen de, sen, sen değilsin ki artık… Aciziz, O'dur istenen de, isteyen de! Hakikat bu… Medet O'nun kapısında, aşk O'nun bekasında! Bak aynama gör; sana rehber olamam yolunda, edebim eksik, ateşim sönük, hikmetim yok, himmetim yok, desturum yok, yokluk sürgününde, hiç bile değilim… Zaten katlanamazdın varını yoğunu bir hiçle takas etmeye, fakir Musa katlanamıyorum, isyanıma isyan etmede, isyankar bir yolcuyum, ama yolu terk etmeyecek kadar da iddiacı, bu çelişkiye sen nasıl katlanacaksın? E o zaman kendinden bekleyemeyeceğini başkasından beklemek niye? Ne kızıyorsun yolsuzluğa? Yok, suçu ötekine atma, öteki yok çünkü bu yolda… Bari bunu anla!

Sabunu sevmez, temizlik beklersen, malına kıyamaz, paylaşım dersen, barış ister, öfke kusarsan, aşk diler, meşke düşersen, cenneti arzulayıp dünyaya bu kadar bağlanırsan, hele hele haklılık iddiasından vaz geçmeyip hakkı, Hakk'a bırakamazsan, asan olmadan Musalık taslarsan sen de yolsuzluk yapıyorsun, haberin yok! Ya derse ki Hüda "Hükmümü beğenmeyen mekanımı terk etsin!", nereye gideceksin? Gidecek başka yol yok! Ya yoldasındır, ya yolsuzluk yapmada… Bir kelebeğin kanat çırpışında fırtınalar kopuyor! Gel de çık işin içinden!

Yazının Devamını Oku

Selam!

9 Mart 2014
Bu hafta sizlere bir okurumla yazışmamız ve neticesinde gelişen olayları aktarmak istedim, kendisinden de izin alarak, ibretlik bir hikaye olduğu düşüncesiyle…

Samimi bir gönlün yol bulmasına Erenlerin nasıl da himmet ettiğinin, o ilk adımı atarken takınılacak edep, gayret ve sınavlarla ilgili, Rabbimizin bir kulunu isterse nasıl vesilelerle huzura davet ettiğinin, şer gözükenin nasıl hayra döndüğünün, her detayı anlam yüklü hikayesi! Tasavvuf… Mesel, kardeşimizin fakire 'facebook'ta arkadaşlık teklif etmesi ve kabul etmemle başlıyor. Yazışmayı olduğu gibi paylaşıyorum, sadece, isminin gizli kalmasını rica ettiği için mahlas kullanarak;

Sevda: Çok teşekkür ederim tanımadan kabul ettiğiniz için. Daha önceden hiç geçmediğim bir yolun başında buldum kendimi bir süre önce. Şaşkınlıktan, çevremde pek de var olmayan, bilgi ve feyz alabileceğim her kaynağa yakın durmaya çalışıyorum. Tesadüfler ve içgüdüler yön verirken, pazar gününün uçak yolculuğundaki gazete yazınız beni buraya taşıdı. Sevgiler, Sevda
Musa Dede: Shalom/Selam, Kudüs'te Rabia-t'ül Adeviyye Hazretleri'nin türbesi olmalı, gidip fakirden de selam söylerseniz sevinirim, Hu
S.: Memnuniyetle.. Benim acemi, acizane aracılığımı kabul ederler umarım!
M.D.: Kabul olduğuna dair işaretler olacaktır, gözünüzü, gönlünüzü açık tutun :)
(az sonra)
M.D. : Hz.Rabia sufi büyüklerinden 'kalender meşrep' bir hanım, manevi aşkın aynalarından…

Yazının Devamını Oku

O, ne güzel işitir! (Mübarek kulak…)

2 Mart 2014
Şikâyet etmekten utananlardanım.

Hüsn-ü zan sınırlarını iyice zorlamak gerekecek bu sefer. Umarım bu acizane çabam kıyametim gelene değin samimi ve doğal bir hal alır da Rabbimin karşısına öyle çıkarım. Doğrusu nifakçı, isyankâr bir kafir olarak telef olmaktan korkmaktayım. Bu günlerde ekşimeden kalmak hiç kolay değil çünkü! Sürekli bir taarruz, bir kışkırtma, bir ayartma, dayatma… Şaka gibi ama değil! O kadar ki gündem kirliliği bir yana, ne zaman huzur için, dua etmeye ya da gözlerimi kapatıp tefekküre dalmaya köşeme çekilsem, ya mahalleli çoluk çocuk bağırtılı çağırtılı, küfürlü, lanet okumalı orkestrasyonlarıyla penceremin önünde yerlerini alıyorlar ya da komşu duvardan geçen televizyon sesi rezalet ve felaket haberleri mızıldanıyor kulağıma. Mahalleliyi de mi dış mihraklar organize ediyor yoksa? Kim var bu gürültünün arkasında? Eşzamanlılık tesadüf olabilir mi? Değildir! Bence hayrı da şerri de O'ndan bilmek gerektiğinden, ancak Rabbim fakiri sınıyor olabilir. Ne güzel, ilgileniyor hamd'olsun! İçten, dıştan… Tüm ülke sınavdayken bizi boş mu bırakacaktı? Sınavın zorlaşması da demek ki büyük ödül var ardında, bizi küçük sınavlar kesmez olmuş da irileri geliyorsa artık önümüze, çapımız mı artmış haberimiz olmadan acaba? Allah kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez ya! Bu seferki sınav vesilesi bize ödünç verilmiş bir çift mübarek kulak, marifeti hakikati duymak…

