Zen'in dolaysızlığı, apaçıklığı, onun Buda dönemi(M.Ö.500) öncesi kaynaklardan aktarılmış olabileceğini düşündürmekte… Çince Ch'an olarak bilinen bu bireysel aydınlanmacı 'Yol', Hint Budizmi ve Taoizm'in buluşması, yahut gerçekçilik ile gerçeküstücülüğün doğulu kavuşumu olarak da görülebilir. Hakkıyla tarifi sözcüklerin ötesinde kalıyor…
Zen 1190 yılından itibaren Japonya'da ayrı bir kol oluşturmuş. Zamanla kendine has duruluğu, sadeliği, incelikli önermeleri ve derinlikli estetik anlayışıyla bir yaşam tarzı, duruş ve ifade biçimi olarak uzakdoğu sanat ve felsefesine, son yüzyılda da batı kültürüne ziyadesiyle damga vurmuş…
Zen öğretisinin, 'Buda' halini edinmek, aşkınlık, kendini bilmek, hiçliği hedeflediğini söylesek, bir Zen ustası bu hedeflerin kişinin yolunda engel teşkil etmekten başka bir işe yaramayacağını söyleyebilir bize, yahut sadece güler, değneğiyle kafamıza da vurabilir velhasıl…
Ancak malesef bu öğretinin usta-çırak geleneği sona ermiş görünmekte, nitelikli zen ustaları artık karşımıza çıkmamaktadır. Okçuluk, hat, bahçecilik, resim, şiir gibi geleneksel dalların yanında, 'hikmetli bir sözel miras da kalmış geriye ki gerçek bir ustanın haliyle, kişiye özel, yerli yerinde dile gelmedikçe irşad etme gücünü büyük ölçüde kaybetmiş, ama yine de değersizleşmemiştir' diye düşünüyorum. Zen'in çoğu hikmetli sözlerinin entelektüel bir ders verme çabasından ziyade, aklı dumura uğratıp devreden çıkararak, beklenmedik ani bir aydınlanmaya kapı aralama özelliği olduğunu belirtmeliyim. Sizler için bu yönde bir seçki hazırlamaya çalıştım…
* Kişi Zen çalışmaya başlamadan önce, dağlar dağ, sular sudur. Zen'in tadını almaya başlayınca kişi, artık dağlar dağ, sular su olmaktan çıkar. Ve sonrasında aydınlanınca kişi, dağlar dağ, sular sudur yeniden. (Zen atasözü)
* Hakikati olduğun yerde bulamıyorsan, başka nerede bulmayı bekleyebilirsin ki? (Dogen)
* Dağın başında bulacağın Zen, oraya getirdiğin Zen'dir ancak. (Robert M.Pirsig)
* Keşişin biri Yun-men'e sorar; "Budaların ve ataların öğretisinin ötesindeki öğreti nedir? Yun-men cevaplar; "Susamlı kek". (Blue Cliff Records)
Öyle ya, içi dışı başka, olmaz ki! Hem ne demiş Hazreti Mevlana; "Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!"… O zaman size benimkinden farklı bir pasta sunmalı, sürprizsiz, tepesinde çileği varsa içi de çilekli olan… En azından tarifini sunalım, helal olsun…
İyi bir Müslüman Kuran'ın özüne, hükümlerine uygun bir yaşam sürmeye çalışır, bu bakımdan dinin peygamberi Hz.Muhammed'i(sav) örnek alır, doğrusunu Allah bilir ama öğrendiğimize göre dini sorumlulukların kendi aralarında dereceleri vardır; öncelikle Allah'ın açık, net emirleri olduğundan dinin temeli olan farzları yerine getirmek, ardından vacipler(Allah'ın emirleri olup farz kadar açık net, kesin olmayanlar), sonra sünnetler gelir(yapılması mecburi olmayan ama Hazreti Peygamber'in(sav) yapıp, uyguladıkları, hikmetli tavsiyeleri)… Farzların, vaciplerin kendi içinde, sünnetlerin kendi içinde bir hiyerarşisini de kurmuşlardır din alimleri…
Farzların şekli taraflarının esasen Yaradan'ın bizde temaşa etmek istediği, bizim için hayırlı olan içsel değerleri ortaya çıkarmaya, beslemeye hizmet ettiğini ve bu değerlerin dinin kalbini oluşturduğunu düşünüyorum. Mesela yardımseverlik, cömertlik, edeplilik, hoşgörü, vefa, adalet, merhamet, sadakat, tevazu, doğruluk, tüm mahlukata sevgi duymak, vb… Amaç; kibir, ikiyüzlülük, kin, nefret, haset, öfke, tamahkarlık, kıskançlık, şehvetperestlik gibi duygulardan gönlümüzü temizlemek ve sonuçta 'iyi insan' olmak… Hayvani doğamızın insanlığı idraki ve oradan da kamil insana evrilmesi, gönül açıldıkça varoluşa dair müthiş tadlar, farkındalıklar, aşk ve hayranlık, şükürle dolmak… Böylece O'nu bilmek, birlemek! Pastanın iç malzemesi…
İyi bir insan olmak için inandığı dinin rehberliğine uyana 'dindar' denir. Mantıklı kişi şöyle düşünür: Nasıl ki bir binayı inşa etmeye temelinden başlanır, temel sağlam olmazsa bina çıkılan katları taşıyamaz, dış etkilere karşı dayanıksız olur, istediğimiz kadar dış cephesini en güzel şekilde boyayalım, süsleyelim, kifayetsizdir… Dindar biri olmak da buna benzer; dinin temel nitelikleri kişide sağlamca yerleşmezse, çürük temelin üzerine gelen bilgiler, incelikler kalıcı olamayacağı gibi, yanıltıcı da olabilir. Bu bakımdan, teferruatlara girmeden önce dinin gereği 'iyi bir insan olma'nın, dolayısıyla 'güzel ahlak'ın farz olduğunu idrak etmeli, bunun üstünde önemle durmalı, emek harcamalı.. Tarifte şüpheye düşmeyelim diye -'iyi insan'ın ne olduğunu anlamaya gönlümüzü uyandırmak için- Rabbimiz bize kitaplarını ve kullarından en seçkinlerini göndermiş. Faydalanmalı! Rehberimizin bizi adım adım iyi insan olmaya taşıyacağına güvendiğimiz uygulamalarını özenle ele almalı, hayatımıza buna göre şekil vermeli! Pastanın şekli yapısı…
