'Hubble'(Habıl) uzay teleskobu 2003 yılında kamerasını gözle görülebilir yıldızların olmadığı, rastgele boş bir alana dikiyor ve alabildiği tüm ışığı toplamaya başlıyor merceğine. Dünyadan bakıldığında, ayın onda biri büyüklüğünde bir alan bu. Karanlık.. Ötesi henüz meçhul. Galaktik ötesi…
Bizim çıplak gözle görebildiğimiz, gökteki yıldızların tamamı sadece bizim galaksimize aitmiş meğer. "Uçsuz bucaksız 'Samanyolu"muz.. diyecektim, o da göreceliymiş! İçinde yaşayan bizlere göre 'koca' dünyamız, mavi gezegen, güneş sistemimiz ölçeğinde, güneşin yanında ufak bir nokta gibi kalıyormuş. Galaksimiz ölçeğinde ise, mesela 'Orion' takımyıldızından bir yıldız olan 'Rigel'in(Riğl al Gabbar yahut Riğl Ğawza al Yusra) yanında güneşimiz bir nokta boyutunda.. VY Canis Majoris'in yanında Rigel yıldızı nokta bile değil-miş v.s… Bu ölçekte biz, güneş sistemimiz, zaten kaybolduk çoktan! Galaksiler boyutuna gelirsek? Hubble'a geri dönelim..
Belirlediği karanlık alana 4 ay boyunca sabitlenen teleskobumuzun ekranında yavaş yavaş binlerce farklı, ışıltılı nokta belirir. Bu ışıklardan herbiri birer galaksidir! Bahsedilen bu neredeyse nokta kadar alanda onbin(10.000) galaksi olduğu tahmin ediliyor! Her bir galaksinin takribi bir trilyona kadar(1.000.000.000.000) yıldıza sahip olabileceği kestirililiyor. Her yıldızın muhtemelen bizimkisi gibi veya az daha farklı bir gezegen sistemi olabilirmiş. Bahsettiğim görüntü, -yenisi gelmediyse- bugüne kadar alınmış en uzak görüntü; onüç milyar ışık yılı ötesinden geliyormuş. Mesela görüntülenen ışıklardan bir tanesinin samanyolumuzdan 8 kat daha fazla yıldıza sahip olduğunu hesaplamış bilim insanları. Bu o kadar büyük ki, bugünkü fizik kuramlarına göre -teknik olarak- olmaması gerekiyor, ama varmış! Bütün bunlar 'hiç' gibi görünen karanlık bir noktanın bize anlattıkları… Düşünün; Evrendeki muhtemel galaksi sayısının 300 milyardan (cüce galaksileri de sayarsak) 8 trilyona kadar olabileceği tahmin ediliyor. Sadece görünür alemler, sadece bizim boyutumuz.. Solucan deliği tabir edilen tünellerden, kara deliklerden başka boyutlara açılımlar olabilmesi de kuvvetle muhtemel deniyor…!
Kendinizi bir yerleştirin bu görüntüye, ve büyüklenebilirseniz büyüklenin bakalım. Olmuyor!
Buna karşın, Yaradan'ın -mealen- "Kainata sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım" müjdesi fizikötesi alandaki mümkünata dikkatimizi çekerek bizi sırrımıza çağırıyor ve nokta değerimizi sonsuzluğa doğru genişletiyor, aşkınlaşabilmekliğimize işaret ediyor (sözkonusu hadis tartışmalı olsa da, İmam Rabbani, Bursevi, İbni Arabi gibi ekseri sufiler sahih kabul etmiş ve şerh etmişlerdir, ancak iyi anlaşılması icab eder, doğrusunu Allah bilir)… Varlıkla hiçlik arasında bir denge noktasına yerleştirilmiş adeta, 'insan'! Tüm olasılıklar alanının kapı eşiğinde.. Alemlerden alem beğen!
Araf 7/140 ; “O, sizi âlemlere üstün kılmışken, size Allah'tan başka bir ilâh mı isteyeyim?” dedi. (Kur'an ayeti)
Gerçekten de içimiz bir alem, dışımız bir alem. Hangisi daha büyük bilemiyorum.. Çok ufakken, ilkokulda aldığım temel bilgiler üzerine tefekkür edip şöyle bir görüşe vardığımı anımsıyorum; "Nasıl ki biz bir evrenin içindeyiz, bizim içimizde de evrenler var, bilinçli varlıklar var, belki kendilerini gerçek zannediyorlar, evrenlerinin kahramanlarılar, öyle ufaklar ki parçası oldukları bütünü, yani bedenimi, varlığımı hayal dahi edemiyorlar, kendi zekalarıyla sınırlılar, benim gibi. Belki de Rabbim bana bedenimdeki zerrelerin mesuliyetini vermekle beni ilah yaptı onlara, mesulum kendimden, her zerremden bir ilahmışcasına ve hesabını vereceğim kendi Allah'ıma..". Sübhanallah! Çocuk aklı işte. Ama göreceliliğe yatmış aklım. Bilinçli ve sistemli bir hiyerarşi, büyükten daha büyük ve küçükten daha küçük bir varoluş olduğunu kavramaya meyil etmiş bile…
- Selam sana ey 'Ba'nın altındaki nokta!