Girdiğim her ortamda hukuksuz dinlemeler, şüpheli tapeler ve akabinde ortaya atılan iddialar hoyratça konuşulmakta, hatta yüksek gerilimlere sebep olmakta. Ne diyebilirim aslını bilmeden? Eldeki tek kesin veri baştan ayağa dinlendiğimiz ve birilerinin bunları bu günlerde yayınlamaya karar vermiş olması. Zaten biliyorduk ya, yine de dinlendiğimizi bize hatırlatan bu son olaylara müteşekkir olmalı. Allah'ın "Es-Semi" güzel isminin tecellisi olmadan hiç kimse bir şey ne dinleyebilir, ne duyabilir. 'Es-Semi'; Tüm varlığın açık-örtülü, gizli-aleni, kısık veya yüksek sesle, önemli-önemsiz gözüken her hareketini, sesini, hatta sessiz dilini dahi duyan, her şeyi dinleyip işiten Yaradan'ın esmaü'l hüsnasından biridir. Aslında dinlenmediğimiz bir an bile yoktur, O her şeyden haberdar! Bundan gaflette olanlar ve vicdanı sağırlar, açığa çıkmadıkça, kapalı kapılar ardında dedikodu kazanı kaynatmaktan, ahlaksız münasebetler kurmaktan, habis planlar yapmaktan, iftiradan ve yalan söylemekten utanç duymamaya meyilli olabiliyorlar. Başkalarını destursuz dinleyenler de, dinleme eyleminin, ilahi bir sıfatın kişiye -lütfen- bahşedilmiş olduğunun mesuliyetinden bihaber olunca, bu eylemi türlü edepsizliğe malzeme yapmaya yatkınlık gösterebiliyorlar. Kasti durumlar ise en beteri. Tabii kendileri bilir. Fakir, dinleme listelerinde adım olmasa da, sayelerinde Allah'ın listesinde adımın olduğunu hatırlayıp avunuyor, hem de ağzımdan çıkan, hal dilimden yansıyanlara daha bir dikkat etmeye çalışıyorum bu günlerde… Farkındalık artıyor, sorumluluk artıyor, bu vesileyle cemaline yakınlık da artsa keşke!

Evet, bizi dinleyenler mübarek bir iş yapıyorlar Allah'ın bir sıfatını tecelli ettirerek. Ancak bunu nefislerine uyarak yapıyorlarsa, emanete hıyanet edenlerin vay hallerine. Tanrılığa soyunmak olur ki, Allah Allah'lığını kimseye bırakmaz! Her şeyin en hayırlısı O'na teslim olanların, hakkında sui zanda bulunmayanlarındır. O'nun "Es-Semi" isminin yanında öyle başka güzel sıfatları da var ki, tarafından dinlenmekten şeref duyarız; O Dost'tur, 'Settar' ismiyle kusurlarımızı örter, nice sırlarımızı saklar, 'El-Adl'dır, adaletle davranır, hem merhametlidir, Rauf'tur, Affüv'dür, affedicidir. Böyle dinleyene can kurban! Öteki türlüsüne ise tecavüz desek yalan olmaz, tecavüzü seyreden, dinleyen ise röntgenci oluyor. Bir de teşhir ediyorsa, bunu da manipüle ederek çıkarına uydurarak yapıyorsa zalimliğin ve münafıklığın sınırlarına iyice girilmiş oluyor, ki Allah'ta isim bol, 'El-Müzill'(zelil eden), 'El-Kahhar'(kahr eden) isimlerinin kapsama alanındayızdır artık. Vebali büyük işler bunlar, o yüzden "Duymamış olalım", altından kalkamayız maaz'Allah!

Anlayacağınız ortalık karışık. Neye, kime güveneceğimizi bilmiyoruz Allah'tan başka! Ne yapmalı? Eylem mi, eylemsizlik mi, sabır mı, mücadele mi? Kendimizle mi, ötekiyle mi? Haddi aşmak istemem! Ne zaman ki nefsime galip gelirim, bela ve sıkıntılara yeterince katlanmışımdır, vatanım, milletim, masum kardeşlerim zulüm altında eziliyordur ve kalbime cesaret, elime bir kılıç(adalet) verilmiştir, Allah'ın rızasından emin olmuşumdur, hırsız, arsız, kimin kim olduğu ayan olmuştur, şer ve hayır netleşmiş, hüküm verilmiştir, işte o zaman harekete geçmemek gerçekten zayıflıktır. Ama nefs işin içindeyse, savaşta dahi olsak, Hz.Ali(r.a.) gibi, suratınıza tükürüldüğü anda tam, kılıcınızı indirip "artık sana vuramam, çünkü işin içine nefsim karıştı" diyebilmektir marifet… Onun için Eyv'Allah'a devam, İllallah son durak! Ve tabii dikkat! Lakin toplumumuz her zamankinden daha güçlü bir şekilde kışkırtılmaya, bölünmeye, kaosa itilmeye çalışılıyor sanki… Kimdir, nedendir bilmiyorum! Tam sınıf atlayacağız, atlayamıyoruz. Müdahale aşikar, niyet karanlık. Bizimle beraber İslami değerler, insani değerler de hedef tahtasında gözüküyor. Agatha Christie romanı olsa soracak dedektif Hercule Poirot "Acaba bu en çok kimlerin işine geliyor?" diye… Ah nefs, 'Kış geldi, geliyor', belki de dünyan karlar altında kalacak. Sığınacak sıcak bir gönül bulamayan kimileri telef olacak… Hakk'ın ipine sıkı tutunma zamanıdır. Medet Ya Allah! Kendime tavsiyem; Dışarıdaki gürültüden merkezine sığın ve fırsat buldukça dua et de kolaylıkla atlatalım bu dönemi, ki hayrını görelim! O işitiyor… Sınavdan sonra büyük ödül var inş'Allah! Hu

