Düşünceyle başlayan böylesi bir zincirleme reaksiyonun varlığı sosyal bilimlerin de başlıca ilgi alanı. Tabi bir de isterseniz felsefenin, isterseniz teolojinin, isterseniz de diğer bilimlerin ışığı altında inceleyebileceğiniz, düşüncelerin nereden kaynaklandığı, nasıl oluştuğu sorusu var…
Bu derin mevzuyu bir köşe yazısı sınırları içinde etraflıca irdelemek olası değil. Bugün daha ziyade “sosyal psikoloji” perspektifinden, yaşayışımızı belirleyen bazı öğeleri ele almayı, mümkünse söz konusu zincire tesir eden toplumsal faktörlere dair ufak da olsa bir farkındalık uyandırmayı arzuladım. “Sosyal psikoloji” yeni sayılabilecek bir bilim dalı; insanı merkeze alır ve fakat insanı içinde yaşadığı toplumla etkileşimi bağlamında onunla birlikte değerlendirir.
Değerlendirmelerinin deneysel boyutu, insan-toplum ilişkisine ölçülebilirlik getirmesiyle sosyal psikolojiyi bilimsel kılan başat unsurdur. Bu bilim dalı, doğal olarak toplumsal yönü de olan “insan”da “uyum” davranışının nasıl oluştuğu ve bunun etmenleri üzerine ciddi çalışmalar ortaya koymuş, meseleyi bizler için daha anlaşılır kılmaya çalışmıştır.
Toplumla ilişkimiz ne derece özgündür? Duygu, düşünce, tutum ve davranışlarımız ne derece etki altında oluşmaktadır? Öğrenme, güdülenme, toplumsal baskı, otorite, statü ve roller, önyargılar, şartlanmalar, kişilik oluşumunu belirleyen tüm etkenler… sosyal psikologların üzerine çalıştığı ilgi alanlarıdır. Bu konudaki en öncül deneylerden birini gerçekleştiren kişi Türk asıllı “Muzaffer Șerif”tir(1906-1988).
Ağzım kokarak gelsem bir gün yalpayalak, “bıraktım abi bu işleri, dervişlik, mervişlik, dayanamıyorum yeter, siz de umurum değilsiniz hiç artık” desem, gaflete düşsem derbeder, patlıcan gibi mosmor olsam öfkeden en küçük şeyden, aksilensem, siğiller sarmış suratımı, bin parça olsa düşen… Evet ben, fakir, Musa Dede hani gülümseyen, hani dört yıldır neredeyse yazıyorum her hafta size, bazen bilmezsiniz iki elim kanda. Her halükarda kalır mı hatırım o sevginizden? Acep fakire uzanır mıydı halden anlar yardım eliniz (Allah korusun) ayağım kaydığında?
Uçsam göklerde bir zamanın velisi Sana Hazretleri gibi de düşsem sonradan, alçalsam, bir aşüftenin peşinde domuz çobanı olsam aşkımdan, terk etsem dinimi diyanetimi, tüm vazifelerimi, yine de onun sadık dervişleri gibi vazgeçmeden dua edecek ayıkmam için, zamanın manevi kutbuna müracat edecek kurtulmam için, vefalı birkaç dost bulunur mu ki bu devirde? “Musa Dede düzenbazın teki, gerçek değil hiçbir şeyi” dediklerinde, “onun nesi gerçek, nesi değil bilemem ama, benim sevgim gerçek” diyecek yiğitler yaşar mı hala bu diyarda?
Düşenin dostu olur mu? “Bana su verdi” diyen Notre Dame’ın kamburu kadar da olsa, bulunası mı vefalı bir yürek etrafımızda? Yok ise korkarım hiç sevilmemişizdir gerçekten, biz olamamışsak o yürek sevilenimiz için, geçememişizdir şartlı şurtlu alışverişlerden, çıkamayız o halde kösnül AVM’lerimizden. Nefsani aşk, hele ruhani aşk, hele hele rahmani aşk… Sevgi vefa gerektirir ve sınanır. Ki bilinsin!