Ne zaman ki dindar Müslüman kişi farzlarda ve vaciplerde minimum seviyeyi tutturur, mutmain(tatmin) olur, 'yemekten önce ellerini yıkamak' gibi faydalı sünnetleri de geçer, nurlu bir kişi olmaya başlamıştır. (Diyelim ki erkek)"Şimdi bir de şunu da yapayım; sevgili peygamberim sakal bırakmış, ben de bırakayım" gibi beşeri sünnetlerle kendince maneviyat pastasını süslemek kalır geriye.. O zaman şeklen aynı Hz.Peygamber'in(sav) giyindiği gibi giyindiğini, onun bıraktığı gibi sakal bıraktığını görenler diyebilirler; "Belli ki bu mübarek kişi dinin tüm gereklerini yerine getiriyor, huylarını da peygamberinin huylarına benzetmiş, artık yerine getirilecek emir, nasihat kalmadığından, mecbur olmadığı halde ve bir faydası da bilinmemekle birlikte, sırf peygamberine sevgisinden, onun gibi sarık sarmış, onun bıraktığı gibi sakal bile bırakmış artık, böyle bir kişiden bize gelse gelse hayır gelir!"… Maşallah, süs de tamam! İşte size gönlünden sakalına varıncaya kadar her şeyiyle tam bir Müslüman! İç malzemesinden tepesindeki ballı çileğe kadar, tam bir çilekli pasta!
Böylece 'içi dışı bir' sevenlere söz verdiğimiz 'helal' çilekli pastamızın klasik tarifini sunduk, sürprizlerden uzak durduk, özetle; Harcı en kaliteli malzemeyle oluşturulmalı -ki bu iyi bir pasta için farzdır-, içine bolca aşk çileği katılmalı. Pastanıza güzel bir şekil verdikten sonra vacip olduğu üzere, üstü bembeyaz nur kremasıyla kaplansın. Sonra etrafını elinizdeki imkanlar dahilinde uygun sünnetlerle süsleyin ve nihayetinde en tepesine yakışıklı çileğinizi kondurun! Ağzınıza layık! Afiyetle kalın… (Dikkat! Bu tarifte en ufak bir değişiklik[bir ustanın müdahalesi istisna], kullanılacak malzemeden en ufak bir eksiklikle hazırlanacak pastanın 'Musa Dede usülü helal çilekli pasta' niyetine yenilmesi, yedirilmesi, hazımsızlık, bulantı, zehirlenmelere, ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir, çilek alerjisi olanlar ayrıca dikkat etmeli, sorumluluk kabul etmeyiz…)
Halinden turist olduğu anlaşılan genç adam kısa bir süre karşımızdaki sinagogun kapısını inceledikten sonra zilini çaldı ve beklemeye başladı.. Balat'taki İstanbul'un en eski sinagoglarından 'Ahrida' uzun bir süredir yalnızca senede bir kaç defa özel günlerde ibadete açılıyor, cemaat yok artık. Sanırım sinagog yabancı turist rehberi neşriyatının bir çoğunda İstanbul'da ziyaret edilecek yerler arasında tavsiye edildiğinden, buranın kapısına çok turist gelir. Mekan ziyarete kapalı olduğu için kapının resmini çeker geri dönerler. Bazen karşıda "Derviş Baba" kahvehanesi dikkatlerini çeker de bir çay içmeye uğrarlar, fakir ya da ortağım ortalıktaysak dilimiz döndüğü kadarıyla sinagogun hikayesini anlatır, onları bilgilendirmeye çalışırız. Bunun için bir maaş da almayız, komşuluk hizmeti.. Biz de bazen sinagogun duvarının dibinde otururuz, yazın güneşli saatlerinde orası gölge olur, Musa'nın duvarı deriz, sırtımızı yaslamaktan hoşnut oluruz, o duvarın gölgesinde yapılan manevi sohbetlerin tadı başka olur sanki…
Genç adam yeterince bekledikten sonra kapının açılmayacağını anlamış, soran gözlerle etrafına bakınmaya başlamıştı. Karşıda oturan bizleri fark'etti, göz göze geldik, İngilizce seslendim; "Musa taşındı ordan!". Düzgün kesimli sakalıyla, temiz yüzlü, efendi görünümlü genç latifeye gülümsedi, neşeli adımlarla yanımıza yürürken cevap verdi; "Bu ziyaret burada bitmiş görünüyor o halde.". "Belli olmaz, gel sana bir çay ısmarlayayım" dedim ve sevinerek kabul etti, aramızda ilk görüşte bir sıcaklık oluşmuştu, Kolombiya'lıymış, İsviçre'de yaşıyormuş, hem müzisyen.. Bir süre sohbet ettik. Madem sinagogu ziyarete gelmişti, Hz.Musa'dan menkıbeler anlattım ona.. Derken sordu; "Bu civarda pek çok kilise, sinagog, cami var, ilk defa bir Müslüman ülkeyi ziyaret ediyorum, nasıl, Müslümanlarla, Hıristiyan, Musevi azınlıklar birarada sorunsuz yaşıyabiliyorlar mı?". Cevabım biraz sıradışı oldu; "Bilmem, bu güne kadar bir Musevi, birkaç da Müslüman tanıdım sadece, henüz daha bir Hıristiyan'la tanışmış değilim!". Bizimki hemen gömleğinin altından boynunda taşıdığı tahta haçı çıkararak gösterdi ve "İşte bir tane tanıdın artık o zaman, ben Hıristiyan'ım." dedi. "Yoo o kadar basit değil, her görünene de, söylenene de inanmam öyle kolay kolay, ne zaman ki Hazreti İsa gibi nefsini çarmıha germiş birini tanırım, o zaman gerçek bir Hıristiyan tanıdım diyebilirim ancak!". Gülmekten başka birşey yapamadı Marko, adı buymuş, "Marko Polo gibi..", o da gezginmiş, "Çağımızın Marko Polo'suyum ben de!" dedi ve adımı sordu. "Musa" dedim, "Bu günün Musa'sı, ama yarın ne olacağım belli olmaz!", ne diyeyim? Muhabbet iyice acayipleşmişti, bizimkiler gülüşüyordu, Marko nasıl bir yerde olduğunu anlamaya çalışıyordu, gözü kahvenin tabelasına takıldı; "Derviş Baba'yı anladım da devamında ne yazıyor?" diye sordu. Tercüme ettik; "deliler, meczuplar, abdallar, aşıklar kahvehanesi"… :)