Yazının Devamını Oku

Ortalık ne kokuyor?

23 Şubat 2014
Güzel kokuların peşine gidin, gül kokmuyorsak da, kokanların yakınında olmaya gayret etmeli, ki belki bize de bulaşır. Ve kötü kokan şeylerden uzak durun, ki kötü kokular süfli varlıkların ziyafet sofrasıdır.

Bu günü koklamanızı istesem? Bir süre koku penceresinden baksanız? Bu yazıyı sadece okumayıp, satır satır koklasanız mesela! Hadi gözlerinizi kapayın ve bırakın biraz da burnunuz hissetsin hayatı! Varlığın kokularına açın kendinizi… İsterseniz sabah kahvenizi koklayın önce, ki uzaklaştırsın geçmişin kokularını. Niyet edin; zihniniz durulsun, berraklaşsın ve gönlünüz uyansın! Yavaş yavaş sükunetin kokusunu hissediyorsanız ucundan, hazırsınız. Teninizin gerçek kokusunda da bulunur sükunet, ve daha ne türlü haller, en iyisi koklamaya kendinizden devam edin, bakın nelerle yüzleşeceksiniz…

'Gönül gözü açılmaya başlayanların koku farkındalığı da artar ve her şeyin ancak ince düzeylerde algılanabilecek kendine has bir kokusu vardır' diye bilinir. Duygular, düşünceler, olaylar, mekanlar, görünen görünmeyen tüm varlıklar… 'Kokular, alemler arasında köprüdür' derler. O halde madde aleminden mana alemimize köprüler var saçtan ince, kılıçtan keskince… Hissedebilsek! Kokular bize hakikati fısıldıyor…
Gönül gözü ile duymaya çalışınca, sahi ne kokuyor ortalık? Ne kokuyor bize söylenenler? Ne kokuyor kurulan ilişkiler, alınan kararlar, niyetler? Ne kokuyor radyoda çalan şarkı, ekrandaki görüntüler? Gündem? Bunları herkes kendine göre değerlendiriyordur. Parfüm sanatı ile uğraşanlar bilir; birkaç ayrı koku kokladıktan sonra burun tarafsızlığını, hassasiyetini yitirmeye başladığından arada bir durulur ve burun hafızası sıfırlansın diye kahve koklanır. Ama en iyisi ve doğrusu kendi çıplak tenini koklamaktır. Ten kokumuz burnumuzun denge noktasını yeniden buldurur bize. Yani herkesin denge noktası kendine referanslıdır. Bu düşünmeye değer değil mi?

Perdelerin ardında, gül kokusundan bir kokudur tenimiz aslında, çünkü gül kokuların anasıdır. Allah-ü Teala kendi nurundan o ilk ruhu yarattığında önce, nazarından mı, parlaklığının ve aydınlığın şiddetinden mi bilinmez, terlemeye başlamış o mübarek 'Nur-u Nebevi'. İşte o terden gülün kokusunu yaratmış Yaradan. İlk koku… Yayıldıkça yayılmada, her molekülü her an ayrı şanda… Gül kokusunu takip eden aşkı bulur, ne bulursa kendinde bulur! Hatırlayamıyorsanız merak etmeyin, insanın kokusu da, koku algısı da maneviyatındaki gelişmelerle birlikte değişir, evrilir. Güzel kokuların peşine gidin, gül kokmuyorsak da, kokanların yakınında olmaya gayret etmeli, ki belki bize de bulaşır. Ve ''değiştiremeyeceğimiz'' kötü kokan şeylerden uzak durun, ki kötü kokular süfli varlıkların ziyafet sofrasıdır…