Vefa sevginin eşi, iki yaydan bir tanesi. O iki yay ki adeta iki koldur kucaklamak için açılan, bu mesafeden daha yakın olamamış yaşarken hiçbir insan. Bir yay tırmanır kavuşmaya doğru yok olaraktan, öbür yay iner varlık dolu, sanırsın uzaklaşır, halbuki paylaşmak içindir emaneti; veren el alan elden üstündür. Vefa olmasaydı kim bırakırdı sevgilinin cemalini sırf onun verdiği vazife uğruna?
Vefa İstanbul Fatih’te bir semttir. Vefamız nicedir bilmek istersen bir geç içinden. İster Unkapanı tarafından, ister Direklerarası üzeri Kalenderhane’nin oradan, ister Süleymaniye caminin yanından inersin Vefa’ya, ağır aksak; eski evler, sokaklar, tarih kokar. Yol üstünde meşhur Vefa bozacısı, girerken dikkat et mermer eşiğe, nasıl da kavislenmiş üstünden geçen nice yükten, insanların ağırlığından. Hep hizmet etmiş, kamburu çökmüş kapı eşiği, sana su verdi, boza, şıra, sirke sundu, şikayeti yok dilinde, bir tek halinden anlayana.. Tarçın, leblebi? Leb dudak demek, yani iki dudağı arasında hayat, biri arşta, biri yerde; öpün öpülesini. Dudaktan kalbe…
En merkezi mezarlığının kapısında “Her canlı ölümü tadacaktır” yazılı bir kültürün evlatlarıyız. Bizler için ölümden ziyade onurlu bir yaşam ve “onurlu ölüm” meseledir. Eğer -kanımca- tüm nefsani korkuların ana kaynağı olan “ölüm korkusu”ndan daha ağır basan haklı bir korkumuz olmasaydı, ki bu “Allah korkusu”dur, ne Çanakkale, ne Kurtuluş Savaşı, hiçbir destanımız olamazdı, biz de olamazdık. Bizleri ölümle korkutmayı tasarlamak olsa olsa herkesi kendileri gibi gören, “nefs”in hayvani boyutunu merkeze alan bir yaban kültürün cahilce zannıdır. Değerlerimiz daha sanıldığı oranda erozyona uğratılamamıştır. İnanıyorum ki bu gibi heves ve hevalar dönüp dolaşıp sahibini bulacaktır..
Günümüz gelince hepimiz öleceğiz. Lakin ölüm korkusuyla yaşamak da yaşamak mıdır? Bu korku insanı insanlıktan çıkarır, paralize eder. Varsa bu korkumuz, esas nedeninin bir inanç sorunu olduğuyla yüzleşmeli ve inşallah bunu aşmalıyız! Ki hayatın hakkını verebilelim.. Değil mi ki aslolan ruhtur, ebedi ahiret hayatıdır. İsteyen istediği gibi düşünsün, fakat kendini Allah inancıyla bağlı addeden biri, bu inancın ayrılmaz parçası olan dünya/ahiret, cennet/cehennem, yaşam/ölüm, ruh/beden kavramlarını da kitabında yazdığı, peygamberinin yaşadığı şekliyle kabul etmedikçe inanç sisteminin vadettiği huzura ulaşmada sorun yaşayacak, hem kendisiyle çelişik kalacaktır. İnsan kendi rızasıyla ve tüm samimiyetiyle bağlandığını iddia ettiği inanç sistemine tam tabi olmadıkça, dolayısıyla arzuladığı kurtuluş vaadine baş muhalif kendisi olmuş olup, kendini de utanç verici bir ikiyüzlülük içinde bulmaz mı? Ne hikmettir ki “İslam”, teslimiyet ve selamet manalarını cem eden bir kavramdır. Kabul etmeli, bu işin zorluğu nefsimizin direnci nispetinde olmaktadır ve fakir de bu içsel mücadelenin kolay olmadığını yaşayarak bizzat müşahade etmekteyim. Ancak ikna olduğum, başka yol olmadığı, yaşamın ana gayesinin bu olduğudur ve her zorlukla beraber bir kolaylık da vardır. Bu kolaylık, niyet edip, O’nun uğruna gayret içine giren kuluna Rabbinin türlü vesilelerle yardım elini uzatmasıdır, er ya da geç, mutlu sona ulaşacak şekilde. Kulunun karşılaştığı güçlüklere tevekkül içinde göğüs germesini kefaret kabul etmekte ve manevi derecesini yükseltmeye vesile de kılabilmektedir ayrıca Yaradanımız. Öyleyse?..
