Musa Dede

Bir ölçme aracı olarak “enseye tokat”…

4 Haziran 2016
Sanırım aramızda öyle ya da böyle, bir şekilde feleğin sillesini yememiş kimse yoktur.

Lakin her tokat yiyen aynı şekilde tepki duymaz. Hayatın güçlükleri karşısında hepimizin duruşu farklıdır. Ola ki bu fark, manevi tekamül derecelerimizin de bir nevi burhanıdır(delilidir). Umulur ki nefs zamanla olgunlaşır.. Kemalatımızın ölçümünü yapmak kolay iş değil. Hele kendimizden kendimize tarafsız bir gözle bakmamız oldukça zor. Kendini bilmeyen, kaldı ki başkaları hakkında yüzde yüz isabetli değerlendirmelerde bulunsun. Bir ölçüt, sağlam ölçekler lazım.. Sosyal bilimleri bilimsel yapan başlıca nitelik, “ampirik”(deneye dayalı) yöntemlerle bize güvenilir ölçekler sunma iddiasıdır. Daha tüm bu yakın çağın batı kaynaklı bilimsel terim ve kuramları işleme konulmazdan evvel dahi, insanın anlaşılmasına çalışan “tasavvuf” gibi köklü ilimler kimi ampirik ölçekleri öğretilerinin açımlamalarında kullanıyorlardı…

 

Bugün hakkında birkaç menkıbe paylaşacağım, şu ana kadar bilimsel olarak adı konmamış kadim ölçme yönteminin adına “enseye tokat” yöntemi dedim. Bu konudaki menkıbelerin bolluğu, söz konusu yöntemin yaygınlığını ispatlar nitelikte.. Dervişin yahut derviş adayının kendini içinde bulduğu sınavlar çeşitlidir ve her zaman somut bir “enseye tokat” söz konusu olmasa da tercih ettiğimiz terim tüm bu sınav çeşitliliğini kapsayacak örnek bir ifade olarak seçilmiştir. Dünyevi nizam içinde hepimiz sınavlara tabiyizdir, lakin derviş adayının bu merhalelerden geçerken daha yüksek bir farkındalıkta olması umut edilir. Genelde buna yardımcı unsurlar, başta “mürşidi kamil” olmak üzere hikayelerde önemli bir rol alır ve yaşanan tecrübenin faydalı biçimde anlamlandırılmasını kolaylaştırır…

 

‘Enseye tokat’ menkıbelerinden belki de en bilineni “şeriat, tarikat, hakikat, marifet” mertebelerini anlamaya çalışan talebenin bir mürşidi kamile konuyu sormasıyla başlar. “Bunu en kısa yoldan anlayabilmen için evladım var git, şu karşı caminin avlusunda abdest alan dört kişi vardır, enselerine birer tokat at, sonra gel sana izah edeyim” der usta. Talebe söyleneni yapar, saha araştırması başlar. Tokadı yiyen deneklerin ilki arkasını döner ve aynen tokadı bizimkine iade eder. İkincisi ise arkasını döner lakin nefsine hakim olup karşılık vermez, ‘uğraşma benle, var git işine” diye bizimkini başından savar. Üçüncüsü ise tokadı yer ama karşılık vermek bir yana dönüp arkasına bile bakmaz. Tokadı yiyen dördüncü ise döner, bizim araştırmacı talebenin elini öper ve “şükür Ya Rabbi” der. Ustanın yanına dönen talebemiz bu farklı tepkilerin hikmetini sorar; “Birinci kişi şeriat mertebesinde idi, onun için sana hakkı olan kısas ile muamele etti. İkincisi tarikat kapısında idi ve nefs mücadelesini hatırlayıp, işin içine nefsi karıştığından sana karşılık vermedi. Üçüncüsü hakikat bilgisini içselleştirme yolunda, herşeyin Hakk’tan geldiği zikriyle, kendisine vuranın kim olduğunu dahi merak etmedi, tevekkül etti. Dördüncüsü marifet sahibi imiş ki herşeyin Hakk’tan geldiğini bilmekle birlikte şükrünü göstermeyi de ihmal etmedi. Zaten sende Hakk’tan gayrısı varsa, vicdanın gereği karşısında utanıp pişman gelmen kısasın en latifi olup, bu dahi irşad ediciydi. Velhasıl hepsi de senin yanlışından dönüp doğruya yönelmen için Hakk tealanın kişilerin manevi derecelerine göre, yerli yerince müsade verdiği tutum ve davranışlardır… Kişi kendini bilmek gerekir!”