Küf kokuyorsa eğer ortalık, bağnazlıktandır, beyaz kafur ile kovalayıp, fesleğen ile iyileştirin. Kafur açıcı, uyarıcı, fesleğen ise zihin berraklığını, uyumu arttırıcıdır. Kıskançlık ekşimiş süt gibi kokar. Papatya ile ferahlatılmalı, lavanta ile dönüştürülmelidir. Bu karışım ateşi düşürür, hem lavantanın güven veren ve dengeleyici bir tarafı vardır. Güven ve muhabbet kıskançlığa panzehir olur! Korku, güvensizlik, şüphe olduğunda çürük meyva kokusu alırım. Bilgeliğe ihtiyaç vardır. Ud-misk karışımı işe yarayabilir. Bir parça Hint sümbülü katkısı ayrıca cesaret verecektir. Adaçayı da iyidir. Öfke, nefret, kin duyguları yanmış lastik veya yağ gibi çarpar burnuma. Sevgiye, diyaloğa, affetmeye lüzum vardır. Sarısabır(aloe vera) bünyeme tatlı tatlı soğukkanlılığı öğütler. Sonrasını yasemin halleder. Şehvet, hırs ise yüksek alkolle karışık bir amonyak kokusundadır sanki. Sandal ağacı şehvet enerjisini süblime etmek için birebirdir. Bu duygularla baş etmek için maneviyatımızı güçlendirmeye ihtiyaç duyulur. Buhur ve sandal karışımı öneririm! Bozuk yumurta yalan ve ikiyüzlülük kokar. Burnumuzun ise doğruluğa ihtiyacı vardır bunu aşmak için. Limon ve çama ne dersiniz? Kibir ve bencillik, hastalık kokusundadır, gizlenmesini çok iyi becerir ve burunu yanıltabilirler. Teslimiyetten başka antidot bulamadım fakir. Onu da ancak güçlü bir kokuyla desteklemek mümkündür, amber(kehribar) gibi. Safran, menekşe karışımını yaydığınızda destek gelir lağım kokan yozlaşma ve dejenerasyona karşı. Küfür ve lanet okuyanlara ise dua etmek lazımdır kına kokusunda. Sevgisizlik, duyarsızlık kokuyorsa çevrenizde, aşktır tabii ilacı. Gül suyu dökün hemen oracığa. Ya umutsuzluk ve inanç kaybı varsa, ki üstünüze sinmiş pis duman gibi kokar, nane gibi umut yaymak, kırmızı kekik gibi yardımsever olmak gerekir. Bergamot depresyonu dağıtır. Leş gibi kokmaya başlamışsa birileri, dedikodu, iftira ve hasettendir belki. Edep ve güzellik püskürtün üzerlerine, mür(kokulu sarı sakız) ve portakal çiçeği koksunlar. Adaletsizlik, eşitsizlik, hüsran sarmışsa etrafı, merhamet kokmalısınız vanilya gibi, mutluluk ve neşeyi destekleyici bu koku çöp kokan uyuşukluğu da dağıtacaktır. Savaş, barut kokuyor ise ortalık, nifak tohumları ekiliyorsa gün begün, barış, kardeşlik, uyum için birbirinizi koklamalısınız belki de, sedir/paçuli/ylang,ylang karışımı yerine…

Bebek kokusu arasın bugün burnunuz. Buldunuz mu da derin derin çekin içinize. Hatırlayın, hepimiz bebektik bir zamanlar. Bebek, bebek gibi kokmuyorsa, kusuru onda aramayın, altını değiştiriverin bi zahmet!

Yazının Devamını Oku

GÖLGENİN HAKİKATİ Aç, aç!

15 Şubat 2014
İstiyoruz ki herkes açık olsun, her şey açık olsun… Şeffaflık olsun! Ki bilelim; kimin nesi var, kim kimdir? Gizli emeller, saklı ilişkiler, sırlar dökülsün ortalığa! Biz de görelim, anlayalım, ona göre izleyelim, değerlendirelim… Peki ama kaldırabilir miyiz?

Açıklık hepimizin dilinde, ve diyoruz ki; "Aç", "Açıkla!” Açık açık görmenin sorumluluğunu taşıyabilir miyiz? Görünen karşısında, görünene rağmen edebimizi koruyabilir miyiz? Ya biz kendimizi açmaya ne kadar hazır ve gönüllüyüz?
Açıklık güven ister, teslimiyettir. Kimin karşısında çıplak kalınırsa hayırlıdır? Bir doktor, ki bize bakıp teşhis koysun, tedavi süreci başlasın… Anne, ki bizi doğuran odur, varsayılır ki bakışında asla kötü niyet yoktur… Sevgili, ki bizi sever, beğenir, yakınlık için aradaki engelleri kaldırmak arzulanır... Gerçek bir ilişki kurmak için, olduğumuz gibi bilinmek, kabul görmek için… Korkularımızdan sıyrılıp, bir adım atarız ve tüm incinebilirliğimizle ortadayızdır artık, açık! Doğrusu cesaret bir yana, açmanın da açtırmanın da açık açık seyretmenin de bir edebi vardır… Yoksa arsızlık olur! Bu 'Adem ile Havva'nın nefs elmasını yemelerinden beri böyle. Çıplaklıkları onları utandırdı ve ayıp gördüklerini örtme ihtiyacı duydular. Örtünmeleri elmayı yemiş olmalarını açık etti!