İçinden geçtiğimiz dönemdeki rolümüz, Hakk için haklı duruşumuz ölüm korkusuna kurban edilemeyecek kadar kutsaldır. Bizler hayatı yüceltmek için varız. Bu hayat insanca bir hayattır. Bunun en üst boyutu ruhani özgürlüktür. Beden bunun aracıdır. Yaradanı seven yaratılanı sevmek durumundadır. Karar eşiklerine gelindiğinde tercihlerimiz ruhani boyutun rahmani değerlerini yüceltecek şekilde olmalıdır. İnsanca yaşamanın önünde duran iç ve dış engellerle -bu duruşumuzun gereği olarak- gerekirse çatışmaktan kaçınamayız. Bizler açısından çatışmanın asetleri asla bazıları için olduğu gibi öfke, nefret ve korku olamaz, bilakis adalet, cesaret, vakar, saygı ve sevgi olmalıdır, farkımız kendini burada ortaya çıkarır.. Güven, inancın vazgeçilmez bir parçasıdır. İnanç sistemimiz ise, söz konusu çatışmada Allah rızasınca bulunanların ölümden korkmaları bir yana, bu uğurda can vermek ve şehid olarak beka alemine ermek, “cennet-i ala”ya kavuşmak bakımdan sevinmelerini gerektirecek müjdelerle doludur. O halde inananlar bakımından ölüm korkusuna yenik düşmek yakışıksız olup inanç hususunda olası bir probleme delil kabul edilebilir. Bu geçici sınav dünyasını Allah’ın cemaline kavuşmaktan daha fazla seviyorsak, bu ne iştir? Korkumuz varsa bize bunu işaret eder ve böylece bir nefs muhasebesi, yaşantımızda bir düzeltme yapmamıza vesile olabilir.
Ölüm mecazi bir kapı, esas olan diriliktir.. Hakk için hakça yaşayan kişi yolda yürürken de ölse, benim için “kelime-i şehadet”in gereğince “şahitlik” etmekliği bakımından şehid olmuştur, o Hakk’a yürümüştür, onlar için “öldü” demek dahi -en hafifinden- inceliksiz olmuş olur. Ya Hayy! Biz fakirlerin gayreti de bu hali şimdi ve burada edinmek olup, tasavvuf literatüründe “ölmeden ölenler” tabiri kullanılmaktadır Yaradan’a hayattayken teslim olan has kullar için. Hiç “fena mertebeleri” gibi detaylı bahislere girmeden işin özeti böyle… Onun içindir ki bazı dervişe sülukunun uygun yerinde ölüm tefekkürü verilir ders olarak ki hızla tekamül ede, hakikate ere; Allah bes, baki heves…
Bu gibi görüntülere sık sık rastlıyoruz artık.. İnsanlar, kalabalık… ve görüş alanımdakilerin tamamı cep telefonu ekranına kilitlenmiş vaziyette. Oturanlar, ayaktakiler, istisnasız hepsi sanal alemlerinde. Orada o sırada anne ile evladı bir rastlantıyla yan yana denk gelse, sanmam tanıyabilsinler birbirlerini, herkes kendi hayal ülkesinde. İnsanlar temsilen cep telefonlarına indirgenmiş gibi o an gözümde. Aklıma Hazreti Musa(ra) ile asası geliyor. Hz.Musa, asası elinde, (teşbihte hata olmaz) Hazret de adeta Allah’ın(cc) asası işlevinde. Bence cep telefonlarıyla durumumuz da böyle. Yaradan’ın kulları O’nun akıllı telefonları nispetinde. Hele ki veli kulları, özel bir kampanyayla(!) kesintisiz ve sınırsız bağlantı halinde. Bizlerin kontür yüklememiz lazım ara sıra, şarj olmamız ve de. Bazılarımız da var ki sözleşmeleri başka şebekeyle, kullukları nefislerine.. Çağ iletişim çağı, ibadet(abd=kul kökünden hareketle; kulluk) iletişimdir, iletişim ise incelikli iş…