Hangisine daha yakın olduğumuzu Allah bilir. Her halükarda şu can bedenden çıkana kadar durumumuzu iyileştirmeye umut var. Allah'tan umudun kesilmemesi, halimiz ne denli perişan olsa da asla düşmemesi gereken son kale sanırım. Çok şükür, insana yaptığı kötülüklerden pişmanlık duyup gönülden bir tövbe ederek kirini pasını temizleyebilme imkanı, Yaradan'dan bir lütuf olarak bahş'edilmiş. Bu lütufa sırt çevirmek O'nun rahmetini, affediciliğini, keremi bol bir İlah olduğunu inkar gibi olsa gerek; Ah kibir, ah cehalet!
O'nun mutlak oluşu bir yana, görecelilik üzerinden bakınca Allah(cc), "Ben kulumun zannıncayım" buyuruyor. O'nun tamlığın ve ötesinin yegane temsilcisi olduğundan yola çıkarsak, varoluşa bakışımız ve bu nispette yaşamımız 'cennet-cehennem' skalasındaki konumumuzu belirliyor. 'Hüsnü zan' cennete yaklaştırırken, 'sui zan' cehenneme yakınlaştırıyor. Zira hal edindiğimiz alışkanlıklarımız gönle nakş'olunuyor. Ve Rabbim kulun gönlüne nazar ediyor, hızla geçen hayattan da ahirete ancak şu gönül baki kalıyor.. İnanıyorum ki, Gani Allah tüm merhameti ve adaletiyle gönlümüze göre verir! Cenneti de, cehennemi de… Bir başka deyişle, iki kapı da içimizde!
Yaradan'ın helal kıldığı onca şey varken, cennet hayalimizi neden cimrice oluşturacakmışız? Biz dünyada cimrilik etmedik, zulümle savaştık, israftan kaçındık, hak yemedik, yalandan, iftiradan, dedi-kodudan, incitmekten hep kaçtık, Allah rızasını gözettik… ise haktır bize kendimizce en güzel cennet hayali; Hor görmeyin arzulanan çörekleri, börekleri, son moda giysileri, güzelleri, güzellikleri, bağları, bahçeleri, hoş ötüşlü kuşları, binbir çiçekleri, kelebekleri, dayalı, döşeli konakları, özlenen dostlarla, neşeli sohbetleri…
Yahut de ki hiç öyle davranmadık erdem ile, ama uyandık bir gün, anladık, ve mahv'olduk üzüntüden, acı içinde pişman olduk zalimlikten, tövbe kapısına sığındık. Biz o kişi değiliz, olamayız artık, uzak, tekinsiz bir anı gibi silindik, öldük ve gözyaşı içinde doğduk yeniden… Cennete değilse nereye gitsin temiz bir bebek? Bebeğin hayali; nur ve sevgi, neşe ve merak, hep doygun olmak, sıkı sıkı sarılmak!
Galiba mertebe mertebe düzenlenmiş cennet ve cehennem. Her ne kadar helal olsa da, börek, çörek hayali kuranla, Rabb'in cemalinden başkacasını arzu etmeyenin cennetinde bir fark olsa gerek.. Versen misal Yunus Emre'ye yüzlerce huri, olabildiğince türlü libas, nice sofralar ki kuş sütü eksik olmaz, belki ona cehennem bu, her verilene dese de "Elhamdülillah", gönlü duramaz, alevleri yalazlanır, ve şöyle fısıldar; "Bana Seni gerek, Seni!"… Ne bileyim, haddim değil.. hayal işte, cehennemi düşünmek istemiyorum, içim buz kesiyor, korkuyorum, terliyorum, kesif bir koku, sarmasın etrafımı, gırtlağıma kadar batmış olduğum pisliğin görüntüsü, def olsun gözümden, gönlümden.. Ferah olayım, huzurda, dostlarla!…