Daha yeni tanışmıştık zahiren, sohbetin lezzetinden zamanı unutmuştum. Akşam olmuş, acıkmışız. 'Derviş Baba' istersem yemeğe kalabileceğimi söyledi. Sevinçle kabul ettim. Sofraya geçtik. 'Baba' beni yanına oturtmuştu. Çorbalar servis edildi. Afiyetle içtim ve kaşığımı çukur tarafı aşağı gelecek şekilde boş tabağın kenarına iliştirdim. Bu gayri ihtiyari hareketim ilk dersimi almama vesile olacaktı. Derviş Baba usulca kaşığımı çevirdi ve yüzü yukarı gelecek şekilde tekrar tabağın kenarına koydu. Kulağıma eğildi ve gülümseyerek başka kimsenin duyamayacağı şekilde fısıldadı: "Derviş kapamaz, açar evladım!.."
Etkilenmiştim. Bu öğüdü sindirmem çorbayı sindirmemden çok daha fazla zaman alacaktı. Anlaşılan daha açık bir insan olup kendimle yüzleşmem gerekiyordu. Toplumla yüzleşmem gerekiyordu. Fakat o an için en önemlisi şuydu: Bir mürşide öğrenci olabilmek için onun karşısında tüm kusurlarımla, ayıplarımla kendimi açık açık ortaya koymam gerekiyordu ki üzerimde gerekli çalışma yapılabilsin… İtiraf, affedilmen için kusurlarının setr'edilmesi için atman gereken ilk adım! O zaten biliyor!

Hindistan'da ziyaret etmenin nasip olduğu Yahudi asıllı sufî / şair ‘Sermest Kalender’, kimine göre bir cezbe hali sonrasında, kimine göre kendisini rahat bırakmayan 'sözde' taliplerinden kurtulmak için hayatını çırılçıplak sürdürmekteydi. Tevrat, İncil, Kur'an âlimi olmanın yanı sıra kerametleriyle de bilinen Sermest Kalender, anadan üryan gezmesine rağmen hem halkın hem de dönemin saltanat sahiplerinin çekindiği, saygı duyduğu bir veliydi. Ancak durumunun sıradışılığı, bunu bir meydan okuma olarak gören, aslında kendisine haset eden dönemin ulemasından bazılarının ona karşı tavır almalarına sebep olmuştu. Bunlar zalimliğiyle nam salmış Sultan 'Aurangzeb'i (Evrengzib), Sermest Kalender'e karşı kışkırtıyor, durumun kabul edilemez olduğunu ve Sultan'ın otoritesini sarstığını iddia ediyorlardı.
Bir gün Aurangzeb'in yürüyerek Jama Mescid'e cuma namazına gitmesi, yol üstünde, caminin girişinin yakınında, ustası 'Hare Bare Şah'ın dergâhını mesken tutmuş olan Sermest Kalender'le karşılaşmasına vesile olur. Bunu fırsat bilen Sultan herzamanki gibi çıplak oturan Hazret'in yakınındaki battaniyeyi işaret ederek "Ey Sermest, cami yolu üzerinde bu şekilde oturmanla camiye gelenlerin abdestlerinin kaçmasına sebep olmayasın, neden şuradaki örtüyü üzerine örtmüyorsun?" buyurur. Hz.Sermest, "Buyur, örtebiliyorsan sen ört" diye cevaplar. Bunun üzerine yerdeki battaniyeyinin daha ucunu kaldırmasıyla, Sultan bir de bakar ki ne görsün, açılan örtünün altında tüm kanına girdiği insanların henüz kanları kurumamış başsız cesetleri yatmıyor mu! Sermest Kalender sorar: "Karar ver ey Sultan, kendi çıplaklığımı mı yoksa sizin ayıplarınızı mı örteyim?"
Tahmin edebileceğiniz gibi Hz.Sermest Kalender daha sonra şehit olup Hakk'a yürüyene değin çıplak yaşamına devam eder…

Diyeceğim o ki, her şey yerli yerince güzel! Umalım ki açmaya heveslendiğimiz 'Pandora'nın kutusu' değil de 'gönlümüz' olsun vesselam…

Yazının Devamını Oku

Şeytan'ın oyunları…

9 Şubat 2014
Şeytan ne ister, ne yapmamız işine gelir, başarılı olmak için neleri kullanır, nelerden haz etmez, hangi tür eylem ve söylemler şeytanidir… İtiraflarını kendisinden dinleyelim, ibret alalım.

Şeytan bireylerle doğrudan uğraşmaz. Zaten gerek de yoktur. Keza içimizde "şeytan'ın şubesi" vazifesini gören 'nefsimiz'(nefsi emmare) bizi Allah'tan, yani hakikatimizden uzak tutmak için yeterince mahirdir. Ancak büyük çaplı işler için 'şeytan' bizzat konulara müdahil olabilir ve emrindekileri planı dahilinde görevlendirip organize eder. Onun şerrinden kendimizi ve sevdiklerimizi muhafaza edebilmemiz için şeytan'ın oyun ve yöntemlerini bilmemizde yarar vardır. Bunun için bilenlerin tecrübelerinden faydalanmak bir yana içimizdeki küçük şeytan'ın varlığını kabul edip onu incelemek de büyük şeytan'ı ve hedeflerini anlayabilmemizi sağlayabilir. Fakir, içinden geçtiğimiz sıkıntılı sınav döneminde sağa sola savrulmamamız için dua etmenin yanı sıra içimdeki şeytanla bir söyleşi yapmayı ve onun perspektifinden olan biteni değerlendirmeyi denemeye karar verdim. Şeytan ne ister, ne yapmamız işine gelir, başarılı olmak için neleri kullanır, nelerden haz etmez, hangi tür eylem ve söylemler şeytanidir… İtiraflarını kendisinden dinleyelim, ibret alalım;