‘Musa’ ismi antik Kıpti dilinde ‘Mu=su / Sa=kargı, kamış’ hecelerinin bileşkesiymiş ya; kendisine bu ismin verilmesi elbette pek hikmetli. Görünen sebep Hz.Musa’nın suda yüzen, su kamışından yapılmış bir sepet içersinde Nil nehrinde kamışlara takılı vaziyette bulunması olsa da, fakir bu ismin Allah’ın muradınca bize bir mesaj taşıma özelliğine de sahip olduğunu düşünenlerdenim. Kanımca, Hazret’in bu ismi almasının bir hikmeti demin bahsettiğim gibi Musa’nın temsilen Yaradan’ın asası gibi olmasına gönderme. Yaradan’ın elinde, ona teslim, Hakk’ın yeryüzündeki işlerini görmesine en güzel bir araç, bir vesile… Ve sanki kutsal kitapların anlatısında Hz.Musa ile elindeki asanın işlevi arasındaki bağ da bunu kanıtlar nitelikte. Hazret Allah’a tabi, asası da ona, yani asa Musa vasıtasıyla aslında Allah’a tabi.. Madde ve mana; bizde ikisi de var. Yaradılış hiyerarşisi en kaba düzeyin en ince düzeye kademeli olarak tabiyeti şeklinde düzenlenmiş. Madde ruha, ruh da Yaradan’a tabi. Hoş herşey aslında Yaradan’a tabi ya… Görünür alem bu türlü işte; köprüyüz biz de. Ne mutlu eşyanın hakikatine erenlere, selam olsun Rabbim’in halifelerine! “…Ve (oku) attığında sen atmadın, lakin Allah attı…” (Enfal suresi 17. ayet)
Allah Teala nida eder: “O sağ elindeki nedir ey Musa?”, “O benim asamdır(değneğim,sopam), ben ona dayanırım(yaslanırım, destek bulurum), onunla koyunlarımın üzerine yaprak silkelerim, benim için onda başka faydalar da vardır(başka işlere de yarar)” Taha suresi 17-18. ayetler
O devrin yaygın bir aleti, en geniş kullanımlı teknoloji ürünüdür asa. Bugün olsa acaba Hazret elinde ne ile olurdu diye sorunca zihnim, otobüsteki manzara cevabı aşikar ediyor fakire; “O benim cep(akıllı) telefonumdur, ben ona dayanırım, yani birçok işlerimi onun marifetiyle görürüm, o olmazsa dayanaksız kalırım, onunla koyunlarımın üzerine yaprak silkelerim, yani bakımıyla yükümlü olduğum kimselerin rızkını çıkarmama, yakınlarımla ilgilenmeme vesile olur, onun sayesinde kendim, çevrem için faydalı işler, iyi şeyler yaparım (zannederim)”..
Cep telefonlarına yaslanan bir toplum olup çıkmışız. Artık Musa’nın asası misali, bizlerin uzantısı haline gelmiş olan akıllı telefonlarımız ile o kadar haşır neşiriz ki, zaten sanal olan bu dünyanın daha da sanal bir versiyonuna bağlandıkça bağlanmadayız sanki. Gözümüz, kulağımız devamlı üzerinde, gerekli gereksiz dikkatimiz sürekli onda. Durum kullanana ve kullanma biçimine göre izafi tabi. Gerçekten de büyük kolaylık bu yeni teknoloji lakin araç amaçlaşıp, aracı özneleşince hakikatten bir kademe daha uzaklaşmasak bari..