 

Başka nüansları işaret eden iki kıssa ile devam edelim ölçeğimizin hikmetlerini incelemeye: Rivayet edilir ki İbrahim Edhem Hazretleri, hakikatini aramak üzere padişahlığı bırakmış ve ‘fakr’ yolunu seçerek, kendini yetiştirmek için mürşid eli tutmuş ‘Evliyaullah’ın büyüklerindendir.. Bir gün mürşidi, dervişandan birini çağırıp ona şu vazifeyi vermiş; “Var git İbrahim’in yanına ve ensesine bir tokat patlat, sonra da gel bana olanları anlat!”. Șeyhinin emri ile nehir kenarında tefekküre dalmış İbrahim’e arkasından sessizce yaklaşan kardeşi ensesine tokadı patlatmış mecburen. Hışımla arkasını dönen İbrahim kendisini tutmuş karşılık vermemek için ama şöyle demekten de kendini alamamış; “Ah, sultanlık günlerimde olaydı gösterirdim sana dünyanın kaç bucak olduğunu!” Derviş dönüp de durumu anlattıkta “İlerleme var ama eski günlerini de unutamamış hala, demek var daha” diye hafifçe sallamış kafasını Șeyh Efendi. Gel zaman git zaman günlerden bir gün yine bir dervişini çağırıp aynı işi vermiş Șeyh Efendi ve dervişi de “eyvallah” deyip yerine getirmiş o tatsız vazifeyi. Bu sefer enseye tokadı yiyen İbrahim Hazretleri tınmamış bile, belli belirsiz bir şükür duası dudaklarından ya duyulmuş ya duyulmamış. Derviş hemen koşup durumu haber ettikte, mürşidi sevinçle müjdelemiş; “Hamdolsun, İbrahim mana aleminin sultanı oldu şimdi!”… Demek ki kemalat yolunda kişi uygun davranışı sergilemeyi başarsa dahi, geçmiş anıları taşıyıp yadediyorsa hala, henüz tamam olmamıştır işi!

 

Yazının Devamını Oku

Saçının tek bir teli aşkına…

21 Mayıs 2016
Hey, gittin ama saçının bir telini bırakmışsın ardında.

O ince uzun, altın sarısı parçan çıktı bu gece karşıma kaç gün sonra ve hatırlattı güzelliğini; söyleyememiştim… Bugün yokluğunda, işte orada, vaktiyle dinlendiğin divanın üzerinde henüz parıldayan izin ve düşündüm; gözlerimin usulca okşadığı dalgalar ne kadar da sendin, ta kendin! Ancak şimdi saç telin burada, sensin ve lakin özlüyorsam hala demek sen yoksun.. Kaç tel bir araya geldiğinde sensin, buradasın diyebilirim, yoksa daha nen gerek; gözlerin, sesin, ellerin? Yok, tüm bedenin de burada olsa yetmeyecek. Sıcaklığın, canın, nefesin… Hayır, ruhun olmadan yalnızca bir gölgesin. Gölgen beni sana taşıyor, güzelliğin Hakk’a… Özlüyorum, özledikçe senle doluyorum. Ah gönlüm, buradasın!

 

Böylece anlıyorum ‘Rapunzel’ masalındaki saçın hikmetini, hani kız tutsaktır kulede ve uzundur saçları. O kadar ki kendini kurtarmaya gelen yakışıklı prense tırmanması için pencereden uzatır. Tırmanır prens, kavuşurlar. Artık aşklarının tutsağıdırlar beraber. Kötü cadı onları ayırır, prens kör olur ta ki gözleri açılana dek sevgilinin gözyaşlarıyla ve özgür olurlar sonunda, hem yine birlikte. Akıl kulesi, nefs zindanı, saçtan yolları… kontrol cadısı, hasret çölleri, acziyet gözyaşları… Acılıdır hikaye fakat mutlu son nihayetinde aşk çilesini sabırla dolduran prens ve Rapunzele.. Saçma değilmiş bak; sevgilinin bir telinden onun varlığıyla doluyorsa gönül, haydi öyleyse sen de tırmanmaya başla! Aşk kör eder önce amma, içe döner gözlerin belki böylece, yol bulur manasına… Numuneden aslına, damladan okyanusa…

 

Nereden nereye; muhabbetten Muhammed(sav) hasıl olurmuş ya, “sakal-ı şerif” geldi aklıma! Sahabe, Hazreti Peygamber’in(sav) tek bir saç telinin dahi yere düşmesine müsade etmezmiş. Rivayet edilir ki ‘Topkapı Sarayı Kutsal Emanetleri’ arasındaki ‘sakal-ı şerif’, otantisitesi en kesin, Selman-ı Farısi Hazretleri’nin(ra) Ashab-ı Kiram önünde tıraş ettiği parçasıdır ‘Nebi-i Zişan Efendimiz’in mübarek bedeninin. Bilinen pek çok ‘sakal-ı şerif’ var, kimisi sergileniyor daimi, kimisi önemli günleri ziyadesiyle bereketlendirmek üzere ortaya çıkar. Kırk kat bohça içinden, salavat-ı şerifler eşliğinde; hatırası Habibullah’ın bizleri hallendirir. Esası, O’nun manevi varlığının gönüllere tecellisini ümit ettirir. Hürmetlileri, bir tel olsun vesilelere sıkı sarılmayı düstur edinenlerdir.. Tek tel yol olur aşıkana, nur-u Muhammedi kandil olur karanlıkta yitik hazinesini arayana. İki damla gözyaşına sahralar gülistan olur…

 