Marko ruhban okulu mezunu olduğu için dine çok meraklıydı.. Sonrasında akıl diliyle de anlattım kendisine: Rahmetli ustamdan öğrenmiştim tasavvuf sohbetlerinde bir konu konuşulurken öncelikle konunun hangi mertebeden konuşulacağına karar vermenin önemini; Şeriat mertebesinden mi?, ki görecelik üzerinden, Allah'ın koyduğu kanunları rehber edinerek, akla dayalı konuşuruz, bu mertebe Hz.Musa ile temsil edilir.. Tarikat mertebesinden mi?, ki burada gönül konuşur, aşk dilidir ve bu mertebenin başlıca temsilcisi Hz.İsa'dır.. Hakikat mertebesinden mi?, ki birliğin(tevhid) hal diliyle ifadesidir ve Hz.Muhammed(sav) ile temsil bulur. Şeriat, tarikatta içkin, tarikat, hakikatte içkindir ve tümünün yerli yerindeliği ile amel etmek 'marifet'tir. Aslında hepsi birbirinin içinde mevcut ya, neyse.. Marko "Hıristiyanım(İsevi)" deyince fakir de onunla İsevice konuşmuştum, gönül diliyle, ve 'o mertebede Hıristiyan olma iddiası "Ben öyleyim" demekten daha fazlasını gerektirir'i ifade etmeye çalışmıştım. 'Musevi' derken Musa'nın şeriatına tam uyanları, 'İsevi' derken Allah aşıklarını, 'Müslüman' derken de İslam'ın hakikatine erenleri kast'ediyordum. Halimiz biraz delice gelmiş olsa da demek istediğimin inceliğini anlamıştı Marko aslında kalben. Dininin peygamberine olan muhabbetimizden de etkilenmişti ziyadesiyle. Memnun, mutlu ayrıldı yanımızdan, kendisine ilahi cdleri hediye verip duayla uğurladık. Yazar belki anılarında bizim 'Marko Polo', İstanbul'da tanıdığı sufileri, aşıkları, meczupları, okur gelecek kuşaklar, "Vay be, ne acayip insanlar, ne egzotik yerler varmış eskinin İstanbul'unda!" derler, imrenirler… Halbuki biz hep buradaydık, buradayız ve burada olacağız, kah duvarın dibinde, kah arkasında, kah karşısında! Hu
Ustayı eserinden tanırsın. Bir ustanın elinden çıkan yemeğin tadına doyum olmaz, ustanın elinden çıkan sanat eserinin seyrine gönül dayanmaz. Hasta kişi hastalığının tedavisinde usta bir doktar arar iyileşme şansının artması için, bilimin büyük ustaları çığır açan buluşlar yaparlar, evreni kavramamızı kolaylaştırırlar, mimarlar, mühendisler ustalaştıkça yaşam kalitemizi yükseltir işleri; insanın, insanlığın yücelmesine vesiledir ustalar. Eğitim sistemi piramidinin en üzerinde mertebe mertebe ustalar yer alır, bir kamyon dolusu gülden elde edilen bir şişe gül yağı gibi, insanlığın en rafine ürünü gerçek ustalar, ustalıklarıyla tüm insanlığa hizmettedirler.. Usta olmayanlar için ise bir ustaya hizmet işlerin en güzeli, o zaman sen de pay sahibi olursun! Hizmeti en büyük olana 'Usta' denir bizim oralarda, geri kalanımız onun hizmetini yapabilmesi için yaşamını kolaylaştırmaya çalışırız, herkes kendi çapına göre, yemeğini pişirenimiz, çamaşırını yıkayanımız, çayını getirenimiz, aslında bir bütünüzdür, ondan gayrı değil… Unsurlardan biri aksasa, ustanın işi aksar, bütünü etkiler, sindirimde bir sorun olsa mesela, bundan baş da etkilenir, bir diş ağrısından nasıl iş yapamaz hale geldiğinizi düşünün!
Şüphesiz ki insan olmak zor, hele 'kamil insan' olmak.. Bu işin de ustası vardır. İnsan yetiştirmek evrendeki en meşakkatli işlerden olsa gerek. Bunca basit işin dahi ustaları oluyor da insan yetiştirmenin ustası olmaz mı; Var! Belki bu zatların büyüklerine ender rastlanır ancak emekleri, bilsek de bilmesek de hepimize bir şekilde pozitif etki etmekte. Kamil insanın yüksek maneviyatı evrenin kılcal damarlarında dolaşan can suyu gibidir, soluduğumuz havada, bereketli toprakta himmeti vardır. Yaradan sevdiği kullarının hatırı için evreni ayakta tutar, çünkü bu zatların gönüllerinden tüm yaradılışı kucaklayan sevgi ve merhamet yayılmaktadır. Ve biz de onun içindeyizdir. Allah'ın ustalarının yüce hizmetleri, O'nun bilinmesine, sevilmesine vesile olmaktır, bizi aşk kutbunun etrafında döndüren manyetik alanın zahirinde(görünen yüzünde) onlar, batınında(içe dönük gizli yüzünde) Hakk vardır. Ne mutlu ki Rabbimiz bizi yaradılışın sonuna kadar bu ustalardan mahrum bırakmayacak, çünkü o zalim bir kral değildir. Zalimlik varsa o bizde, çünkü biz ustaya hizmettense, faydalı olup söz dinlemektense kendimizi usta olarak kabul ettirme sevdamızdan ötürü bütünün işleyişine çomak sokarız, tâbi olmaktansa, müstakil kalmak ya da adımızdan bahsettirmek uğruna gerekirse bedendeki uyumsuz kanserli hücre olabilmek, nefsimizin 'benlik' hastalığı.. Bir çeşit intihar eğilimliyiz sanırım! Bu da bizim sınavımız, insan olmanın yaradılışa hizmetten geçtiğini idrak edemiyor, birliğe, evrenin eşsiz düzenine, ahengine ve hiyerarşisine meydan okuyoruz. Veren elin alan elden üstün olduğunu anlayamıyoruz. Yaradılışımızın gayesi olan aydınlanmayı sihirli bir değnekle mi gerçekleşecek sanıyoruz? Kısa yoldan usta olmak, daha çırak olmadan, kalfa olmadan, bir ustanin eğitiminden geçmeden kolay mı?