Evet, evet aşmayayım boyumu, Koca Yunus nere, biz nere, sınav olmasın sonra, gösteriverebilemezsem delilini,, büyük söz etmeyeyim, ama samimiyetten de şaşmayayım talebimde.., Nasipse, benim cennetimde; Bir kere sevdiğim tüm müziklerden bir arşiv olsun mutlaka, tatlı, tatlı çalsın DJ, şaşırtsın. Sonra acayip bir araç isterim Ref Ref misali, uçsun, yüzsün, nereye istersem götürsün, ve akıl almaz manzaralarda gezinmek mümkün olsun, dağlar, denizler, ormanlar, nehirler, uzayın derinliklerindeki muhteşem gezegenler, hepsi evimmişcesine.. Ah cemali nur dostlar, güzeller, tek başına olur mu hiç? En başta (inş'Allah) hep hizmetinde olacağım sevgili ustam, hem siz de varsınız cennetimde! Ve içimde, derinimde, her adını seslendiğimde, O'nunla muhabbet var; Yalnız değilim, üzgün hiç değilim, aşkımız daim! Şimdilik budur halim… Biliyorum, daha halen, arzularımla sınırılıyım, belki size göre çok sığım, ne yapayım? Uykularımı karartan metruk kabuslardansa bundan azına da razıyım! Değiştim, yine ve daha da değişebilirim! Umarım cemaline doğru istikametim…
Belki herşey hayalle başlar, ama fazla hayal, aklı çalar; Dalmışım, kusura bakmayın! Demek istediğim şu idi kısaca; Doğrudan Hakk'a yönelen, edeple, muhabbetle itaat eden O'na yakınlaşıyor, bu da 'doğrudan' cennet; Sevgili'ye yakınlık, Sevgili'yle buluşma. 'Hakk'ın ayrışıp yücelmesi bakımından lüzumlu olan 'batıl'a yönelen de aslında dolaylı olarak Hakk'a hizmet ediyor kaçınılmaz biçimde. Sanırım bu dolaylı yolu, batıl yolu tercih edenlerin Hakk'a terakkisi de dolaylı ve uzak yoldan olacak, yani cehenneminden geçerek.. Senaryo belli, ama rol seçimi özgür iradenin ihsanıyla bize bırakılmış. En nihayetinde ise herşey aslına rücu edecek… Şükür ile Hu! Hayr'ola…
Açıklamaya gayret edeyim, gözlemi, çözümlemeyi seven aklın dilinden;
Kadim dillerden İbranice'de "ani", 'ben' demek, Arapça "ene" telafuz ediliyor. "Enaniyet" de 'bencillik' demek eski dilde.
Kutsal kitaplardan bildiğimiz kadarıyla Yaradan kendinden "Ben" diye bahs'ediyor; "Ani-Ene". Mesela Tevrat'a göre, ilk defa doğrudan Rabbi'nin hitabına mazhar olan ve nihayetinde O'na ismini soran Hz. Musa'ya Allah(cc), "Ben, Ben olanım!(Eneni)" diye cevap verir..
O kendine dayalıdır ve O'ndan başka dayanak zaten yoktur. Öyleyse, buna karşın bizlerin benlik iddiasında bulunmamızın, "ben" dememizin nefsten başka bir dayanağı yokmuş gibi görünüyor hakikatte. Birlikte kaç tane "Ben" olabilir ki? Kesrette ise iş başka…
O yüzden "ben" lafzasını pek tercih etmemeye çalışırım. Minik bir nefs terbiyesi egzersizi diyelim; "fakir" derim kendime, sufilerin bir geleneği, ustamdan da böyle gördüm, edeben Allah karşısında kendimize aciz, fakir demeyip de ne edelim? Her ne kadar halim, kibirli nefsim "ben, ben" diye bağırsa da, eğitmeye çalışıyorum işte, karınca kararınca; "Hu, Hu, illa Hu", "O, O, illaki O"!.. Gerçek fakirler "kul"luk makamında, "hiç"lik büyük dava, haddimi aşıyorsam affola!
Ve fark'ettim ki İbranice lisanında 'fakir' sözcüğü de "ani" olarak okunuyor, söyleniyor. Tek fark "Ben" olan 'Ani'deki "A", "Alef" yani "Elif" harfi, alfabenin ilk harfi, ebced hesabındaki değeri 'bir', dost anlamına da geliyor. "Fakir" olan 'ani'deki "a" ise "ayin" harfiyle yazılıp okunuyor! Hafif bir telafuz farkıyla.. Aynı!
