Tesbihime sözlerini dizdim, zikrediyorum. Ben söylüyorum, ben dinliyorum. Kendi kendine konuşanlara deli denen bu yerde beni çırılçıplak meydana attın.
O meydanda, suskunlar, İnkârımı çaldılar, Erenleri yalanıma şahit yaptılar. Yaktılar. Yandırdın beni Efendim!
İstediğin şeye bak! Öyle bir söz söyleyeyim; anlayanla, anlamayanı birleyeyim. İnananın, inanmayanın gönlünü eyleyeyim. Bu ormanın aslanını ben nasıl terbiye edeyim?
Postta oturan aslan,
post da kendi kürküymüş,
avcı ile avını
beraber gülerken gördüm!
Arayan Gökhan abiydi. Telefonumdaki cevapsız aramayı görünce geri döndüm hemen. Açıklamak zorunluluğu hissettim ve de; "Gökhan abi bu mahallede o kadar gürültü patırtı var ki, çoğu zaman kulak tıkacıyla dolaşıyorum evde".. Latifeyle karışık devam ettim anlatmaya; "Sorma, öyle bir mahalledeyim ki, benim zikretmemden fazla zikrediyorlar Allah'ı, hem de bağıra bağıra". "E" dedi, "Fena mı işte?". "Yok abi, bildiğin gibi değil, sürekli birbirlerine 'Allah belanı versin!' diye haykırıyorlar hınçla, o şekilde".. Gülüştük! Şaka bir yana, Gökhan abi bu konuya 'hüsn-ü zan'la bakmakta zorlandığımı anlamış olacak; "Musacım o dedikleri 'Kalu Bela'nın belası, öyle duyacaksın ki sen de, sıkılmasın canın" deyince jeton düştü. Oh be! Üzerimden bir yük kalktı. Tabi ya, nasıl da düşünemedim daha evvel? Aslında birbirlerine hayır duası ediyorlardı.. "Bela" okumak da Sufiler'in başka birçok hikmetli söz ve deyimi gibi bağlamından koparılmış, anlam kaymasına uğratılmıştı. 'Ya Hu', 'Hayy Allah', 'Hayy'dan gelen Hu'ya gider, 'aşk olsun' ve daha niceleri… "Allah belanı versin!" de aslında avamın kastettiği argo şeklindekinden farklı manaya gelen pek hikmetli bir sözmüş meğerse. Açıklayayım…
"Hani ya Rabbin Ademoğullarının bellerinden(belirmişliklerinden) zürriyetlerini(soylarını) çıkarıp da onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim'(Elestu bi Rabbikum) diye buyurduğunda onlar da, dediler 'evet'(Kalu Bela), 'şahidiz'(Şehidna). Kıyamet günü, 'biz bundan gafildik' dememeniz içindir bu…" (Araf suresi 172. ayet meali)
İşte, Dünya arsasına sürülmeden 'kalu bela/elest bezmi(meclisi)' tabir edilen meydanda Rabbimizin hitabına mazhar olmuşuz böyle ilk defa. Anladığım kadarıyla zaman ve mekan ötesi bu anda, adeta saf saf dizili iken Yaradan'ın huzurunda "Elestu bi Rabbikum"(Ben sizin Rabbiniz değil miyim) nidasıyla hallenmiş, hal diliyle de tasdik etmişiz "beli"(evet) diye. Ve hakikatimiz/ruhumuz, nefislerimiz üzerine şahit tutulmuş ki hesap gününde nefislerimiz demesinler; "Biz bunu bilmiyorduk!"..