- İkilik olmazsa 'ben' var olamam. Bunun için hep ayırımı körüklerim. Ayırım da yetmez. Unsurların birbirine düşman olmalarına çalışırım. Benim esas düşmanım insandır. Onun benden üstün olamayacağını kanıtlamaya and içtim. İnsana insanlığını unutturmak vazifemdir. İnsanın ruhunu besleyen damarları körelterek ona toz topraktan öte bir kıymeti olmadığını telkin etmeye uğraşırım. Kendine inancını yitirmesiyle Yaradan'a inancını yitirmesi aynı kapıya çıkacaktır, benim kapıma…
- Her şey benim elimde bir silaha dönüşebilir, keza en çok ilim bende var. Tüm peygamberleri tanıdım, tüm kitapları bilirim. Her kılığa girerim. Aracı amaç gibi gösteririm. İki doğrunun yanına ustaca bir yanlış katıp ayağınızı kaydırabilirim. Aklın yarısı bana hizmet eder, oradan hep konuşurum, şüphe ve vesvese veririm. Bakarsınız sizi güç ile büyülerim, ya da sağlığınızı bozarım, sevdiklerinizi çalarım, sizi korkutur, umutsuzluğa, isyana sürüklerim. Kalbinizin sesini duymamanız için elimden gelen gürültüyü yaparım. Teslim olana dek sizinle uğraşırım.
- İnsana kibir aşılamak en etkili yöntemlerimdendir. Onun kibirini kah övgüyle kah yergiyle körüklerim. Yeter ki kendini ötekinden ayrı görsün, hep kendiyle meşgul olsun. Kendini üstün görürse diğerlerini değersiz bulacak, zalim olacaktır. Kendini alçak görürse haset edecek, kıskanacak, karamsarlığa kapılacak, yine zalim olacaktır. İnsanın kendine zulüm etmesi yeterlidir, ama herkese zulüm etmesi daha da iyidir. Bunun için mesela 'adalet' kavramını kullanır, deforme ederim, yargılayıp, ceza vermeye hakkı olduğunu insana fısıldar, işine geldiği gibi hüküm vermesi için kılıflar uydururum. Anlayış ve merhamet duygularını zayıflık gibi algılatırım. Yanlışa alkış tutar, yanlışı popülerleştirir, moda haline getiririm.
- Sizi uyuşturmak için dünya dolusu cephanem vardır. Kavramların içini boşaltır, mal biriktirmeyi başarı, şehveti aşk, boş hayalleri cennet, tembelliği rahat, acıyı zevk, putperestliği din gibi gösterebilirim. Bir hapla mutluluğu vadederim ve sizi yavaş yavaş kölem yaparım.
- Ne zaman bir toplumda refah, sevgi, bilgelik, faydalı üretim, inanç yükselişe geçen değerler olmaya başlar, hemen dikkatimi oraya yöneltir, o düzeni bozmak için gayretimi arttırırım. Bir yere saldıracağım zaman mümkünse önce kalbe ve başa saldırır, ölümcül darbeyi hemen vurmayı isterim. Bir toplumun kalbi yüksek manevi değerler sergileyen kişilerde atar, onların ortamını bozmak, öğretilerini yozlaştırmak, hatta ayıplı hale getirmek, kitleleri bu gibi zatlara düşman etmek faydalıdır. Ardından başa vurma zamanıdır. İnsanlar duyguları manipüle edilerek kolaylıkla bindikleri dalı kesebilir, pire için yorgan yakabilirler, sonuçları düşünemeyecek kadar sersemleşirler. Toplumu manevi önderlerden ve güçlü bir liderden yoksun bıraktığımda gerisi kolaydır. Denize düşen yılana sarılacaktır. İnsana değer vermeyen bendendir.
- İnsanların Allah'ın sevgisine layık olmadıklarını kanıtlamak için onları kendi rızalarıyla hayırlı yoldan uzaklaştırmak lazımdır. Bunun için dinin rehberliğini kötü göstermek adına dindarların içine sızarım. Hele sonunda din adına hareket eder gibi gözüken ve "doğrusu benim yolum" diyen gurupları birbirine düşürür, rezil edersem halk sonunda "demek din kötü bir şeymiş" diye düşünmeye başlar. Böylece kuruyla beraber yaş da yanacağından gerçek dindarlardan da kurtulurum. Mürşidi olmayanın mürşidi ben olurum.

Yazının Devamını Oku

Yeni Delhi’de Peygamber’in ayak izi

2 Şubat 2014
Jama Mescid’de önümüze konulan emanetler karşısında nefesimiz tutuluyor: Sol eşi Topkapı Müzesi’nde bulunan Hazreti Peygamber’in (sav) mübarek ‘sağ ayak izi’, giydiği sandaletin teki, saç teli, Hz.Ali’nin (r.a) eliyle yazdığı ‘Mushaf’tan sayfalar, ve Hz.Fatıma’nın (r.a) başörtüsü…