"Ayin"in, İbranice'de de Arapça'da da anlamı; "Göz"! Tüm duyularımızı temsil ediyor.. Bizim sırrımız belki de bu! 'Elif'in yerine bir 'Ayin'… Böylece 'Ben', 'fakir'e dönüşüyor! Varlık yoklukta kendini belli ediyor! Gözlemciyiz bu alemde, şahidiz Yaradan'ın lütfuna, keremine… Lakin göz de O'nun! Seyr'ediyoruz…
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin söylediği gibi; "Hak şerleri hayr'eyler / Zannetme ki gayr'eyler / Arif ânı seyr'eyler / Mevlam görelim neyler / Neylerse güzel eyler."…
Tatildeydim. Kitabımı okumak için sessiz, sakin bir yer arıyordum. Akşam üstü güneşinin tatlı tatlı okşadığı çardak pek cazip göründü. Tahta çardağın altındaki kilim desenli yer minderlerinin tekine oturur oturmaz, yerde, tam önümde beyaz, irice bir düğme ilişti gözüme. Çocukluğuma uzanıverdim. Evdeki düğme kutusu geldi aklıma, yoksa dikiş kutusu mu demeli? Ama benim için daha ziyade düğme kutusuydu, içindeki düğmelerin renkli çeşitliliği hoşuma giderdi. Adeta bir hazine sandığı muamelesi yapardım ona. Çocukluk günlerim geride kalmışsa da artık, düğmelerle ilişkim bitmemiş anlaşılan; Kendimi üzerine çeşit çeşit düğmeler dikili bir siyah hırka giymiş gördüm o an hayalimde. Beyaz düğme kalbimin üzerine denk gelecek şekilde dikilmiş, parlıyor.. Gülümsedim! Bu görüntü bir şeyler anlatıyordu sanırım fakire, ama sırrı açık değildi o esnada, nadasa bıraktım. Düğmeyi de yerli yerine, vereceğini vermişti ve zaten bana ait değildi, kitabıma daldım…
Ta ki akşam çökmüş ve harflerin kara hayaletleri uçmaz olmuşlardı artık kitabın üzerinde. Gökte belirmeye başlayan yıldızları seyretmek için harika bir vakit.. Bu düşüncemde yalnız değilmişim! Hoşsohbet üç ahbabın daha katılmasıyla 'insan ilişkileri' üzerine yoğun bir muhabbete doğru yuvarlanmaya başladık yavaş yavaş. Çardağın üzeri açık tarafında hem yıldızları seyrediyor, hem konuşuyorduk. Herkesin kendine göre dertleri vardı ilişkilerinde. Türlü açılardan yaklaşıldı konuya. Şikayetler dile geldi. Eş, dost seçiminin inceliklerinden dem vuruldu. Fakir de az tecrübe sahibi sayılmam bu hususta, yaşadıklarım bazı kapılar açmıştır havsalamda, ruhumda, lakin nasıl anlatacaktım meramımı oradaki herkesin anlayacağı biçimde?.. İşte o noktada düğmeler çözüldü zihnimdeki ve fikrim sorulduğunda, düğmeler üzerinden bir alegori kuruvermiştim bile;
"Hepimiz özgür olmak isteriz, ama değiliz. Bazen öyle olduğumuzu zannederiz. Birisi çıkıp da düğmelerimizden birine basana kadar. Açayım..
Üzerimiz düğme dolu! Kimi yüzeyde, kolayca ulaşılır vaziyette, kimi daha derinde, gizli. Bazen kendimize dahi gizli. Kızma düğmemize basılınca kızıyoruz, üzülme düğmemize basılınca üzülüyoruz, kıskanma düğmemize basılınca kıskanıyoruz… Düğmesine basılınca şarkı söyleyen oyuncak bebek gibi. Düğmelerimiz üzerinde kontrol sahibi dahi olamadan özgür sayılır mıyız? Şartlanmalar üzerinden yaşıyoruz hayatı! Nefsimizin hoşuna giden düğmelere basanları seviyor, hoşuna gitmeyenlere basanları antipatik buluyoruz. Esas mesele de şu ki; Düğmemize basana yöneltiyoruz tepkimizi genelde, 'Ne basıyorsun kardeşim?'. Halbuki şunu sormak gerekmez mi; 'O düğmenin orada işi ne?'. Sormuyor çoğumuz. Hatta düğmelerimizi bizi biz yapan şeyler olarak o kadar benimsiyoruz ki apolet muamelesi yapıyoruz onlara, parlatıyoruz, övünüyoruz. Bir düşünün, böyle özgürlük olur mu? Kumandamız dolaşıyor elden ele..