Her doğan bebeğe o elest meclisinden intikal eder ruhu. Ruhun yaşı yoktur. Ruh bedenle buluşunca bu alemde başlar zaman/mekan algısı. Ve bebekler hatırlar aslını. O meclisten ayrılmanın ağlamasıdır doğum anında ağlamamız. Nefsimiz zamanla kendi sanrısını dayattıkça unutulmaya yüz tutar hakikatimiz, ruhun sesi derinlerdedir artık, gönülden gelen bir his olarak duyulur. Bundan ötesi nefsimizi ruhumuzun hakikatine uydurup bu alemde de tasdik etmektir Rabbimizi. Keza irfan ancak yaşanmışlıkla, belirmemiş alemin gerçeğini belirmişlikte de açımlayınca elde edilir. Bilmekliğimiz ve bilinmekliğimiz tamamlanır, ancak bu yolla. Maksat O'dur. Ruh hatırlatır şahitliğini bu alemde de, nefs ise kendini tanrısallaştırma eğilimindedir. Gölge boksu serimlenir…
Elest meclisinde ruhumuzun Rabbin hitabından aldığı haz damaktadır halen. O yüzden ruh, o hitabın ahengini hatırlatan yoğunlukları tanır, hatırlar ve zevke gelir. Ondandır güzelliklerden, sanattan, ilimden aldığımız haz. O anın duygusunu yansıtmadaki becerisiyle ölçülür aşkın gerçekliği. "Beli/Evet" diye haykırasımız olmasıdır hayat. Ve bu halden ne kadar uzaksak o oranda yoksun, o oranda mutsuzuzdur. Hayy Hakk!
Cehalete karşı "Oku!" demek lazım. Çünkü okununca anlaşılıyor insanın bir canavardan çok daha fazlası olabileceği. Okununca anlaşılıyor dinin sevgi olduğu; Barış, erdemlilik ve bilgelik öğretisi… Edebiyle okumayı öğretmek ve sevdirmek lazım öyleyse; hayattan, kitaptan kim soğutursa insanı bilin ki bizden değil, o anlamamış, cahil! Ama "henüz" diyebilmeli, lakin değişebilir insan, kim bilir nedir cehaletinin sebebi, anlayabilir belki sevgi diliyle, eğilmeli, verebildiğince şans verebilmeli.. Okutmanlar "B"den başlasın alfabeye, "A" ki Allah(cc) için, "Ba"nın altındaki noktada, O sergiliyor varlığını zaten her mekanda, göremeyen için, daha oraya gelmeden belki, "beşer"in "B"si ile başlamalı, bereket, barış ve bağışlamanın ilk hecesi…
Belki başa dönmek lazım. Hz.Muhammed'in(sav) anlayış ve merhameti, Hz.İsa'nın(as) şevkat ve diğerkamlığı, Hz.Musa'nın(as) bilgelik ve adaleti, Buda'nın erdemliliği hatırlatılmalı yeniden. Onlara azıcık olsun benzemedikten sonra izdeşleri, ne yapsın insanlar dini? Bir çatı altında toplandığımız, bir çanağı paylaştığımız bilinmeli. Ve bunu gölgeleyecek sapkın propagandalar, kötü niyetli oyunlar sahibinden başkasını etkileyememeli. Birarada sevgili, akıllı, güçlü, emin ve diri olduğumuzda… Fikrimiz buysa madem, dervişin o olacaktır mutlaka zikri; düşünceden dile, dilden eyleme, tutarlı olmalıyız, her devrin uluları ve çevresinde kenetlenenler gibi. Birlikte, birleştirici… Karanlık en koyulduğu zamanda şafağın sökmesine az kalmış demektir. Bekleriz, korkmadan, çünkü eleleyizdir; Simurg'u arayan kuşlar misali…
Belki Halil İbrahim(as) gibi düşünmeyi denemeli. Önce kırılacak putlar belirlenmeli. İklim iklim dolanan parça parça aklımızı dostluk yurdunda birlemeli. Gönül kabesi tekrar tekrar inşa edilmeli, an be an bıkmadan usanmadan tavaf edilmeli. Yoksa daha geriye mi gitmeli? Nuh'un(as) gemisine binmek için 'dünyaya esaretin zincirleri'ni terk etmeli. Gerekirse Adem'e(as) kadar varmalı. Yasak elmanın tadını unutana değin affedilmek adına yalvarıp yakarmalı.. Kerameti kendinden menkul, işe yaramaz çakma halifelik iddiasından vazgeçilip, Hakk'ın halifesi olmaklığımız anımsanmalı. Buna yakışır davranmaya gayret etmeli.. Bilmeli, bulmalı, olmalı. Varlık alemini gerçek vasıflarıyla tanımalı, çağırılmalı her varlık yakına. Okunmalı isimleri sevgiyle birer birer. İsimleri çarpıtanlara kapatın kulaklarınızı, fısıldayan şeytana atılan bir taştır yüzüne karşı okunan her kelime-i hakikat. Bu ezelden gelen nasihat… Okumayı bilmeli, bileni bulmalı, bir olmalı!
