Paylaş
Her şey konuşuyor sanki. Havalimanındayım. İki kız çocuğu kahkahalarla birbirini kovalıyor. Annelerinin beklemelerini söylediği dar alanda daireler çizerek koşuşturuyor, devran ediyorlar. Onların hali mi yoksa bizlerin ciddiyeti mi daha garip bilemiyorum. Çocuklar için normal olanı, biz yapsak çılgınlık olacak. Evreni devran ettirenden daha büyük çılgın olamaz. Sübhanallah! Nasıl da büyüdük çabucak! Kabalistler, sorunlar karşısında insanlara anlayış ve şefkatle bakabilmek için onların çocukluk hallerini gözlerinde canlandırmaya çalışırlar. Her bebek masum doğar, gönlü hakikate bakar. Koruyabilseydik o masumiyeti kemalat yolculuğumuzda, Allah’ın yürüyen kitapları olabilseydik… Umudum çocuklarda, büyümüş de küçülmüşlerde!
Bir önceki seyahatim Manisa’ya idi. Bir sufi grubunun ‘aşure’si için davet edilmiştik geçen ay. Ne o aşurenin lezzeti, ne tören, ne de gelişmekte olan şehrin sunduğu yenilikler… En güzel dersi, en beklenmedik anda, en beklenmedik senaryo sundu fakire: Herkes tören kıyafetlerini giymişti. İstanbul’dan gelen grubun göğüslerindeki beyaz rozetlere ‘avucun içinde sunulan kırmızı bir kalp’ resmedilmişti. Tören sona erip de sohbet faslına geçildiğinde bizler de artık gündelik kıyafetlerimizi giymiştik. 5 yaşlarında küçük bir çocuk yanımıza yaklaştı ve canlı bir tebessümle arkadaşımıza “Ne güzeldi göğsünüzdeki rozetler, çok sevdim” deyiverdi. Sonra bir an sanki ne dediğini fark edip de sonunun nereye varacağını idrak etmişti ki hemen ekledi: “Aman lütfen yanlış anlamayın, sizden istediğimden söylemedim.” Gülümsedik! Hasan Can sufi bir ailede gördüğü edeple yetişmiş özel bir çocuk. Samimiyet ve edep bir arada olunca insanın kalbinin yağları eriyor!
Ertesi sabah kahvaltıda Feridun Abi elinde rozetle aşağı indi. Hasan Can’ın yanına gitti ve elindeki rozeti onun göğsüne iliştirmek istedi ki Hasan Can ne yapacağını bilemedi. Sevinmekle, mahzunluk arasında “Feridun Abi kendininkini veriyorsan istemem vallahi” diyordu. Feridun Abi kendisinde iki tane olduğuna çocuğu inandırdığında mutluluğu yüzüne yayıldı ve sevinçle teşekkür edip yanımızdan ayrıldı. Hepimiz bu olaydan etkilenmiştik. Balkonda konuyu konuşuyorduk; Hasan Can’ın tavrı, ne kitap varsa Allah sözü yazılı, eminim hepsiyle uyumluydu. Sünnet ile uyumluydu. İnsanlık adına bilinen tüm yüksek ahlak değerleriyle uyumluydu… Hediyeleşmek sünnettir. Sufiler verilmeyeni istememek ve verileni reddetmemeyi öğrenirler. Paylaşmayı severler. Samimiyet, açık sözlülük, kendinden önce başkasını düşünmek... Bütün bunları canlandırmıştı Hasan Can hal diliyle. Ne klasik Kur’an eğitimi ne de bu derece sünnet bilgisi olmadan. Gönlündeki kitabın canlı olması sayesinde. Bizimkiler daha tartışsınlar; Allah Arapça mı konuşur, kutsal dil İbranice midir, Latince mi? Allah, Allah’ça konuşur kardeşim, içi temiz olanların gönlüne nakşedilidir kitabı. Onlardan sor hakikati!
Bir yerlerden tavuk sesleri geliyordu. Baktık ki karşı balkonda tavuk kümesi var. “Yazık bunların haline” dedi Özcan: “Doğada toprağı eşelemek varken beton bir balkonda yaşamlarını sürdürüyor hayvancağızlar.” Bir ‘Ah’ etti içim. “Bizim halimize benziyor halleri, ya endüstriyel bir tavuk çiftliğinde, suni ışıklar altında, kımıldayacak yerleri dahi olmayan tavuklara ne demeli?” Biz de bazen beterini düşünmeden “Neden daha iyi bir halde değiliz ki’ diye şikâyet etmede değil miyiz? Hüsnü zan zor zanaat, yaşayabilsek bir çocukmuşçasına masumca, bir ermişçesine cömertçe, Yaradana kulmuşçasına rıza ile katılsak evrenin ahenkli şarkısına aşk ile varolsak insan olmanın edebiyle, konuşuyor her zerre Allah’ça… Hamd’olsun yola koyulana, koydurana, bu manzarayı seyrettirene! Hu.
Bir baktık ki karşı balkonda tavuk kümesi var. “Yazık bunların haline” dedi Özcan:
“Şimdi doğada toprağı eşelemek varken beton bir balkonda yaşamlarını sürdürüyor hayvancağızlar.” Bir ‘Ah’ etti içim
Paylaş