Biraz farklıydı gerçi rengi, az daha koyu hatırladığımdan, genizden yırtıkça ve kor gibi, sıcacık. Șarkı söylüyordun yabancı bir dilde. Bülbüller dahi kıskanırdı sesini, o şarkıyı da sen mi bestelemiştin yoksa? Yakaran bir ses özlemle, anlamıyordum dediklerini ama, ne olabilirdi ki aşktan başka..
Dışarı çıktığımda ilk anda seni gördüm zannettim karşımda. Gözlerindeki pırıltıydı o çocuğun, beni sandıran. Sen gibi saçları, rüzgarın onları tarayışı, başını göğe kaldırışı, elindekini sımsıkı kavrayışı… hızla köşeyi döndü yitti. Geçmiş onca yükün hamalı bacaklarım, gidemeyiz dediler bir çocuğun ardından; sen yoluna odaklan!
İskeleye doğru yürürken seni düşünüyordum sessizce. Bir sırrımızın olması ne güzeldi birlikte. Kimse bilmiyordu seni düşündüğümü. İşle ilgili bir şeyler varmış gibi kafamda; hafif endişeli görünmeye çalıştım. Önemli kişiler böyle yapar. Önemli şeyler ciddiyet ister çünkü, insan kaşlarını çatar. İçimin neşesini senden başkası görmesindi, “ne hafif meşrep adam” derlerdi. Başım öne eğik, yürüdüm. Görenler beni önemli bir yerde müdür sanırdılar..
Denizi seyrettim yol boyunca. Kuzum senin de böyle bir atkın yok muydu, üzerinde mavinin tüm tonları dalgalanan. Vardır. Seni hayal ettim, laciler içinde. Aniden cebinden bir yengeç çıkaracakmışcasına muzur, gülümsüyorsun sanki karşımda. Bir çay da sana söylemeliydim, biliyorum hayaline karşı cimrilik ettim. Benimlesin ya, alacağın olsun aklımdan ilk fırsatta..
Mealen aktarayım kısaca, bakalım hak verecek misiniz; işte “Bağcının sufi, alevi ve fakihi hileyle birbirinden ayırması” meseli:
“Bağcı bahçesine üç kişinin girmiş olduğunu gördü. Bunlardan biri fakih(İslam hukuku bilgini), biri şerif(Hz.Muhammed’in Hz.Hasan’dan gelen soyu), diğeri de bir sufi idi. Bağcı ‘Șimdi benim bunlara hadlerini bildirmek üzere hayli sebebim var ama cemaat halindeler, cemaat de rahmete vesiledir. Yalnız başıma üçünün hakkından gelemem, o halde önce şunları birbirinden ayırmalı. Ki dostlar birbirinden ayrı kalınca onlara gününü göstermek mümkün ola’ diye düşündü.
Yanlarına varınca önce sufiyi kestirdi gözüne ‘Ey halim kişi, lütfen az ilerideki evimden bir kilim getiriniz yoldaşlarınız için de üzerinde rahatça oturabilelim birlikte’ dedi. Sufi uzaklaşınca, bağcı diğer ikisine yöneldi ve ‘Biriniz kıymetli bir fakih, siz fetva vermezseniz ekmek dahi yiyemeyiz biz, dinimizi ayakta tutan sizin ilminiz, ötekiniz sevgili Peygamberimiz’in(sav) yadigarı, sayenizde cemali görür gibiyiz, hem bize emanetsiniz; lakin yanınızdaki bu fakir, bu basit kimse, bu cahil sufi kim oluyor da sizin gibi yüksek kimselerle bir arada bulunuyor. Onu gönderin yanınızdan ki, misafirim olursunuz bir süre, bağım size feda, ne bağı, canım size feda efendiler…’ yollu vesvese verdi. Nitekim sufinin ‘değersiz’ dostluğundan kolayca vazgeçip, gönderdiler onu fakih ile şerif. Ve bağcı da bir punduna getirip seğirtiverdi ardından sufinin, elinde sopası ile. Bir güzel benzetirken sufiyi ‘destursuz bağa girmek ha, hangi Pir’den öğrendin sen bu edebi, Cüneyd’den(Bağdadi) mi yoksa Beyazid’den(Bistami) mi, oku bakalım sopamın risalesini’ diyordu. Sufi yerde yarı ölü vaziyette, ‘fakir dersimi aldım amma korkarım arkadaşların fenadır çekeceği’ diye mırıldandı.