Hindistan; nefsime cefa, ruhuma sefa… Cefa gelen buradaki zor seyahat ve konaklama şartları iken, sefa ise yaptığım ziyaretlerdeki muhabbetlerden alınan manevi haz oluyor. Nefis padişahlığından feragat ettikçe ruhun sefası artıyor. İstanbul’a dönmeden önceki son durağım başkent Yeni Delhi’de geçirdiğim birkaç gün fiziki şartlarda da rahatlama getiriyor. Sonunda sandalyeye oturarak ağrıyan dizlerimi dinlendirebiliyor, sıcak suyla banyo alabiliyorum.
Yeni Delhi’de bizi ağırlayan soylu ve varlıklı ‘Khan’ ailesinin hikâyesi araştırmaya niyet ettiğim ‘Sih’lerle bağlantılı çıkıyor. Tek tanrılı Sih dini İslam ve Hinduizmin özgün bir amalgamı sanki. Burada yapacağım ziyaretlere büyük Sih tapınağını da ekliyorum. Ama önce Ajmeri Şerif’te bizi misafir eden ‘Hz.Pir Muyiniddin Çişti’nin ilk halifesi ‘Kutbuddin Bahtiyar Khaki’ Hazretleri’nin türbesine gitmek istiyorum. Sufiler türbe ziyaretlerine misafirliğe gider gibi giderler. Allah’ın “Hayy” esmasıyla şereflendirdiği bu zatlar ‘diri’ kabul edilir. Beden kalıbından sıyrılmışlardır ancak Allah’ın izniyle, gönül gözüyle yaklaşanlar onların muhabbetinin lezzetini tadabilir, ruhlarını onların yüzü suyu hürmetine Allah’a yönelttikleri dua ve zikirle adeta yıkarlar.

Gül yaprakları ve şeker

Yazının Devamını Oku

Ahmedabad’dan Ajmer’e Garib Nawaz’ın huzurunda…

19 Ocak 2014
Rajastan’da, Ajmer’in daracık sokaklarında yürüyorum. Her adımda şahit olduğum fakirlik karşısında şaşkınlığım ve mahcubiyetim artıyor.

Buraya Ahmedabad’dan yataklı otobüsle 10 saatte geldim. Ahmedabad’da bir sufi türbesinin yakınındaki yoksul mahallede misafir edildiğimiz evi doldurmuş, Türk dervişlerden şifa ve dua bekleyen onlarca insanın görüntüleri daha gözlerimin önünden gitmeden, hikayeleri zihnimden silinmeden, Ajmer sokaklarını dolduran malang, fakir ve gariplerin halleri kırık kalbime acımasızca hücum ediyor. Üçüncü kez geldiğim Hindistan’da şimdiye dek hep Hindu kültürünün izlerini takip etmişken bu sefer Müslüman Hindistan’ı deneyimliyorum. Hindistan dünyanın ikinci büyük Müslüman nüfusunu barındırıyor. İngiliz politikalarıyla koparılan Pakistan ve Bangladeş de dahil olsa dünyada birinci kalabalık Müslüman nüfus burada. Bu güne kadar ‘aman Hindistan’a gideyim’ diye bir düşüncem olmamıştı. Kader daha önce iki kez dünyevi aşkın peşine fakiri buralara sürüklemişti ve son gelişimde Allah’a yakarmıştım; “Ya Rabbi bir daha bu ülkeye geleceksem ilahi aşk için olsun lütfen.” Aradan neredeyse dört sene geçmiş. Bu arada ‘Sultan-ül Hind’ Hazreti Muiniddin Çişti’nin dervişleri için kaleme alınmış, Çişti tarikatının esaslarını ve uygulamalarını anlatan bir kitapçığı Türkçeye çevirmiştim. Tasavvuf’u daha derinlemesine kavramaya başlamamda bu sürecin çok etkisi olmuştu. Erenler hizmetimden memnun kalmış olacak ki bugün Doğu Asya’nın bilinen en büyük Allah aşıklarından Hoca Garib Nawaz’ın (gariplerin koruyucusu) huzuruna davet edilmiş ve O’nun rehberliğinde içimdeki Allah’a doğru bir hac yolculuğuyla nasiplenmiş bulunuyorum…