İnsan yetiştiren gönül ustalarına gelenlerin çoğu bir şeyler almak peşindedir, kendilerine göre türlü talepleri olur. Şimdiye kadar huzura kafadan, "Sizin için ne yapabilirim, bir ihtiyacınız var mı, ne yer ne içersiniz?" diye gelenini pek duymadım, doğaldır. Usta da yetişebildiği kadarıyla taliplerin sorularını cevaplamaya, yardımcı olmaya çalışır, Allah'ın verdiği kadar, bildirdiği kadar.. Bu şekilde o da hizmet ettiği kendi ustasının yoluna katkıda bulunmaya, eğitimimin zekatını, ustalığın hakkını vermeye gayret eder. Yükseltmek için verir, verdikçe yükselir. Usta vermenin görevi olduğunun bilincindedir, vermenin yükselttiğini bilir ve talebesi için de bunu arzular, incelikle nasihat eder ve fakat farkındadır; hizmete yönelmedikçe talip, aldığı en hikmetli nasihat dahi nefsini besler ancak, bilgeleştirmez onu, olsa olsa bilgiçleştirir. Nasihati bir yana kendisi bizzat haliyle örnek olarak esas kıymetli dersi vermektedir usta, umulur ki talibin gönlü yumuşar, açılır, ustanın halini hal edinir.
Nefs hizmet etmeyi sevmez, hizmet görmeyi sever. Öyleyse maneviyatta ilerlemenin birinci adımı bu döngüyü tersine çevirmeye çalışmak olmalı. Sevecek birini bulmalı.. Bunu kavramış, arayışa başlamış insanlar da az değil. Ancak rast geldiğim taliplerin çoğu bir 'Şems' arar, sanki kendisi 'Mevlana' olmuş da, ya da Mevlana'sını arar Şems'mişcesine. Ama yoktur, ne hikmetse? İşte nefse cihat eden orduya katılmamak, patinaja devam etmek için bahane.. Daha er olacak, onbaşı, çavuş yetmiyor, generalle görüşmek istiyor, ustabaşıyla! Görüşebilirse o da şunun için; sorgulayacak, sınayacak, kafasında çizdiğini bulabilir, kendi görüşlerini onaylatabilirse olacak o iş. Hakkıdır! Layık görürse, ustanın kendisine hizmet etmesine müsade edecek, lütfen… Hamd'olsun! Devir böyle, herkes çok biliyor ve çok kıymetli, insanlık çok ilerledi malumunuz, ustalaştık insanlıkta. Artık usta çok da hizmetkar yok! Herkes kendine.. Bence bu çağa isim konulmadıysa henüz 'ustalar çağı' diyelim, 'marifeti kendinden menkul ustalar çağı'… Sonra da 'kanser neden bu kadar arttı?', e na'apalım her hücre kendi kafasına göre takılıyor, hür, özgür, 'usta' ama mutsuz, hasta… Vah, vah!
Ustanı ancak kendi içindeki ustayı bulmaya hazır olduğunda bulacaksın ve ona hizmetin kendine hizmetin olacak, kendine hizmetinse insanlığa hizmetin! Gerçek bir gönül ustasının en alt kademedeki hizmetkarını dahi bulabilirsen bir gün, samimiysen talip ol, acziyetinle çal kapısını, kibirini askıya as ve tevazuyla gir huzuruna, sonra otur bir kenara, sana söz verilinceye kadar da konuşma, ne istiyorsun deseler, 'hizmet etmek' de, baksınlar hizmet etmeye layık mısın? Gayretle, sabırla, adım adım çıkacaksın merdivenleri… İnş'Allah!