Akıllı kişi, kendi evrimini ilerletmek isteyen kişi ise her düğmesine basıldığında ve dolayısıyla o düğmenin hala orada olduğunu fark'edince, bunu bir fırsat olarak görür. Düğmesi üzerinde çalışma fırsatı. Ve düğmeye basana da bunu bize gösterdiği için saygı.. Yüzeydeki düğmeler üzerinde ıslahat çalışması yapmak nispeten daha kolay, evrim yolunda güzel bir adım. Önce zararlılar arasından en halledilebilir olan. Ve devam.. Sonra geriye kalıyor derinde gömülü olanlar, kök salmışlar. Herkes ulaşamaz onlara. Ancak iç dünyamıza nüfuz etmiş olanlar, yakınlar. Onun içindir ki yakınlarımız bizde hiç beklenmeyen tepkiler uyandırma kapasitesine sahiptirler. Derin çözülmelere vesile olurlar, kimi zaman sarsıcı. Tepki duymayın onlara, bu bir fırsat. Bir bakın, ne işi var o düğmenin orada ve nasıl özgürleşilir bu şartlanmadan.. Çünkü basılmasa düğmelerimize, bu orada değiller demek değil, 'özgürüz' hiç değil. Sadece kör noktamızın gölgesi altında yaşamaktayızdır. Basılmasa düğmelerimize, evliya zannedebiliriz kendimizi az daha. Ama nerede? Kızarız hayalimizi bozanlara…
Evrim bizim doğamız. Eşlikler, dostluklar buna hizmet ettiğince kıymetleniyorlar. En derin düğmelerimize dokunanlar, ilkin tepki duysak da, hayatımıza anlam katanlar, iz bırakanlar.. Onlara çekiliriz gizemli bir şekilde. Evrimin doğası.. Sorun, nefs bu doğal süreci manipüle etmeye kalkışınca çetrefilleşiyor.. Düğmeler, nefsin kancaları üzerimizde ve onlardan kurtulmamız işine gelmiyor. Farkındalık sürecin başı olduğundan da onları farkettirenleri uzaklaştırmamızı telkin ediyor bize, vesvese veriyor, defans teknikleri geliştiriyor.. Bir de şu var ki; düğmemize basan bunu doğallıkla, samimiyetle ve sevgiyle yapmayınca ve onun da nefsi karışıyorsa işin içine, durum suistimale açık oluyor. Kişilik çekişmesine düşülürse karşılıklı, düğmesine basmak karşımızdakinin artık iyi niyetli bir halden çıkıp tacize varabiliyor. Tabi bu da son derece sağlıksız. Çünkü o düğme keşf'edildikten sonra kişinin üzerinde çalışması için bir süreye ihtiyacı var. Sürekli uyarılınca yara nasıl iyileşmiyorsa, her düğme de sürekli kurcalanmakla kaybedilemez. Bu sürece -en azından- saygı gösteremeyen partnerlerle iş zorlaşıyor. Zamanla yakınlık hissi, muhabbet zedelenebiliyor. Bazen kopuşlar yaşanıyor. Ve bu sefer de 'sorunsuz' addettiğimiz bize kolay gelen, düğmelerimize basmayan partnerlere eğilim gösteriyoruz biraz dinlenmek arzusuyla. Ama bu da evrimci doğamıza aykırı. Bir süre sonra ilişki yavan, sıkıcı… 'Doluya koysan almıyor, boşa koysan dolmuyor.'.. Ne etmeli?
Sanırım belli bir gerilimi kabul edeceksin ilişkide. Tolere edilebilir oranda. Yapıcı olması şartıyla. Toleransın ne kadar genişse ilişkinin derinliği artacak. Güçlü bir eşi taşıyabileceksin o zaman, seveceksin. Sevdikçe sevileceksin. Dertleri dert etmeyeceksin. Derman bileceksin. Bir insanı sevebilmenin Yaradan'ı sevmenin öncülü olduğunu fark'edeceksin. Belki gün gelecek düğmelerine basanı değil bastırtanı göreceksin. Şükr'edeceksin.. Bırakacaksın kendini ellerine ve özgürleşeceksin…". İnş'Allah!
İnsanlarımız kurtuldular! Sevinçliyim! Kendileri ve aileleri adına, sevenleri adına, ülkem, milletim adına, insanlık adına… Sevinçliyim! Biz orada tutsaktık, elimiz kolumuz bağlıydı. Kardeşlerimiz, Arap, Kürt, Türkmen, Ezidi, hatta yabancı ülke gazetecileri vahşice katl'edilirken hem kahr'oluyor hem de ülkemizi temsil makamındaki canlarımız için endişeleniyorduk. IŞİD'e söz geçirebilen olmadığı düşüncesi kaygımızı artırıyor, ümitlerimizi azaltıyordu. Allah'a sığınmıştık, dua ediyorduk. 101 gün sonra geldi sevinçli haber. Öylesine bir sayı değil bu, nişaneleriyle birlikte taneleri 101 eden bir zikir tesbihi boyunca çile doldurdular. Parmaklar imameye ulaştı ve serbest kaldılar. Temiz gönüllü birilerinin duası kabul olundu adeta. Tüm vesile olanları yürekten tebrik ediyorum!
Bu hacetle devletimiz birinci ağızdan müjdeli açıklamalar yaptı. Gururlanmak hakkımız. Şükretmek borcumuz! Umarım altından kalkması güç başkaca borcumuz olmamıştır. Çiçeği burnunda Sayın Başbakanımız tek bir vatandaşımızın burnunun dahi kanamamasından haklı bir övgüyle bahs'ederken ayrıca umutlandım fakir de.. Lakin oldum olası ülkemde insan yaşamının olması gerekenden ucuz olduğunu düşünür, üzülürdüm. Zengin batılı ülke vatandaşlarının yabancı ülkelerde düştüğü müşkül durumlarda devletlerinin onlara ne derecede sahip çıktığını görür, içerlenirdim. Yıllarca tepesinde "diğer ülkeler" yazılı pasaport kuyruklarında sıra beklemek içimizi acıtsa da köklü geçmişimizden, derin kültürümüzden gelen onurumuz şükür zedelenmedi. Kader utansındı. Gayret edersek, Allah'ın yardımıyla hak'edeceğimiz yere geleceğimize inancım zaman zaman zayıflasa da hiç tükenmedi. Ve şimdi bu olayı bir milat olarak kabul etmeye çok hevesliyim. Zaman geldi!