Zor, oyunu bozdu! Çanak çömlek patladı! Öyleyse gelin, yeni baştan başlayalım, hakikati hatırlamaya, kardeşçe paylaşmaya…
Evvelce bahsettiğim, kölelik şartlarının düzenlenmesine konu olan 3.000 küsur yıllık dini ayetlerin "erkek köle" ile ilgili bölümünün mealini aşağıda alıntılayarak, kendi fakirane tasavvuf penceremden farklı bir tevilini denemek niyetindeyim bugünkü paylaşımımda. Bu şekilde yorumlanınca belki de dini kitaplarda yeralan ve Allah'ın(cc) doğrudan hükümlerini içeren ilk "yola intisab(bağlanma/inisiyasyon)" töreninin tasviri aynı zamanda sözkonusu olan. "Allah en doğrusunu bilir" diyerek, "Bismillah" :
"Bir İbrani köle(çalışan, hizmetli) satın alırsan, altı sene çalışacak ve yedincide karşılıksız olarak özgür kalacaktır. Eğer yalnız gelirse, yalnız çıkacak, eğer eş sahibiyse eşi de onunla çıkacaktır. Eğer efendisi ona bir eş verir ve (eşi de) oğlan veya kız çocuklar doğurursa, kadın ve çocukları efendisine kalacak ve o tekbaşına(bekar) ayrılacaktır. Ve eğer denirse, derse ki köle 'Efendimi, eşimi ve çocuklarımı sevdim, bağımsızlığa koşturmayacağım', efendisi onu Tanrı'nın(hakimlerin) huzuruna getirir ve kapıya yahut mezuza'ya(kapı eşiği, pervaz) getirir ve kulağını tığla(çuvaldız) delecektir. Ve artık âleme(dünyanın sonuna kadar) kölesidir(çalışan, hizmetlisidir)" - (Tevrat/Tora-Şemot-Mişpatim 21.2-6)
* "Bir İbrani köle satın alırsan": Burada "İbrani" kelimesini kavimsel olarak değil de, "İbrahimi/hanif" olarak mana bakımından değerlendirmek gerekmekte. Hanif, İslam öncesi, puta tapmayan, Hz.İbrahim'in dininden olan, Allah'ın birliğine ve tekliğine inanan anlamındadır. Yola, öğrenime kabul edilecek kişi için zahiri de olsa Allah inancı ön şarttır. Çünkü eğitimi bu zemin üzerine olacaktır.. Efendisi yani mürşidi(ustası) onu satın alır, bu onun için bedel ödeyeceğini ifade eder, bu bedel öğrencisinin eğitimiyle ilgilenmek, ihtiyaçlarını karşılamak şeklinde aslında ağır bir bedeldir, ancak mürşid bu yolda vazifeli ve gönüllüdür, "alırsan" lafzası bu gönüllüğü ifade eder. Öte yandan o devirde bir İbrani'nin köle olarak satılması ya onun aşırı fakir olduğunu ya da hırsızlık suçunun bedelini ödemek üzere satıldığını gösterir. Bildiğiniz gibi sufiler de Allah karşısındaki acziyet ve 'benlik iddia etmeme' durumlarını ifade etmesi bakımından kendileri için 'fakir' terimini kullanırlar. Yahut kişi Allah'ın verdiği emanet canı nefsine tabi olarak heba ettiğinden 'hırsız' konumundadır. Bu da kölenin açısından manevi durumudur. Nefsinin kendisine hakim olduğu kişi tasavvufi manada zaten 'köle'dir. Nefsinin köleliğinden kurtulmak için ilk adım 'efendisi' olan nefsini bırakıp onun yerine bir Allah dostuna hizmeti seçmektir. Aslında hizmet eden efendidir ancak köle bunu başta idrak edemez, nefsini terbiye etmesinin başlıca yolu hizmet olduğu için aslında muhtaç olunmayan hizmetleri yapması -kendi iyiliğine- istenir.