Fakih ile Ali(ra) evladı şerifin yanına dönen bağcı bu sefer şeriften ricacı oldu; ‘Acıkmışsınızdır, kuşluk vakti için evde yufka ekmeği ile kaz eti hazırlamıştım, şerifim varsın da hizmetlime söylesin, lokmayı hep beraber yiyelim’ Șerif olan, bağcının evine gitmek üzere yanlarından ayrılınca bizimki şöyle söyledi fakihe; ‘Fakih efendi, sen Kuran’ın temsilcisi, zamanın alimisin ona bir sözüm yok, ancak laf aramızda şu şerifin hali, hareketleri pek bir tutarsız göründü gözüme. Kim bilir gerçekte ne olduğunu, annesinin ne ettiğini, kadın işine güvenilmez, aklı noksandır malumunuz, sözüne itimad edilmez. Bilirsiniz, günümüzde pek çokları ‘ben seyyidim, şerifim’ diye halkı keklemekte. Belli ki bu ne idüğü belirsiz kimse sizi çıkarına alet etmede. Kuzum kurtulun bundan da istediğiniz kadar kalın bahçemde, hoşça kelam edelim biz bize’ (Hz.Mevlana gibi biz de not düşelim ki hikayedeki bağcı herkesi kendi gibi görmekte, velhasıl evlad-ı Resul tüm bu ithamlardan beridir).
Șimdilerde amatör tasavvuf meraklılarının dilinde popüler bir slogan, konuşmalarında kuvvetli bir argüman “Hiç”. Eskiden dergahlarda asılı olurmuş mutlaka “Hiç” yazılı bir tabela, ibretlik. Ne yüksek bir mertebe olduğu biliniyor mu günümüzde gerçekten? Gelişigüzel kullanımına bakılırsa bilinmiyor. Çünkü hiç olan kendini reklam etmez ki, hiçlikle övünülmez ki. Bu bir haldir, öncelikle de tevazunun eşlik ettiği. Derler ya “sövene dilsiz, dövene elsiz” diye, en basitinden öyle bir şey işte.. İddia sahibi olmayacaksın; teslimsin, ölü yıkayıcının elindeki meyyit gibi. Hani nerede? Değilsin ama özeniyorsun o hale; güzel. Başla o zaman terk etmeye; dünyayı, ukbayı, haydi tüm heva ve heveslerini terk eyle. Zor ha! Mış gibi yap önce sen de. Yap da, iddiasında bulunma fakat, sen bil, Rabbin bilsin, elalemse ne derse desin. Öyle ilan çıkartmakla ancak komik duruma düşülüyor yokluk arsasında. Söz sahibine yakışır. Biz bir hata ettik vaktinde, bari sen etme! Zannediyorsundur ancak. Lakin delil soruyorlar erenler meclisinde. Delil gösteremeyenin ensesine bir şaplak, nereden geldiğini dahi anlayamazsın, ’ah’ da diyemezsin; hani hiçtin, yoktun, oyuncak mı sandın! Yuvarlanıverirsin sonra dipsiz bir kuyunun içine, oxymoron yankılar, anlamlandırmaya çalıştıkça çarparlar yüzüne yüzüne; karanlık ışık, sessiz çığlık, apaçık sır, korkunç sevmek, diri diri ölmek… İmdaat! Kolay mı ‘vahdet’e ermek? Olsun, olur, samimi olalım da medet isteyecek yüzümüz olsun bari, bakarsın yeter. Yetişir, Ya Kâfi!