Cesaretlendik. Artık daha talepkar olacağız. "Biz özgürlüklere değer veren bir ülkenin çocuklarıyız" diyeceğiz. Birimizin burnu kanasa, dünyanın neresinde olursak olalım, devletimizin bize sahip çıkacağını bileceğiz. En iyi sağlık hizmetlerinden faydalanacağız. Mesela hastahane koridorlarında mağdur olan her birey haklı olarak şunu diyebilecek; "Ben daha iyisini hak'ediyorum, burası Türkiye Cumhuriyeti ve ben bir Türk vatandaşıyım, her şeyden önce de insanım.". Aynı şekilde adliye koridorlarında, polis karakollarında, sokaklarda, herhangi bir ihmale, haksızlığa, kötü muameleye, ayrımcılığa uğramayayazalım, ayağa kalkıp "Hop" diyeceğiz, "Burası muz cumhuriyeti değil!". En iyi eğitimi talep edeceğiz, olabilecek en iyi yaşam şartlarını, en insancıl çalışma koşullarını, en temiz enerji kaynaklarını, en kaliteli besinleri, adaleti, güzellikleri… Paylaşacağız. Çıta yükseldi artık. Bugünkü başarımızla birlikte beyan ettiğimiz mantalite hem insana verdiğimiz değerin teminatı, hem de dünya nezdinde itibarımızın yükselmesinin haklı müjdecisidir.
Nasıl gururlanmayalım ki? Hem insanlarımızı zalimlerin elinden kurtaracak beceriyi sergileyebilmişiz, hem de on binlerce insana ırk, din, mezhep ayırımı yapmadan kucak açmadayız. Elindekini, avucundakini, ekmeğini, imkanlarını, toprağını paylaşma büyüklüğünü gösteren bu halka hayranlık duyuyor dünya, düşmanlar ise kıskanıyor. Bu noktada istikrarlı olmak çok önemli. Küçük hesapları bırakalım. Az daha pekiştirdik mi saygınlığımızı, az daha artırdık mı gayretimizi fani dünyanın ibretlik ülkelerinden olacağız. Sözü dinlenen, saygınlığı olan, güvenilen, örnek alınan.. İnsanlıkta, bilimde, ekonomide, sanayide, tarımda, eğitimde, sanatta, refahta, birlikte ileri… Şemsiyemiz altına girmek isteyenler artacak, dolayısıyla sorumluluğumuz da. Allah utandırmasın! Bu potansiyeli gerçekleştirmeye bakmalı, her birey kıymetli. Yalnız unutmayalım; vatandaş olarak ülkemize borcumuzu ödemeli, refaha katkıda bulunmalı, elimizi taşın altına koymalı ki, kendi ülkemizde sömürgeci konumuna düşmemeli! Ufak tefek kusurlar karşısında müsamahalı, yapıcı olmayı da önemsiyorum fakir..
Ülkem bunları gerçekleştirecek. Hep birlikte yapacağız. "Daha önceleri nerelerdeydiniz?" diye soracaklar. Biz de şaşıracağız, onlar da şaşıracaklar! Normaldir. Allah yapar, kullar şaşar… Buna vesile olmaya gönüllü değil misiniz? Kendimizinki de dahil, daha kurtarılacak çok can var. Heba edilemeyecek kadar değerli elimizdeki fırsat. Lütuf! Belki de şu batan dünyada "Nuh'un gemisi" olmak bize düşecek bu sefer. Öyleyse; Haydi kaptan, bu çalkantılı denizde, ulaştır bizi menzile! Sevincimiz baki olsun… Hu
Musa Dede
Geçen haftadan devam ediyoruz batıdan bakmaya aşka ;
Aşkı tatmayan yarasına ilaç olamaz. - Shakespeare
Aşk kalbin güneşidir. - Voltaire
Sevmenin sınırı olmaz. - Camus
Her şey ancak sevgiyle satın alınabilmelidir. - Andre Gide
Aşk, akıllı aptal demeden herkese bulaşan bir hastalıktır. - Camus
Biz aşk deriz, sevda, sevgi deriz, muhabbet deriz, şiddetine göre değişir seçtiğimiz kelime. Sufiler "Aşk" sözcüğünü yalnızca Allah'a duyulan muhabbet için kullanırlar mesela. İnsan insanı, sevebilir ancak. Her yerde, herkesde Yaradan'ı görüyorsan durum değişir tabii. Aşk dile gelir, insana karşı, eşyaya karşı, lakin kast'edilen yalnız O'dur. Batı dillerinin bir çoğunda tek kelime ile ifade edilir; "Love", latince dillerde "Amor" ve türevleri, "Amour", "Amore"… Dil, gönüldür esasında Hindistan'dan, İran, Türkiye'ye uzanan coğrafyada. Batıda daha çok 'entelekt' ile özdeşleşir. Ondan mıdır acaba dilimizdeki aşk hallerine dair kelime zenginliği?