* "Altı sene çalışacak ve yedincide karşılıksız olarak özgür kalacaktır": Burada yaradılışın altı evresine gönderme yapılmaktadır. İnsan ancak altıncı evrede ortaya çıkar. Yedinci gün bayramdır. Efendisi kölenin nefsin altı basamağından geçerek, yedinci basamak olan "nefsi kamile/safiye"ye ulaşmasına rehberlik edecektir. Bu evreler ayrıca cennetin yedi katıyla da ilişkilidir. Bu hayattaki gayreti tamam gelirse köle yedinci evrede/basamakta nefsini kemale ulaştırmış ve tüm bedellerden özgürleşmiş olur. "Karşılıksız"lık kelimesiyle "tevhid"(birlik) sembolize edilmektedir..
Kim köleliği ister ki? Burada kastedilen kulun kula köleliğidir, az daha derinleştirirsek nefse kölelik… Ancak Allah'a kulluk ayrı. Çünkü yaradılanın Yaradan'a vefasıdır artık mevzubahis. Ki O ne güzel 'Efendi'dir. Öyle bir Efendi ki bize rağmen bizim iyiliğimizi ister. Ve O'na kulluktan uzak düşmekledir esas 'kölelik'… "Tanrı benim çobanımdır"(Hz.Davud'un Mezmurları/Zebur).. Sürüden ayrılanı kurt kapar! Allah korusun!
Sözkonusu Allah kelamı olunca kullanılan kavramlar ilk algılanan anlamlarından daha derin katmanlar da barındırabilirler. Bizler de anlayışımızca nasiplenmeye çalışırız. Her katman algılandığı seviyeye göre hikmetler barındırır mutlaka. Yeter ki sui-zanda bulunmayalım.. Kölelikle ilgili dini kuralların en açık ifadelerinden başlıcalarını Tevrat'tan bu yana tüm "Kutsal Kitaplar"da buluruz. Tevrat'ta hemen "On Emir"in verildiği bölümün arkasından gelen "Medeni Kanun" hükümlerinin ilkinin 'kölelik'le ilgili olması enteresandır(Tora-Şemot/Mişpatim 21). Bu hükümlerin daha derin tasavvufi anlamlarını (ve metinde ele alınan kölelik kavramını -Hak yoluna hizmet açısından- farklı kavramlaştırarak yüceltmemize zemin oluşturacak kanıtları) irdelemeyi önümüzdeki haftaya bırakarak nispeten kolay görünür toplumsal tarafıyla ilgilenelim biraz…
"Şimdi kölelikle ne ilgimiz var?" diye düşünecekseniz eğer, hadi nefse köleliği bir yana bırakalım, içinde yaşadığımız çağın çoğumuzu nasıl da sistemin zincirsiz kölelerine dönüştürdüğünü farketmeye davet ederim sizi. Ha zincir de hiç yok değil esasında fakire göre; sanal zincirler, elektronik kelepçeler, rıza üretim merkezlerinden yayılan komutları bize iletirler. Böylece oluşturulan sözde gönüllü kölelikler… Fakat gönüllülük bir kandırmaca sonucu sağlandığında geçerliliği muteber değildir. Nedir ki başıboş kimseler kolaylıkla köleleştirilebilmektedir.. Özgür toplumu ancak özgür, özgürlükçü bireyler oluşturabildiğine göre aksi durumda köle toplumu içindeyizdir. Kendini efendi sansan da seni çevreleyen toplum yaşantını etkileyecektir. Ve roller her an değişebilir. Herkese kazandıran ise toplumun dönüşmesi, özgürleşmesidir. Tepeden inme bedavacılıkla olmaz ancak bu iş; özgürlük öncelikle kendinden, aslından talep edilmelidir! Adil düzen içinde ve adil düzen için çok çalışmayla, fedakarlıkla hak'edilir. Yoksa da sızlanma ve şikayetlerden vazgeçilse iyidir… Köleye düşen akıllı uslu olmak, bari söz dinlemektir; "Rabbim bu günlerimizi aratmasın!" denir, idare edilir…
"Her kim bir Müslümanı hürriyetine kavuşturursa Allah, her organına karşı hürriyetine kavuşturanın organını cehennemden kurtarır" (Hadis)
'Kuran ve sünnet' kulun kula köleliğinin bitirilmesini teşvik eder, ancak neredeyse her dönemde yaygın olması bakımından da gerçekçi bir dille en azından kölelere insanca davranılması, ihtiyaçlarının -gerekirse evlendirilmelerini temin etmeye varıncaya kadar- sağlanması, hürriyetini kazanan kölelerin sonrasında toplumda önemli yerlere gelebilmesinin önünün açılması vb istenir. İnançlı(mümin) köle, müşrik(Allah'a eş koşan) ama (görünüşte, cismen)hür kimseye birçok açıdan yeğ tutulur. Nefse kölelikle mücadele eden, onu put(efendi, mabud) edinenden efdaldir. Keza Allah(cc) zahiren Firavun'a köle bir kavmi, kendine yönelen İsrailoğulları'nı sonunda kölelik evi Mısır'dan da kurtarmıştır..