Geçen gün "Nuh; Büyük Tufan"ı izlemeye gittim, üç boyutlu, İmax teknolojisiyle ve patlamış mısırla… Filmi yadırgadım doğrusu! Bir fantastik filmden bekleyeceğim unsurların hemen hemen tümünü barındırmasına karşın hem de. Konunun başrolünde bir peygamber olunca böylesi bir filmde benim için olması gereken çok önemli bir şey, eksikti; inandırıcılık.. Kişinin yaşamadığı şeyi yaşatması, inanmadığı şeye inandırması zor! Yönetmen ve senarist 'Darren Aronofsky' anlaşıldığı kadarıyla, 'Tevrat' ve dolayısıyla 'İncil' temelli bir Nuh Peygamber(as) ve 'tufan' aktarımını temel almaya çalışmış, eksik kalan noktaları da, bazı hahamların(Yahudi din alimi) Tevrat üzerine yorumlarını ve tamamlayıcı menkıbeleri içeren 'midraş' bilgileriyle doldurmayı denemiş. Midraş geleneğini İslam ilahiyatındaki 'medrese' ekolünün 'tefsir, fıkıh, kelam…' gibi çalışma alanlarına denk düşünebiliriz. Medrese sisteminde olduğu gibi midraş literatüründe de birbiriyle karşıt görüş, yorum ve tezler yer alabiliyor. Aronofsky bu çeşitlilik içinden aklının yetebildiği kadar, gönlüne göre, belki de işine geldiği gibi bir 'Tufan Peygamberi' çıkarmış. İyi niyetli olma çabası hissediliyor aslında. Ama işte bilgeliği noksan olanın ilminden korkacaksın. Hiç bilmeyenden daha tehlikeli, seni yanıltır çünkü, ayağını kaydırır. İki hamın sohbetinden hamlıktan başka bir şey pek çıkmaz. Filmi izleyen ham, yapan ham olursa, sonuçta artan hamlık olur o işin meyvesi(bolca parayla birlikte). Korkarım ki filmi izlemiş olmak ve kulaktan dolma bilgiden fazlasına sahip olmayanlar, algıda bulanıklık da varsa "E Nuh da zaten böyleymiş" diye, sohbetlerinde, bizlere model, uyarıcı, kurtarıcı, mürşit olarak gönderilen mübarek zatları kendi seviyelerine indirerek örnek olmaklıktan çıkarıp, bilgiyi yozlaştırabilirler. Yoz bilgi yaygınlaşır, bilmeyeni de kontamine eder. Örnek olması gerekeni kendimize benzetmeye kalkarsak rehbersiz kalırız maaz'Allah! Esasında Nuh kıssasının konusu tam da bu..
İnsanlar yoldan çıkmış, azmış ve zalimleşmişlerdi… Kuran'a göre(mealen); İnsanlar kendilerini uyarmaya çalışan Nuh'u sapıklık içinde görüyorlardı(bence kendi görmek istedikleri gibi, kendileri gibi..). Çünkü onlar anlayışları kıt, gerçekleri öğrenmek istemeyen bir halktı. Halbuki Nuh onların üzerine gelecek büyük bir günün azabından korkuyordu. Hem de Rabbi tarafından insanlara uyarıcı bir elçi olarak gönderilmişti(Araf 59-64).. Tevrat da 'Bereşit' kitabında Hazreti şöyle niteliyor; "Noah dürüst(tsadik: sıdk sahibi) biriydi, kendi neslinde kusursuzdu(tamim: tamam)". Bir önceki bölüm de "Fakat Noah Tanrı'nın gözünde beğeni bulmuştu(lütfunu kazanmıştı)" cümlesi ile biter. Midraş yorumları çeşitli ancak fakirane düşüncem ve inancım Allah katında beğeni bulmuş, sıddık, tam ve mübarek bir peygamberin kendinden fazla halkını düşünmesi, tüm yaradılanları Yaradan'dan ötürü sevmesi ve onlara hizmet arzusu taşıması onun alameti farikalarındandır. Aronofsky'nin yaptığı gibi, Tevrat'tan bunun aksini düşündürtecek bir sonuç çıkarmak zorlama olmuş ve inananların gönlündeki peygamberlik makamının yüceliğine uygun düşmemiş..
Ancak insanlar onunla alay ettiler(Hud 38). İnsanlara hatalarından dönmeleri ve günahlarından tövbe etmeleri için yeterince süre verildikten sonra, hüküm kesinleşmişti, büyük tufan gelecekti, Nuh a.s. Allah rızasını gözeten bir nebi olduğu için yapması gerekeni yaptı, emre uyarak gemisini inşa etti ve beraberindeki çok az kişiye, soyundan ve kendisine gelen hayvanlardan kurtarabildiklerine yaşam vesilesi oldu. Geride kalanlar ise telef oldular… Bu kadarı üzerinde hem Tevrat hem Kuran birbiriyle örtüşmekteyken bir takım art niyetli yorumların peşine takılıp filmdeki gibi neredeyse insan düşmanı, sert, acımasız, kafası karışmış, bencil bir Nuh kurgulamak Aronofsky'nin becerisi. İşte Nuh'un bir nebi olarak (dini esaslara göre)inandırıcı olmaktan çok "önce kendini kurtar"cı günümüz 'sözde' çağdaş insanına benzetilme çabası ve bunun bilinçaltımıza 'sanat' yoluyla aşılanabilirliği belki Aronofsky açısından 'naif'liğine verilebilecekken fakirde 'en hafifinden' hayalkırıklığı uyandırdı. Sorumsuzca ve cahilce geldi, irite etti. Film Nuh Atamızla örtüştürme çabası olmadan fantastik bir kahramanlık hikayesi olarak sunulsaydı idare ederdi belki… Bir gün 'Derviş Baba' müzik üzerine sual ettiğimde "Aşığın aşkını, fasığın fıskını(günaha eğilimini) arttırır" demişti, sanırım bu sözü tüm sanat dallarına uyarlamak mümkün.. Filmin fakirde arttırdıkları, önce üzüntü ardından da Nuh meselini daha iyi anlamaya yönelik arzu ve Allah korkusu galiba…