“Edepsizden edebi öğreniniz!” Sözleri ters anlam kullanarak kuvvetlendiririz. Akıla da bir tekme.. Șaşırınca paralize mi oldu zavallı, ne gam! Biz de fırsattan istifade aşk bayrağını açarız aklın olmadığı yerde. Aşıklar ‘hiç’i bilir zira. Yok olmuşlar ki Hakk’ın nefesinde.. “La ilahe”; sen değilsin ilah, yok ilah, sen yoksun, “illallah”, O var! Başka bir şey görüyorsan, hayalet görmüş gibi oluyorsun işte, hayal et dur. Vay be, amma çarpılmışız yokluk aynasında. Gören göz lazım ki çarpıklığı görmeye! Haydi sil gözlerini! Mutlak yokluk yoktur! Çatma kaşlarını! Allah’ın olduğu yerde olur mu hiç? Ah batıl insan… Çabuk yok ol karşımdan!
Deniyor ki; “Mutlak adem zulmet, mümkün adem gölgedir. Mümkün adem, Hakk’ın tecelli ettiği bir aynadır. Hak yokluk aynasında zuhur eder. Varlıklar ve eşya yokluk aynasındaki yansımalardır. Madde, alem ve tüm varlıklar kendi asıllarına göre madum(yok), Hakk’a göre vardır, varlıklarını O’ndan alırlar. Bunun dışında onlara atfedilen varlık bir vehim ve hayaldir”(Tasavvuf terimleri sözlüğü - Prof. Süleyman Uludağ / Kabalcı)..
Tabi ‘bilimsel’ konuşmak da lazım bu çağda artık sözünün dikkate alınması için. Öhöm! Efendim, modern ‘kuantum teorisi’ boşluğun hiçlik olmadığını söylerken, ‘kuantum köpüğü’ kavramı ile de hiçbir şeyin olmadığı varlıktan bahsetmektedir(Wikipedia). Dahası mı; “David Bhom, quantum altı düzeydeki karşılıklı bağlantıların yapısını en iyi ve her şeyi kapsayacak biçimde açıklayarak buna “Quantum Potansiyel Alanı” adını vermiştir. Bu alanın özellikleri, sistemi alışılmışın dışında açıklayarak bizi hayret verici sonuçlara götürmektedir. Bunlar, ‘bütünsellik ve mekansızlık’ özellikleridir (Zaman, mekan ile mevcuttur, mekansızlığın bulunduğu bir yerde zaman da yoktur. Böylece bu özellikle tanımlanan şeyin yok olduğu sonucuna gidilir. Yok olan bir şeyin de bütünselliğinden bahsedilemeyeceğinden, bir şeyin aynı anda hem mekansızlık hem de bütünsellik özelliğine sahip olması anlamsızdır. Dolayısıyla bu “bir nesnenin varlığı, onun aynı zamanda yokluğudur” anlamına gelir. Yani var olan şeyin varlığı hükmi bir kabulden ibarettir. Başka bir deyişle her şey quantum potansiyelinde “yok” olarak mevcuttur).”(www.kisacanedir.net) Ne acayip!
“O’nun zatından başka her şey yok olucudur. Hüküm yalnızca O'nundur ve kesinlikle O'na döndürüleceksiniz.” (Kassas suresi 88.ayet meali)
Doğrudur, bu köşede sık sık fakiri yetiştiren ustam “Derviş Baba”ya minnetimi dile getiren satırlar paylaşırım.
Büyüklerimden ibretlik menkıbeler, güzel sözler aktarmaya çalışırım zaman zaman..
Överim onları da, ama acaba onlarla övünür gibi de miyim? Çünkü bu incelikli bir meseledir…