Fakir için o zamanlar da dostluk çok kıymet verdiğim bir kavramdı. Üç ortaklı ticari oluşumumuzun finansal ve iş potansiyeli bakımından güçlü olan üçüncüsü bir süre sonra faydasız gördüğü kadim dostumu ortaklığın dışına itip işe ikimizin devam etmesini önerdi. Bu ticari olarak mantıklı teklifi dostluğa olan sadakatim sebebiyle reddettim ve pek de akıllıca olmamakla beraber güçlü ortağın yanından ayrılıp mevzubahis dostumla ikimiz devam etmeye karar verdik yola. Meteliksizdim ama iş bilgim vardı. Dostum da finansal olarak belli bir imkan sahibiydi. Bunun üzerine birimizin finansör, ötekimizin iş kovalayan aktif eleman olduğu süreç başladı. Dostumun esas işlerini yürüttüğü ofiste konuşlandım fakir. Orada çalışma şartları pek elverişli değildi, iş yapmaya çalıştığımız dış ticaret sektörü kurtlar sofrası idi ve biz de bu alanda mücadele edebilecek imkan ve tecrübeye sahip değilmişiz meğer. Yürümüyordu. İnandığım birkaç kişinin attığı kazık ve güvendiğim dağlara kar erken yağmıştı. Hayalkırıklığı, dostumun parasına muhtaç kalmanın sıkıntısı beni yavaş yavaş bunalıma sokuyordu ve inancımı yitirmeye başlamış, tembelleşmiştim. Sözkonusu dostum kısa zamanda, yatırdığı paranın karşılığını alamamanın hayalkırıklığını benden çıkartacak bir tutum ve davranış değişikliği göstermeye başladı. Aramızdaki sözde dostluk hızla eriyordu. Artık ortağımın üzerimde süregelen "mobbing" uygulaması yerini hakaretengiz ve tehditvari bir tavıra bırakmıştı ki ayrılmaya karar verdim. O günkü öfkesini ve saldırgan tutumunu unutamam. Kendince haklı olarak, geçirdiğimiz süreçteki harcamalarının büyük bölümünü benden talep ediyordu. Fakir direndikçe ilişkimiz düşmanlığa kadar vardı. Sonunda arabamı sattım ve babamın da yardımıyla adamın parasını ödedik. Mecburen evimi kapatıp ailemin yanında ufak bir odaya taşındım. O sırada yabancı menşeli bir başka müşterek dostumuz kendisiyle uluslararası tekstil mümessilliği işi yapmam teklifinde bulundu. Finansör yine karşı taraf olacaktı. Biraz da telaş ve çaresizlikten, çok sağlıklı düşünemeden kabul ettim. Şişli'de bir ofis tuttuk. Fena bir başlangıç yapmadık aslında ama işi yürütmek için gerekli paranın akışında hep problem yaşanıyordu ve yurtdışındaki ortağım bana göre sürekli vazifelerini ihmal ediyordu. Zaten yorgun ve psikolojik olarak bezgindim. Ailem benden başarı bekliyor, baskı yapıyordu; fakir de bu baskıyı ister istemez ortağıma ve işime yansıtıyordum. Kırıyor, kırılıyorduk karşılıklı! Bir sözde dostluk daha göz göre göre solmaktaydı. Bazı ticari başarılar elde etmeye başlamıştık ancak mücadeleyle geçen bir senenin sonunda ortağımın ihmal ve yalanlarından dolayı küskün, kurduğum dostlukların beyhudeliğinden ötürü mahzun, içimdeki canavarı tanımaktan dolayı şaşkın, neticede iyiden iyiye yılgın; duygusal davranıp bu ortaklığı da bitirdim. Alacaklarımdan