Nuh Nebi hakkında, temelde uyumluluk varken, kimi detaylar hakkında Tevrat ve Kur'an farklı bilgiler içeriyor. Bunlara girmek istemiyorum ancak farklı inanç sahiplerinin işin özünü çarpıtmadan, ayrışan detaylardan çok ortaklıklar üzerinden bir zeminde anlaşabilmeleri mümkün ve hayırlıdır diye düşünüyorum.. 'Batılı' sanat üreticilerinde nedense dini konularda(faydalanmak dururken) Kuran'ı ve İslam geleneğini yok saymak gibi bir tavır baskınlığı bariz. Dini bir bütün, peygamberleri ve inen kitapları bir silsile olarak göremiyorlar. Bunu 'Hollywood' yapımı Hz.Süleyman a.s., Hz.Musa a.s., Hz.İsa a.s. v.s. filmlerinde de görmüştük. Tutum böyle olunca sözkonusu alandaki sanat üretimleri bizim için çoğunlukla, manipülatif, çıkar odaklı, tartışmalı bir Hıristiyanlık propagandasının üzerine çıkamıyor. Özdeki eksiklik, teknoloji, oyunculuk, sinema dilinde özgünlük, ihtişam gibi unsurlarla makyajlanıyor. Bu da işi kitleler tarafından beğenilir kılıyor, sübliminal mesajlar afiyetle yutuluyor, ayrılık körüklenmiş oluyor. Halbuki din birdir. Nuh a.s. da tüm insanlığa ait bir 'uyarıcı, kurtarıcı' peygamber ve özverili bir baba arketipi.. Daha özenle aktarılmalıydı. Doğrusu tavır manaya uygun olsa, ultra-modern bir Nuh'un gemisi ve her canlının X ve Y kromozonlarının veya ne bileyim DNA sarmallarının toplanarak sonraki yaşamın oluşturulduğu fantastik bir uzay filmini dahi beğenebilirdim. Veya ezoterik bir anlatım tarzı tercih edilse ve Nuh'un gemisi onun gönlü olarak ele alınsa idi harika uyardı. Hüsnü zan, edep ve anlatıdaki hakikat unsuru korunduğu sürece kutsal kitaplardaki mesellerin insan yaratıcılığına, hayal gücüne göre yorumlanmasını zenginleştirici bulurum. Mesela filmdeki evrenin yaradılış sürecinin 'evrim teorisi'ne gönderme yaparak işlenmesi gibi…
Gelgelelim filmin birçok Müslüman ülkede yasaklanması çözüm değil. Bizim de yüzleşmemiz gereken başka zaaflarımız var.. Sonuçta iyiyi, doğruyu, güzeli anlatmaya odaklanılmalı! Böylece bilinçli insanlar özgürce tartışabilmeli, kendi seçimlerini yapabilmeli. Nuh a.s. gibi, sen örnek ol, doğruyu dile getir, yardım elini uzat, uyar, gerisi insanların bileceği iş. Ne de olsa sınav dünyası, herkes kurtuluş gemisine giresi değil…
Not: Hamlık demişken; filmde Nuh'un üç oğlu Sam, Ham ve Yafet'in tufandan sonra, babalarının kendi ürettiği şarapla sarhoş olup çıplak bir şekilde barınağında sızmışkenki tavır ve tercihleri(belki de hiç yer almamalıydı ama..) çok hikmetli bir şekilde işlenebilecekken mesele yine anlaşılmaz bir biçimde havada kalmış. Tevrat'a göre babasının bu halini gören 'Ham' durumu koşup diğerlerine anlatır, buna karşın Sam ve ona eşlik eden Yafet babalarının yanına varıp gözlerini onun çıplaklığından kaçırarak üzerini örterler. Nuh a.s. kendine gelince edepliliklerinden dolayı Sam ve Yafet'i kutsar ancak Ham'ın soyunu lanetler. Tasavvuf'un belkemiğini oluşturan öğretilerden biridir, kusurları örtmeye yönelik tavır. Biz filmde kusur gördükse, affola… Ham'lık işte! Gidin kendiniz izleyin, ibret alınacak unsurlar var, hayırlı bir tefekkür haline vesile olsun inş'Allah! Her devrin bir tufanı, bir Nuh'u ve gemisi olsa gerek…
Sorularla 'seçim' ve sonuçları
* Seçmek, seçilmek, bu meselenin sırrı nedir?
Marifetullah! Sen vesilesin! Gönlündekiyle haşr'edileceksin sonunda…
* İnsanın seçim imkanı var mıdır?
Var! Sana verilen cüzzi iradeyi kullanman Yaradan'ın rızasıdır. Kıymetini bilirsen meleklerden yücesin!
* Bu hayat benim seçimim midir?
Pay sahibisin! Hayatı algılama biçimin evrime açık. Yaradan'la dinamik bir ilişki içindesin, O'nunla muhabbetin yaşam kaliteni belirliyor. Geliştir!
* Seçimlerimden nereye kadar sorumluyum?
Bir delinin umurunda olur mu hiç politika, meczubun umurunda mı siyaset? Gelen baharın umurunda mı seçim, meçim? O bahar ki mevsimlerin delisi, en cezbelisi, bizi ağzı açık, hayran, hayretler içinde bırakıyor, akıl almaz halleriyle gönlümüzü teslim alıyor. O, karşı konulamaz, durdurulamaz ve kontrol edilemez, ona gündem dayatılamaz, fakir, zengin, zalim, masum ayırmaz, ister savaşta ol, ister barışta, bahar kıyamete dek randevusuna sadık, istesen de istemesen de tam zamanında kapında. O bir âşık, bedenini sarsan, kalbini saran, ruhunu damla damla okşayan, Güneşi balçıkla, baharı umutsuzlukla sıvayamazsın, geldi bahar!
Her baharda bahar gibi olasım gelir, deli-dolu, coşkulu, hesapsız... Bahar gibi aşık olmak isterim önüme gelene, çiçek olup açmak isterim fütursuzca, yağmur olup bereketlendirmek isterim toprağı. Umut olup doğmak isterim gecelere, rüzgar olup gezinmek isterim sokak sokak, pembe, beyaz... Bahar dalı meyveyi müjdelerken tomurcukla, neden keserler insanlar bindikleri dalı, bilemem bahar mı daha deli yoksa insanlar mı? Bilemem gönlüm mü, deniz mi daha dalgalı, kelebeğin ömrü mü, kendi ömrüm mü daha faydalı. Keşke anlamasam konuşulanları, acaba o zaman insanların boşboğazlıkları da kuşların cik cikleri gibi tatlı, hoş mu duyulurdu? İyisi mi, bahar gibi olmalı, ayırmadan, her şeyi kucaklamalı, duymazdan gelmeli başkasını, bir dem vermeli ‘la’dan ve yüksek sesle neşeli bir şarkı söylemeli; “Lallalallala”!