Bugün sizlerle elime geçen eski bir kitaptan batılı yazar, düşünür, sanatçı yahut bilim insanlarının aşk'a dair özlü sözlerinden alıntılar, çeviriler paylaşmak istiyorum. 'Love' veya 'Amor' kelimesini 'aşk' olarak bulacaksınız. Ancak kast'edilen her zaman sufi dilindeki aşk olmayacak, çoğunlukla 'romantik aşk' söz konusu edilen, o da Allah aşkının bir cüzü olması bakımından bu çeviri tercihini mesele etmeyeceğim. Her halükarda aşktan bahs'etmek güzeldir. Bir hoş olur insanın içi. Bazısı tanıdığımız haller, bazısı özlediğimiz, bazısı buruk hatıraları canlandırsa da, katılmasak da kimine, aşk aşktır işte… Onsuz olmaz!
* Güzel yaşam ancak aşkla sağlanır. - Platon
* Dünyada aşkın aşıkları şair yapmadığı hiçbir yer yoktur. - Voltaire
* Endişe ile aşk kadın kısmında birbirine eş gider, ya çoktur, ya yoktur. - Shakespeare
* Aşk, erkeğin yaşamının yalnız bir kısmıdır, ama kadının bütün varlığıdır. - Byron
* İnsanlıktan çıkmış aşk bencildir. - Dostoyevski
Gülümseyen yüzler, rahatlamış bedenler, zahmetsizce erişilen zevkler, emrinize amade hizmetliler, seçilmiş güzellikler, unutulmuş dertler.. Ne güzel! Adeta cennet!
Mekanı paylaştığım, çevredeki diğer tatilciler kimler, ne iş yaparlar, neye inanır, hangi politik görüşü benimserler? Belli değil. Üniformasızlar, kimliksizler bir süreliğine. Tatilde, böylesi daha iyi, sürtüşmesiz ortamı korumak üzere yapılmış sessiz ve gizli anlaşma üzerine kurulu birlikteliğimiz. Şimdilik hiçbirimiz tehlike altında değiliz. Birbirimize tehdit oluşturmuyoruz. Düğmemize basılana kadar, olabildiğimiz en iyi halimizdeyiz! Gerçek miyiz, samimi miyiz, en yüksek hayra hizmette miyiz?.. Şşt, gizli anlaşmayı bozmamalı! Yersiz sorularla huzursuzluk yaratmamalı. Bu sultanlığın kendini kandırma mı olduğunu, çevredeki güzelliğin ne kadar suni olup olmadığını, güler yüzlerin maskesini, itibar edilen zevklerin derinliksizliğini, kurulan ilişkilerin hesapçılığını sorgulayan huysuz, şikayetçi, elitist nifakçı ben olmamalıyım. Bunu şevkle yapan onca profesyonel kınamacı ortalığı parsellemişken, hem de böylesi tavır ve sorularla bize lokma yedirmezler kolay kolay zaten. Aslanı kafesinden çıkarmadıkça yer vermezler kurtlar sofrasında bize. Dinlemezler sözümüzü. Horlarlar bir de… Şükür!
Ne yazık ki çözüm üretmeyen salt kınamacıların biraz kurnaz, biraz bilgi biriktirmiş, biraz laf ebesi olanları bugün toplumun en itibar görenleri arasındalar. Entellektüel camiamızın "Rock" yıldızları, kibirle kafayı bulmuş, sahnede, coşkulu kalabalığın çıldırışları arasında gitarlarını parçalıyorlar. Öfkemize, şikayetimize, ötekileştirmemize, kınamamıza, alaycılığımıza, nefretimize sözcülük ediyorlar. Maharetle, sanatkarca, gösterişle, sözde adalet adına. Bundan beslendikçe daha da coşuyorlar. Müptelası oldukları besin kaynakları kurumasın diye bu halleri kışkırtır pozisyona düşmüşlüklerinin ya farkında olmayarak, ya da artık şeytani nefse tamamen teslim olarak. Toplum adına üstlendikleri vahim rolün tesellisi kaypak bir seçkinlik ve bir dolu para. Şikayet kültürü tüketimi besleyen en acı yara..