vazgeçip, tüm müşteri bağlantılarını ve yaptığımız işlerin devamını, isterse ofisi de yatırımının karşılığı olarak yabancı ortağıma bırakarak ve rekabet oluşmaması için uzunca bir süre bu sektöre girmeyeceğimin taahhüdünü vererek ayrıldım. Yeter ki bu süreç bitsindi. Kabuğuma çekilecektim. Sene 1998; zaman ve paranın yanında hem işimi hem de dost bildiğim iki kişiyi kaybetmiş; üzgündüm. Lakin bu sonuçlardan çıkardığım dersler, akabinde hayatımı olumlu yönde değiştirecek kararlar almama yol açtı. O sıkıntılı günlere bugün beni taşıdığı nokta bakımından teşekkür borçluyum. Ama içindeyken bunu böyle göremiyorsun…
İlk ortağım dostluğumuzun sürdüğü günlerde fakire yılbaşı hediyesi olarak tek taş pırlanta bir küpe hediye etmişti. Onu ve geçirdiğimiz sıkıntılı süreci hatırlatacak herşeyden kurtulmak istiyordum fakat epey düşündükten sonra bu küpeyi muhafaza etmeye karar verdim. Kulağımı bir akupunkturcuya, uygun bir akupunktur noktasından deldirmiştim. O gün bugündür kulağım deliktir. Beni bu günlere taşıyan dersleri aklımdan asla çıkarmayacağımın temsili, kulağımın küpesi.. Ve işte ifade edegeldikleri:
- Hata insana mahsustur, affet, ancak hatalardan ders çıkar ve onları tekrarlamamaya azmet. Yoksa bu hatalar huy haline gelir ve zamanla karakterini oluştururlar.
- Bir dostluğun gerçek olup olmadığını ancak çıkarların çatıştığı sınavlar sonrasında anlayabilirsin. İyi niyetli ol fakat güvenmekte acele etme.
- İlişkilerinde denklik ve tamamlayıcılığı gözet. Ona göre pozisyon al.
- Çıkar ilişkisi sözkonusu ise hesabını kitabını iyi yap, adımlarını sağlam at. Dostluk sözkonusu ise hesap kitabı bırak.
- Hayallerinle gerçeklerin uzlaştığı çizgiyi görmeye çalış, hırslarının seni tuzağa düşürmesine karşı uyanık ol, haddini bil.
Geçenlerde İstanbul'dan Çankırı'ya yolculuğumuz sırasında İtalyan derviş Hüseyin kardeş ile arabada yan yana düştük. E boş durulur mu; "Birarada faydalı ne yapabiliriz?" idi sohbetimizin konusu.. Sicilya'lı Hüseyinimiz profesyonel aşçıdır aynı zamanda, dolayısıyla onun bu meziyetinden faydalanmak isabetli olacaktı. Madem fakir de haftalık sohbetler yapmaya çalışıyordum bir süredir 'Balat - Derviş Baba Kahvehanesi'nde; "Tasavvuf ve beslenme" konulu, yemekli bir sohbet gecesi kurgulamaya niyet ettik birlikte.. Sadece Hüseyin'in hazırlayacağı mönü üzerinden tasavvufu anlatabilmek mümkün olmalıydı. Fakir mutlaka değinmek istediğim hususları anlattım ve kardeşim de buna göre oldukça yenilikçi bir yorumla, müthiş bir yemek listesi hazırladı. İşte ortaya çıkan mönü:
- Lazanya / Bitter çikolatalı köfte / Krem Brüle
Bu görünüşte sıradışı ve fakat son derece 'Sufi' mönümüz kahvehane işletmecisi hanımlar tarafından riskli bulunmuş olacak ki onlar da önden servis edilecek bir çorba(mercimek) ve sofrada ortaya konulacak bol yeşillikli bir salata hazırladılar ayrıca..