Deli kadrosu
Coştukça, şu üzerimdeki kıyafeti atasım geliyor, aklı bir kafese kapatasım geliyor, bir meczubun çocuksu, aşkın haline bürünesim geliyor baharla ama yapamıyorum işte. Çünkü delilikle emr’olunmadım, o kontenjan dolup taşıyorken günümüzde, hakikate talip olan fakire “akıllı, uslu ol” dedi erenler, “ihtiyaç böylesine”. Aklıselim olacakmış ‘Musa’ en önce, akla davet edecekmiş ‘belki duyan olur’ diye. İnsanlar delirmişçesine savaşırken birbirleriyle, politikacılar bağırıp çağırırken delicesine, ötesini düşünmeden şu üç günlük dünyaya tutkuyla bağlanmış onca deli varken, cinnete rağbet tavan yapmışken bu tımarhanede, deli kadrosundan yer vermiyorlarmış artık bizlere...
Halbuki fakir gayet masumca delirecektim, zararsız deli olacaktım, kendimi ne ‘Tanrı’ ne ‘Peygamber’, ne ‘Napolyon’ ne de ‘Hitler’ ilan edecektim; “Bahar’ım ben” diyecektim, papatyalardan bir tacım olacaktı, kelebeklerden elbisem, gelinciklerden kolyem, mor salkımlardan bir buluta binecek, gezecektim dünyayı cennetmişçesine, şarkılarımla sarhoş edecektim ayıkları, kokularımla âşık edecektim tüm canlıları, dans edecektim leyleklerle semada... Olmadı, sizin yüzünüzden, deliremedim içimden geldiğince, çünkü insanlık bu günlerde, bizim gibi yarım akıllı adama bile muhtaç kalmıştı. O kadar delirmişlerdi ki, baharı bir indirim kampanyası zannedenler dahi vardı...
Benim için de delir ey bahar, nöbetim bitince katılacağım sana! Ama önce, şu cüzzi aklı geçirtip gönül köprüsünden külli akla vardırmalı... Emaneti teslim edince söz, seninle bir olacağız, tek yürekte atacağız... Her mevsimde, deli bahar!
İnsanın tanrısallığına inancı tammış ve kendince neredeyse aydınlanmak üzereymiş. Hallacı Mansur'un "En el Hakk" söyleminin sırrına varmış varacakmış ve bu hal üzere türlü söylemleri, çeşitli gariplikleri ile çevresinde yavaş yavaş eğlenceli bir kaçık olarak nam salmaya başlamış. Zamanla hikayeleri, gülmece olsun diye, çoğu kez alaylı bir uslupla, bazen de bire bin katarak sohbetlerde anlatılır olmuş…
Mesela; Bir gün sabaha karşı, kahramanımız kız arkadaşı ile sahilde oturuyormuş. Gökyüzü morarmaya başlamış, Ekrem'in içi neşeyle dolup taşıyormuş. Dayanamayıp sessizliği bozmuş; "Sana bi keramet göstereyim mi?". Kız gülümsemiş; "Göstersene!". Ekrem azametle sağ işaret parmağını kaldırmış ve arka çaprazlarındaki sıradağlara doğru uzatarak; "Bak!" dediği anda, tupturuncu bir güneş erken saatlerin o bildik nazını terk edip de dağların arkasından sıyrılarak sabahlarına doğuvermiş! Ekrem sayesinde…
Sonra, arkadaşlarıyla 'trekking'deymişler. Dağ tırmanışı umduklarından zorlu geçiyormuş, bir sonraki istasyona daha epey varmış ve yorgunluktan nefes nefeseymişler, enerjileri neredeyse tükenmiş, nevaleleri de bitikmiş. Akşam olmadan hedeflerine varamazlarsa haklarında pek hayırlı olmayacak gibiymiş. Biraz soluklanmak ve birer yudum su içmek için durduklarında Ekrem sormuş; "Size bir keramet göstereyim mi?". Soru soran gözler, Ekrem pantalonunun yan cebinden koca bir çikolata barı çıkarınca faltaşı gibi açılmış; "Seni kirli çıkın!". Mucize kabilinden erimemiş çikolatayı afiyetle yemişler ve buldukları canla yola devam edebilmişler… Böylece başarmışlar, Ekrem sayesinde!
Uzatmayalım, bu gibi masumluklarla başlamış Ekrem'in kerametleri; mehtaplı gecede ayaklarını suya sokup yakamoz yapması, gazı bitmiş çakmakla sigarasını yakması, beklenmedik anlardaki hediyeleri falan hoşmuş, Allah'ın lütfunun en ufak şeylerde dahi idrak edilmesini ve ikramlarının takdire şayanlığını hatırlatıyormuş insanların gönlüne, hem eğlendiriyormuş. Ancak gitgide kerametlerin boyutu değişmeye başlamış. Her zaman tekrarlanmasa da, mesela birinin kendisini düşündüğünü hissettiğinde, o anda telefonun çalması ve o kişinin arıyor olması, zaman zaman saate bakmadan tam dakikasını söyleyebilmesi, leb demeden leblebiyi anladığı konuşmalar, bir defasında uçan sineğe "Gel" dediği zaman gelip üzerine konması, bazı insanların rüyalarında görünüp olağanüstü şeyler yapıyor olması gibi olaylarla gerçekten de Ekrem'in manevi mertebesinin yükseldiği inancı hem kendince hem çevresinden bazılarınca kabul görmeye başlamış. Artık dost meclislerinde anlatılan hikayeleri matrak olmaktan ziyade gizemli, "Vay be" dedirten türdenmiş. Kimi öngörüleri sahiden gerçekleşiyormuş ve dünkü tatlı kaçık artık mahallenin seçilmiş bilgesi olma yolundaymış. Böylece sorumluluğu artan Ekrem de boş durmuyor, türlü ezoterik uygulamalarla kendini geliştirmeye çalışıyormuş. Keza öte yandan iş ciddiye bindikçe anlıyormuş ki tanrılık taslamak zormuş…