Burada insanın haline şükür etmesi için sebep çok. Yol kenarından akan lağımın dibinde çıplak ayak, başı kabak pis elleriyle bugünkü rızıklarını yiyen çocukların gülümsemesi, ineklerle beraber çöpleri karıştıran yaşlı meczubun yorgun ezgisi, dergâh duvarına yaslanmış, sabırla nasiplerini bekleyen dervişlerin pırıl pırıl gözleri; Kalender çömezleri, fukara malanglar… Hiçbir şeye sahip değiller, hiçbir şey de onlara sahip değil! Hazreti Peygamber’in (sav) “Fakr benim övüncümdür” hadisi şerifi kulaklarımda çınlıyor. Yolculuğun başından beri hastalık peşimi bırakmıyor. Günlerdir, geceleri 5 dereceyi bulan soğukta, ince bir yer yatağında taşın üzerinde uyumaya çalışıyor, gücümü biraz toparlayabildiğimde tuvaletin bir köşesinde ısıtabildiğim birazcık suyla yarısını doldurabildiğim kovadan maşrapayla abdestimi tazelemeyi güç bela becerebiliyorum. Yemekler içimi yakıyor. Ama burada gördüklerimin yanında krallar gibi yaşadığım da söylenebilir. Her şey göreceli! Az kalsın katlandığım zorluklardan dolayı övünecek gibi oluyor, gösterdiğim alçakgönüllülük halini nefsime kabul ettirebilmenin hoşnutluğunu yaşamaya yelteniyorum ki Allah bana bir manzara gösteriyor, utancımdan neredeyse yerin dibine geçeceğim: Biri bacakları olmayan, öteki çolak iki garip yerde oturuyorlar. Bacaksız olanı “Allaah” diyerek yerde bir takla atıyor, kötürüm olan “Hayy” diyerek peşinden takla atıyor, bir takla daha; “Allaah”, öteki tamamlıyor; “Kayyuum”, bir takla ve “Allaah”, öteki; “Keriim”… Böyle böyle sokağın ilerisine doğru yerde takla atıp Allah’ın güzel esmalarını birbiri ardına karşılıklı zikrederek ilerliyorlar. Neşeyle gülmedeler. Hemen yanda bir başka garip, yapabildiği yalnızca başını dahi kaldıramadan yerde sürünmek ve tek sağlam elinde tuttuğu maşrapaya atılacak birkaç rupiyi umud etmek. Onların haline mi kendi halime mi ağlayayım? “Allahım ben bu kadar alçalamam, yapamam, haddimi bildirdin, ne olur affet!”

Burada tüm bu insanların toplanma sebebi ‘Garib Nawaz Muiniddin Çişti Hazretleri’nde tecelli eden Allah’ın ‘Rahman’ sıfatı olsa gerek. Hazretin dergâhından, 1200’lerin başında rüyasında Hz.Muhammed’den (sav) aldığı talimat üzere Hindistan’a geldiğinden beri Hindu, Müslüman, zengin, fakir herkes nasiplenmiş. Çocuğu olmayan Moğol imparator Akbar dahi yüzlerce kilometreyi yalınayak katederek medet aramaya Hazretin dergahına gelirmiş. Bugün dahi bu maneviyatın birleştiriciliği insanları kucaklamaya devam ediyor. Her gece dergâhta dev kazanlarda pişirilen aş ‘langar’ binlerce insanı doyuruyor. Yemekler her inanıştan insanın, vejetaryen Hinduların da yiyebilmesi için etsiz pişiriliyor. Hazretin türbesi her daim tıklım tıklım, üzerinden gül yaprakları asla eksik olmuyor. Halbuki mesela imparator Akbar’ın mezarını ziyaret etseniz ne sunulan bir demet gül ne de duygulanıp ağlayan bir kişi göremezsiniz. Hangisi gerçek ‘sultan’ siz karar verin! Burada geçirdiğim yılbaşı gecesini asla unutamayacağım. Hasan Efendi, Türkiye’den altı ve Hindistan’dan iki derviş, elimizde mazharlar (bendir), gönlümüzde aşk, o geceyi Çişti Hazretleri’nin huzurunda geçirmeye niyet ediyoruz. Türbe çok kalabalık. Dergahta türbenin kapısına bakan platformda kendimize bulduğumuz alanda başlattığımız zikirin heyecanı ve ritmi yükseldikçe etrafımızı saran kalabalık artıyor. Öyle ki dergâhta az ötemizde koca ses sistemleriyle neredeyse 24 saat kesintisiz Çişti sufi müziği icra eden Qawalilerin sesi bizim bulunduğumuz alanda duyulmaz oluyor. Aşka gelen insanlardan, belki yiyecek parayı zor bulanların ceplerindeki parayı önümüze koymalarından çok etkileniyorum. Burada adet böyle. Biz tabi ki bunu kabul etmediğimiz gibi fakir de cebimdeki paradan utanıp tümünü meydana dökmeye yelteniyorum. Allah’tan kendimi bu işi destursuz yapacak kadar kaybetmiyorum da edeben Hasan Baba’ya destur soruyorum. Destur yok. Yoksa belki de Türkiye’ye dönecek param dahi kalmayacak. Akıl baştan gitmek üzere pamuk ipliğiyle bağlı. Zikir bittiğinde yeni yıl gelmiş, içimizde bir neşe ve ferahlık. Ama burada fantastik zuhuratların sonu gelmeyecek gibi; dergahı terk etmeden, türbenin önündeki duvarın kenarında bir yeni yıl mumu uyandırıp Hz.İsa’yı anıp, tüm sevdiklerim ve sevenlerim için dua ederken yanımıza renkli kıyafetleriyle, sonradan Müslümanlığı kabul etmiş uzun sarı saçlı yakışıklı bir derviş geliyor, niyaz ediyor. Yaptığımız zikirden etkilenmiş. Biz de onu yakın buluyoruz ve kaldığımız yere, soframıza davet ediyoruz. Aklımıza adını sormak geliyor, ne dese beğenirsiniz? ‘İsa!’ Böylece bir yılbaşı gecesi sofrasında İsa, Musa, Muhammed Emin, Ahmed, Hasan, Hüseyin, Selman, Fatıma, Sümbül ve Abbas bir arada muhabbetteyiz… Buranın müstahdemi Yunus da bize hizmet ediyor. Bu sofradan size de selam ve aşkı niyazlarımla! Hu

Fotoğraflar = Raoul Amaar Abbas

Yazının Devamını Oku