"Haram ateştir" (Hadis)
Yemeğimizin içeriğinde dinimize göre yasaklanmış birşeyin yer almaması önemliydi; kan, leş, domuz eti, etçil vahşi hayvanlar, alkol, uyuşturucu… Tasavvufi beslenmenin merkezinde bedenimize alacağımız gıdaların 'helal' olması vardır. Bizler bugün maalesef eski dergah kültüründe olduğu gibi ekseri yiyeceğimizi toprağından, tohumuna, suyuna, hayvanın yemine helalliği gözetilerek ekme biçme, işleme imkanlarından yoksunuz. O yüzden satın alınan malzemenin emeğimizle kazanılmış helal parayla olmasına özen gösterebiliyoruz ancak. Ve yemek hazırlanırken her aşamada en azından 'Besmele' okunmasına…
Tasavvufi beslenmenin bir başka önemli niteliği de yemek yemedeki maksadın yaşamı hayırlı ameller işleyecek şekilde idame ettirmek, kulluk vazifemizi layıkıyla yapabilmek üzere bedenimize ihtiyaçlarını vermek olduğunun gözetilmesidir. Sufi'nin hayatını 'Kuran ve Sünnet'e uygun tanzim etme gayreti bu alanda da ifadesini bulur. Keza Kuran'da doğru ve sağlıklı beslenmenin ipuçları yeterince verilmiştir(beden ve ruh sağlığı ile ilgili doğrudan 30 kadar, dolaylı 200 civarında ayet) ve Hz.Peygamber'in(sav) yaşamından aktarılan türlü hadisler de bu konunun etraflıca anlaşılmasına hizmet eder.
"Kendisine ikram edilen yemeğe burun kıvırması kişiye kötülük olarak yeter" (Hadis)
Yine geldi Muharrem ayı.. 'Hz.Peygamber Muhammed Mustafa(sav) Efendimiz' ve beraberindekilerin Mekke müşriklerinin zulümünden Yesrib'e(Medine) hicret etmelerinin üzerinden 1436 yıl geçmiş; Hayırlı olsun hicri yeni yıl 1437! Geçen bunca zaman; ancak tekrar tekrar, kuşak kuşak denense de insanlık dışılığın meşum planının şeytani icrası, şükür ki zalimler inananları asla yıldıramamışlar, yıldıramayacaklar. Çünkü Resulullah(sav) ve 'Evladı Resul'un yaşadıkları bize öğretmiştir ki zalimin zulümü kendi boynuna zincir, insanlıktan çıkmayı reddeden, doğru inancından dönmeyen mazlumun göğsüne ise madalyadır. Yaradan'ın yüce ilkelerine sadık kalanlar için gerçek mekan cennet mekan, gerçek yaşam ilelebet Hayy(diri) olanla beraber olmaktır. Huzur O'nun huzurunda bulunmaktır. Bu hissiyata kavuşanlar ister dağ başında, ister çöl ortasında olsunlar, bedenler alev alev yansa da, kanlar oluk oluk aksa da, Hakk içindir; toprağı toprağa, canı canana teslim edişlerindeki asaletleri belki de hürriyete uzanan gönüllerinin son kefareti, ruhlarının bu dünyada çekilen doğum sancısı sonrasında nihayet bulan muazzam dirilişidir.
Dönüşümüz O'nadır. Nasıl ki 'Ehl-i Namaz', namaz kılarken Kabe'ye döner, görünüşte secdeyi Kabe'ye eder ama aslında Hakk'a ibadet eder; İşte öyle "dönüşümüz O'nadır". Rehberimiz dönmüştür, gönülleri onunla beraber olanlar da.. Münafıklar öyle mi? Onları da şeklen aynı istikamete yönelmiş görürsün, ama kalplerinde eğrilik olanların duaları da -doğrusunu Allah bilir ya- bence yılan gibi eğri büğrü gider; Kıbleden uzak düşer. Kıbleyi şaşan dua kabul görür, makbul olur mu, mukabele eder mi hiç Allah? Ancak uslanmaz hainlerin kendilerini iyice batıracak dualarına amin diyecek melekler ola ki çıkar! Ve nifakçılar kendi kendilerini 'Sırat-ı Müstakim'den aşağı atar. Her halükarda Rabbim'in adaleti zerre şaşmaz. Güvenin! Merhametlidir hem O'nun adaleti! Bu dünyada bir sebeple vermediğini sevdiklerine ebediyyette vermek, ebedi kılmak üzere saklı tutar..