Festival ana sponsorları 'aşk' adında bir gazlı içecek. Gizli tutulan formülünde 'zakkum' ekstresi olduğuna dair ciddi şüphelerim var. Ve okur, seyirci, her neyse, verdiği paranın karşılığında, içmeyi bilmeyen yeni yetmeler gibi festivalin umumi tuvalet alanında topluca, malum çukura kusuyor kahramanca, etrafa sıçratarak, artık 'adam' olduğunun emaresi üstünde, başında, sinmiş, bulaşmış kimliğine, kokuyor.. Yine gelecek! Daha iyi gürültü yapan birini muştuladığında çığırtkanlar, yüceltilecek yeni moda bir piyasa yıldızına eşlik etmek için haftalık cep harçlığını yatırmak aşk adına, çok "cool" olacak. Sponsorlu isyankar gençlik, jetonlu liderlerinin peşinde insanlığı kurtaracak… Daha şimdiden kendi çukurları kendilerine yetmeyenlerin, dünyayı koca bir çukura dönüştürme planları 'çağdaş yeni düzen' manifestosu olarak duyurulmakta…
Hoşlanmadınız belki satırların vardığı noktadan. Tatilde edilecek sözler mi bunlar? Haklısınız. İnsanların iyi hallerini hatırlamaya, çözüme, umuda, akl-ı selime, kalb-i selime, kurtuluşa, iyi olabileceklerine inanmaya ihtiyaçları var! Fakir de 'Yalan da olsa beni sevdiğini söyle sen yine! Gafilliği örteriz cahillikle. Delil istemeyiz hayallere..' kadrosundan sızmıştım ortama aslında. Ama 'belagat şehveti' nasıl oluyormuş, bir de bizden dile gelmesin mi ey okur. O tarafımız da bilinsin. Kişi kendinde olmayanı nereden bulsun? Var ki yazıyoruz.. Hazır bulunduğum yere ayak uydurmam isteniyorken, horgörü sanatına bir iki örnek satır da bizden. Damarı buldun mu akmak istiyor namussuz kendiliğinden. Herkese giydiresim, coştukça coşasım geliyor hakikaten. Nefs zincirini bir santim boşaltsan, bir metre daha istiyor. Doymazlığını hatırlatıyor, vahşiliğini. Edepsizliği özgürlük olarak görüyor. Yıkıcılıkta mahir olduğunu kanıtlamak istiyor, niyet etse şiddeti kutsayan topluma önderlik edebileceğinin not düşülmesini talep ediyor. Mesela bir yazısıyla kitlelerin dalgalandığı bir başyazar.. Ne de olsa o bir aslan, aslan avcılarının tuzağına düşmüş, kafesinde kıvranan… Güç istiyor, hürriyet, et ve kan. Ah nefs!
Görünüz, biraz gevşetseler zincirini, şikayet otobanında tazı gibi koşturabilir. İstese, ağzınızı 'Susurluk ayranı' misali köpürtebilir öfkeden, zehirli yılan gibi. Her "kahr'olsun, lanet olsun" dediğinizde kulağınıza fısıldadıklarına, bir tık koparır sizden, sırtlan gibi. Sevgide, hoşgörüde buluşulamıyorsa bari horgörüde buluşulsun diye, yazdığı yergi manzumelerinden kopyaladığınız paylaşımlarla, nüfuz alanını daha da genişletebilir. Hatta skandala vardırabilir işi, şöhret adına. Hele ormanlar kralı, ki tüm hayvanat emrinde, başa oynar her yerde. Tuttuğunu koparır. Belki sıksa ihtilal bile yapar ha!?
Haydi bu kadar yeter. Bunlar nispeten kolay işler. Sus! İyi bir şey söyleyemiyorsan bari, kötü bir şey söyleme. Sarkastik! Kime neyi ispatlıyorsun?! 'Estağfirullah, estağfirullah!'.. Bu 'ben' değilim, hayır, geçti, artık olamam, 'estağfirullah!'. 'Ben' kendimi hayvanla değil, üzerindeki biniciyle özdeşleştirme yolundayım. Evet, hayvan da benim bir parçam, ama hakikatimin hizmetinde, sahibinin hakimiyetinde, insana secde etmede. Rabbi karşısında; fakir… Hah, şimdi tamam! Hamd'olsun, bağladılar zincirini yeniden..
Nefsi aslan gibi olanın, işi zor ama kemalatı ona göre olur. Yaradan kimseye kaldırabileceğinden fazla yük yüklemez. 'İçimde kötülük yok' diyen yalan söyler. İçindeki kötülükle yüzleşip onu terbiye edebilen hakikatini tanıma yönünde ilerler. Hakikatini bilen, başkalarında açığa çıkan kötülüğün onların hakikati olmadığını, bünyeyi ele geçiren bir hastalıktan musdarip olduklarını bilir. Zaten herşey yerli yerincedir. Dolayısıyla kızmaz, kınamaz. Kendi de yaşadığı için halden anlar. Dönüşümü tecrübe etmiş, yaşamıştır. İnanır. Yardım isteyene, yardım edilebileceklere yardım etmeye gönüllü, Yaradan'ın bir enstrümanı olmaktadır artık, gün be gün, dem be dem… Gönlünüzü uyandırır, ruhunuzu ferahlatır. Onu içinizdeki çakalla korkutamazsınız. O aslanını terbiye etmiştir. O bir aslan avcısıdır artık. Kuzu gibi görünse de, o yemidir, kanarsanız, yanarsınız. Ne mutlu yandırana, nasibiniz varmıştır…