Bir seyahatte karşılaştığı dervişin Piri hakkında anlattığı menkıbe çok etkilemiş Ekrem'i. Şöyle ki; Hz.Pir Seyyid Ahmed er-Rifai(ra) hac ziyareti sırasında ceddi Hz.Muhammed'in(sav) kabrini niyaz etmek istemiş fakat yaklaşmasına müsade edilmemiş, "Ne malum ceddin olduğu" demişler. Hazreti Pir de kabire doğru seslenerek "Ey ceddim, mana aleminde hep seni ziyaret ediyordum, işte şimdi de fani bedenimle huzurundayım, bu fakiri kabul etmeyecek misin?" buyurduğunda binlerce hacının huzurunda Hz.Peygamber'in mübarek eli kabrinden uzanmış ve "Hoşgelmişsin ey veledi(evladım)!" nidası işitilmiş. Buna şahit olanlar arasında, o cezbe haliyle kor ateşler yutup yanmayanlar mı, vücutlarına kesici aletler saplayıp yaralanmayanlar mı istersiniz… Türlü inanılmaz olay vuku bulmuş. Seyyid Ahmed er-Rifai'nin kuma çizdiği tılsım marifetiyle, anlatılan cezbe hali son bulmuş. Hazret'in duasıyla bu hal, yolunu takip edenlere, kıyamete kadar miras kalacakmış, ateşte yanmamak, kesici aletlerle yaralanmamak vs… Buna "burhan" denirmiş; "delil". Ancak Allah'ın varlığına delalet eden bu gibi şeyler küçük burhanlarmış. Esas büyük burhan ise insan olmakmış. Nitekim Ceddinin elini öptükten sonra Seyyid Ahmed oradaki mescid'in eşiğine yatmış ve namaz için gireceklerin üzerine basarak geçmelerini istemiş. Tabii insanlar edep edip diğer kapılardan girmişler mescide. Pir Rifai'nin maksadı kerametin kendinden olmadığını göstermekmiş ve bu olay neticesinde şahlanmak isteyebilecek nefsini, ona fırsat tanımaksızın ayaklar altına atarak kulun en yüksek sıfatı olan alçakgönüllülüğe sığınmış oracıkta. İşte büyük burhan da, keramet de buymuş, Allah'ın bu hali ikram etmesi… Ekrem derinden etkilenmiş, bu hale çok özenmiş…
Derken o yaz, Ege'de bir kır kahvesindeymişler birkaç ahpabıyla Ekrem. Bizimkinin tavla oyununda sırtının yere gelmediği bilinirmiş, arkadaşları da o esnada kahvede dönen, herkesin başına toplandığı iddialı tavla oyununa laf atmışlar "Buradan bizim Ekremi yenen çıkarsa bütün çaylar bizden" diye. Partinin kazananı ki kasabanın meşhur tavlacısıymış oturtmuş Ekrem'i karşısına "Ge bakam, alıverem boyunun ölçüsünü" diyerekten, oyuna başlamışlar. Parti çok çekişmeli imiş, eşitliği bozanın kazanacağı son oyunun sonunda pulları toplamadaymışlar ama rakip açık ara öndeymiş, bir mucize lazımmış ki, elinde zarlar, Ekrem'in içine doğmuş da dayanamayıp patlatmış lafını yine; "Size bir keramet göstereyim mi?". Gülüşmeler; "E gösterverceksen gösterver, tam da zamanı şincik"… Ekremin arka arkaya attığı üç düşeş ve nihayetinde partiyi kılpayı kazanmasıyla kahvede curcuna patlak vermiş! Böyle olay o güne kadar görülmemişmiş, inmiymiş, cinmiymiş, yoksa bu adamda harbiden de keramet mi varmış… Ama Ekrem çıtayı yükseltmiş bile, "bende yok bir numara, keramet Allah'tan, biz hizmetkarız ancak, yerim ayaklarınızın altıdır, kahveden çıkanlar üzerime basıp geçsin ey Erenler" diyerek yatmış kapının eşiğine. Kahvedekiler de durur mu, birer birer geçmeye başlamışlar üstünden, hele böyle yenilmeyi kendine yediremeyen rakibi öyle bir basmış ki sırtına olanca ağırlığıyla, Ekrem dayanamayıp fırlatmış adamcağızı üzerinden kızgınlıkla, yere düşürmüş. Bir de bağırmış ardından "Yahu bir insanoğluna reva görülecek şey midir yaptığınız, esas kerameti anlamadınız, insan kutsaldır, cahil köylüler!". Beriki cevap vermiş "Ulan hem 'üzerime basın' deyip sonra isyan ediyon, hem de 'insan kutsaldır' deyip adamı yere çalıyon". "Evet" demiş Ekrem, "Size bu layıkmış da ondan, bazen edepsize haddini bildirmek, kırk yetime hırka giydirmekten iyidir, bu da keramettir". Orada ip kopmuş, kahvedekiler bir temiz dövmüşler Ekremi "Al o zaman sana keramet" diye. Topallaya topallaya uzaklaşırlarken olay mahallinden, yanındakiler çıkışmış "Pek hayırlı olmadı bu senin kerametin sonu Ekrem!". Şöyle cevap verdiği rivayet edilir Ekrem'in; "Ne yapayım, namussuz kafirlerin kerameti bizimkini bastırdı"!
Gerçekten de Allah'ın bu kerametiyle Ekrem nefis terbiyesi olmadan, haddi bilmede hal sahibi olmadan bu işlerle uğraşılmayacağını anlamış. Adeta kendine gelmiş. O olaydan sonra başkaca kerameti kaydedilmemiş Ekrem'in. Keramet soranlara başını eğer "Estağfirullah" der daha da laf etmezmiş. Bir gün kendisine o menkıbeyi anlatan dervişi bulup ona talebe olduğu bilmem doğru bir söylence mi? Bildiğim, en son geçenlerde mahalledeki sokak kedilerine süt vermekteyken görülmüş, gözleri pırıl pırılmış, 'bu ne hal' diye soranlara, "Rabbim gani, biz fakiriz" demiş… Biz de diyoruz ki bu ilk kurmaca öykümüzün ardından; "Edep bir tac imiş Hüda'dan, giy onu emin ol her beladan"! Hu