Bunca söz biraz da şunu demek içindi: O kavruk Kerbela sahrasında yine bir Muharrem ayı katledilen son "Âli Aba" [Hz.Peygamber'in(sav), öz kızı Hz.Fatıma'tüz Zehra(ra) ve velayet şahı Hz.Ali(ra) Efendilerimiz'in izdivacından olma iki torununun küçüğü, Hz.Hasan'ın(ra) kardeşi] Hz.Hüseyin(ra) ve beraberindeki 72 yoldaşı da namaz kılıyorlardı, onları binlerce kişilik kuvvetle çevreleyen, tek istekleri Hakk'ı batıla boyun eğdirtmek olan, dönek Muaviye oğlu yezid askerleri de.. Peki ya "Bilenle bilmeyen bir olur mu hiç?"
Hakk rızası için hicreti ibadet edenler sonunda elbet 'Gönül Kabesi'ne(Beyt-i Ma'mur) vardı. Bu varışın yol alışları görünüşte farklı farklıydı. En önde gidenler bu yola canı başı koymuştu.. O mübarek başlara kastedenler ise bizce cehenneme odun oldu! Keşke kıblesi şaşmış, niyeti bozuk -sözde- namazlarıyla ikiyüzlülük edip büyükleneceklerine, bağrı yanık mazlumlara Kerbela'da bir yudum su verelerdi. Belki sevdiklerinin hatırına lütfu ve keremi bol Allah(cc) onlara acır, Kevser havuzunun başında bir yer ayırırdı. Ama nefisleri onları kolayca kandırdı. Bilmek istemediler ve niyetleri de zaten bulanıktı. Nefislerinin hınzır talebi ne ise nasipleri de o kadardı; 'Kahpe dünya'…
Bugün de Muhammedi ilkelerin mirasçıları aynı düşmanlarla, aynı ikiyüzlülükle muhataptırlar. Yine zalimler zalimliklerini yapar, mazlumlar da zulüme yenik düşmemek için başta kendi içlerindeki 'nefs-i yezidi' ile, yezidlikle, yezidlerle savaşırlar. Bazen dışarıdan, bilmeyene mağlup görünse de mazlumlar, nefislerle olan "büyük cihad" yolunda kesilen başlar bilakis Hakk aşıklarının varlığının kıyamete dek idame ettirileceğinin ıspatı olmaya yarar.. 73 kahramana karşın binler, onbinler; sayılar değişse de oran aynı kalır. Suretler değişse de özler oradadır. Bulunması zordur ama soyları kurumaz çöl çiçeklerinin; ben diyeyim 'nurbeyaz', sen de 'alkırmızı'…
Bizler haince katledilen fedakar "Kerbela şehitleri"nin cüzünün cüzü olabilsek kârdır; neredeyse hiçbir bela yoktur ki kainatın Efendisi, alemlere rahmet olan o Nebi'nin(sav) dizinde oturtup başını okşadığı, meleklerin üzerine titrediği, içi dışı güzellik timsali Hazreti Hüseyin ve yol arkadaşlarının katli kadar gözyaşlarımızı şereflendirmesin ve hiçbir melun yoktur ki yezid'in cüzünün cüzü çürük cesedinde kıpırdanmasın… Dumanı tüten günlerin sonunda kimlerle haşredileceğimiz konusunda biraz olsun gayrete gelebilmek için bu ezeli rol dağılımını iyi anlamak şarttır. Daha önünü arkasını bilemeyen, sağını solunu doğru dürüst seçemeyen kendini sanmasın ki o, Kuran'da bahsi geçen 'eşref-i mahlukat - insan'dır. En insan insanı sevemeyen ve dahi sevdiğinin sevdiğini sevmeyen, sevdiğinin acısını paylaşmayan, hissedemeyen, noksanını gelsin aşıklar meydanında tamam eylesin! Maşukunu bulan kişi pervane olsun şemine(mum), etrafını tavaf eylesin!
Layık olamadık lakin; illaHu… Salat-u Selam olsun o temiz pak, aziz ve şerefli Ehli Beyt'e!