Paylaş
Halinden turist olduğu anlaşılan genç adam kısa bir süre karşımızdaki sinagogun kapısını inceledikten sonra zilini çaldı ve beklemeye başladı.. Balat'taki İstanbul'un en eski sinagoglarından 'Ahrida' uzun bir süredir yalnızca senede bir kaç defa özel günlerde ibadete açılıyor, cemaat yok artık. Sanırım sinagog yabancı turist rehberi neşriyatının bir çoğunda İstanbul'da ziyaret edilecek yerler arasında tavsiye edildiğinden, buranın kapısına çok turist gelir. Mekan ziyarete kapalı olduğu için kapının resmini çeker geri dönerler. Bazen karşıda "Derviş Baba" kahvehanesi dikkatlerini çeker de bir çay içmeye uğrarlar, fakir ya da ortağım ortalıktaysak dilimiz döndüğü kadarıyla sinagogun hikayesini anlatır, onları bilgilendirmeye çalışırız. Bunun için bir maaş da almayız, komşuluk hizmeti.. Biz de bazen sinagogun duvarının dibinde otururuz, yazın güneşli saatlerinde orası gölge olur, Musa'nın duvarı deriz, sırtımızı yaslamaktan hoşnut oluruz, o duvarın gölgesinde yapılan manevi sohbetlerin tadı başka olur sanki…
Genç adam yeterince bekledikten sonra kapının açılmayacağını anlamış, soran gözlerle etrafına bakınmaya başlamıştı. Karşıda oturan bizleri fark'etti, göz göze geldik, İngilizce seslendim; "Musa taşındı ordan!". Düzgün kesimli sakalıyla, temiz yüzlü, efendi görünümlü genç latifeye gülümsedi, neşeli adımlarla yanımıza yürürken cevap verdi; "Bu ziyaret burada bitmiş görünüyor o halde.". "Belli olmaz, gel sana bir çay ısmarlayayım" dedim ve sevinerek kabul etti, aramızda ilk görüşte bir sıcaklık oluşmuştu, Kolombiya'lıymış, İsviçre'de yaşıyormuş, hem müzisyen.. Bir süre sohbet ettik. Madem sinagogu ziyarete gelmişti, Hz.Musa'dan menkıbeler anlattım ona.. Derken sordu; "Bu civarda pek çok kilise, sinagog, cami var, ilk defa bir Müslüman ülkeyi ziyaret ediyorum, nasıl, Müslümanlarla, Hıristiyan, Musevi azınlıklar birarada sorunsuz yaşıyabiliyorlar mı?". Cevabım biraz sıradışı oldu; "Bilmem, bu güne kadar bir Musevi, birkaç da Müslüman tanıdım sadece, henüz daha bir Hıristiyan'la tanışmış değilim!". Bizimki hemen gömleğinin altından boynunda taşıdığı tahta haçı çıkararak gösterdi ve "İşte bir tane tanıdın artık o zaman, ben Hıristiyan'ım." dedi. "Yoo o kadar basit değil, her görünene de, söylenene de inanmam öyle kolay kolay, ne zaman ki Hazreti İsa gibi nefsini çarmıha germiş birini tanırım, o zaman gerçek bir Hıristiyan tanıdım diyebilirim ancak!". Gülmekten başka birşey yapamadı Marko, adı buymuş, "Marko Polo gibi..", o da gezginmiş, "Çağımızın Marko Polo'suyum ben de!" dedi ve adımı sordu. "Musa" dedim, "Bu günün Musa'sı, ama yarın ne olacağım belli olmaz!", ne diyeyim? Muhabbet iyice acayipleşmişti, bizimkiler gülüşüyordu, Marko nasıl bir yerde olduğunu anlamaya çalışıyordu, gözü kahvenin tabelasına takıldı; "Derviş Baba'yı anladım da devamında ne yazıyor?" diye sordu. Tercüme ettik; "deliler, meczuplar, abdallar, aşıklar kahvehanesi"… :)
Marko ruhban okulu mezunu olduğu için dine çok meraklıydı.. Sonrasında akıl diliyle de anlattım kendisine: Rahmetli ustamdan öğrenmiştim tasavvuf sohbetlerinde bir konu konuşulurken öncelikle konunun hangi mertebeden konuşulacağına karar vermenin önemini; Şeriat mertebesinden mi?, ki görecelik üzerinden, Allah'ın koyduğu kanunları rehber edinerek, akla dayalı konuşuruz, bu mertebe Hz.Musa ile temsil edilir.. Tarikat mertebesinden mi?, ki burada gönül konuşur, aşk dilidir ve bu mertebenin başlıca temsilcisi Hz.İsa'dır.. Hakikat mertebesinden mi?, ki birliğin(tevhid) hal diliyle ifadesidir ve Hz.Muhammed(sav) ile temsil bulur. Şeriat, tarikatta içkin, tarikat, hakikatte içkindir ve tümünün yerli yerindeliği ile amel etmek 'marifet'tir. Aslında hepsi birbirinin içinde mevcut ya, neyse.. Marko "Hıristiyanım(İsevi)" deyince fakir de onunla İsevice konuşmuştum, gönül diliyle, ve 'o mertebede Hıristiyan olma iddiası "Ben öyleyim" demekten daha fazlasını gerektirir'i ifade etmeye çalışmıştım. 'Musevi' derken Musa'nın şeriatına tam uyanları, 'İsevi' derken Allah aşıklarını, 'Müslüman' derken de İslam'ın hakikatine erenleri kast'ediyordum. Halimiz biraz delice gelmiş olsa da demek istediğimin inceliğini anlamıştı Marko aslında kalben. Dininin peygamberine olan muhabbetimizden de etkilenmişti ziyadesiyle. Memnun, mutlu ayrıldı yanımızdan, kendisine ilahi cdleri hediye verip duayla uğurladık. Yazar belki anılarında bizim 'Marko Polo', İstanbul'da tanıdığı sufileri, aşıkları, meczupları, okur gelecek kuşaklar, "Vay be, ne acayip insanlar, ne egzotik yerler varmış eskinin İstanbul'unda!" derler, imrenirler… Halbuki biz hep buradaydık, buradayız ve burada olacağız, kah duvarın dibinde, kah arkasında, kah karşısında! Hu
Paylaş