Bazı meşrep Leyla’dan gider Mevlasına.. İbret alınırsa, sevginin her çeşidi irşad edici. Lakin hiyerarşiyi doğru kurmak gerek; arabanı araban gibi, eşini eşin, evladını evlat gibi, Peygamberini Peygamberin, Rabbini Rabbin gibi sevmek… Ve sevmeyi iyi bilmek gerek! Hakk yolunda bir sıkıntı gelse başıma hatırlarım; hani o kadın için vakti zamanında ne sıkıntılara katlanmıştın ya Musa, peki Rabbinin rızası uğruna bundan daha azı yaraşır mı şanına. Hani söz söyletmezdin ya hatununa, o halde Tanrına, Hakk dostlarına edilen kötü söz nasıl daha az dokunur ola onuruna.. Bir gün ibadete çekilmiştim de baktım hırpani kılığıma, ah Musa, sevgilinle buluşmaya gitseydin şimdi böyle mi çıkardın karşısına? O gün bu gündür hoş kokular sürünürüm huzurunda.. Anlıyorum neden eskiden “Allah aşkını arıyorum” diyerek dergaha gelen hevesli yeniyetmelere, “Sen önce bir insan evladını sevdin mi ki bakalım?” dendiğini. Referans noktan yoksa neyle kıyaslayacaksın, nasıl anlayacaksın? Ben böyle öğrendim en hızlı. Ya nasip! O güzellik var ya içini hoplatan, işte bir de onu yaratan var, güzelliğin menbaı olan… Aşkın da ve varolan herşeyin kaynağı, aman Allahım! Seven ve sevilen Sensin, sevgi Sende, Sen sevgidesin! Sübhanallah… Sırsın Ya Sin

 

Yazının Devamını Oku

Șah-ı Velayet’ten, hikmetlerin dahası…

14 Mayıs 2016
Haydar-ı Kerrar Hazreti Ali el Murteza Efendimiz’den(ra) paylaşmaya başladığım hikmetlere bu hafta da devam etmek istiyorum. Rivayet edilen bir öngörüsü ve bir de menkıbe cabası..:

* Ey Ademoğlu! Henüz gelmemiş bir gününün endişesini gelen gününe yükleme. Eğer o senin ömründense Allah o gün için de sana rızkını verecektir.

* Devamlı yaptığın az şey, usanılarak yaptığın çok şeyden daha makbuldur.

* Amelsiz dua eden yaysız ok atan gibidir.

* İbretler ne çok, ibret almak ne azdır.

* Hak edilenden fazla övgü yağcılıktır; hak edilen övgüyü az tutmak ise acizlik ya da hasettir.

* Günahların en kötüsü sahibinin küçümsediğidir.

* Ayıbın en büyüğü benzeri sende olan bir şeyi ayıplamandır.

* Eli genişletilen kişi, bunu mühlet verilme olarak görmese korkulandan emin olur. Eli daraltılan kişi bunu imtihan olarak görmese ümit edileni kaybeder.

Yazının Devamını Oku

Șah-ı Velayet’ten(ra) 40 hikmet…

8 Mayıs 2016
Bu hafta sizler için Hazreti Ali(ra) Efendimiz’in irşad edici hikmetlerinden bir seçki hazırlamaya çalıştım, kendisine isnad edilen “Nehcü’l Belağa” adlı eserden (hayırlı evlatlar olabilmemiz, hayırlı evlatlar yetiştirebilmemiz temmenileriyle…):

* Fitnede, binilecek sırtı ve sağılacak memesi olmayan genç deve gibi ol!

* Tamahı kendisine düstur edinen kimse, nefsine hakaret etmiştir. Kötü halini ortaya döken, zillete razı olmuştur. Nefsine dilini amir yapanın nefsi alçalır.

* Rıza ne güzel dosttur! İlim asil bir mirastır. Terbiye yeni bir elbisedir. Düşünce, saf bir aynadır.

* Düşmanına karşı üstün gelirsen, üstün gelmenin şükrü olarak onu affet!

* İnsanların en acizi, kardeşler kazanmaktan aciz olandır; ondan da acizi onlardan kazandığını kaybedendir.

* Üzgün olana yardım etmek ve kederli olanı avutmak, büyük günahların kefaretlerindendir.

* ‘Zühd’ün(dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp buyurduklarını yerine getirme) en üstünü zühdü gizlemektir.

* Ahireti hatırlayan, hesap verecek şekilde amel eden, yetecek kadarıyla yetinen ve Allah’tan razı olana ne mutlu!

Yazının Devamını Oku

Erenlerin altınları

1 Mayıs 2016
Sözün çıktığı ağız önemlidir. Her ağızdan çıkan söz aynı etkiyi yapmaz.

Bunun sebebi ‘dil’dir. Çünkü dil ‘gönül’ anlamındadır. Gönül de ruhun merkezi… Gönlü temiz olanın sözü ‘Hakk söz’, o sözün çıktığı ağız mübarek bir ağızdır. Bu gibi ağızdan çıkan söz menzil tanımaz, zaman ona galebe çalamaz, hedefine varır. Ve toprağa ekilen tohum gibidir. Tohum hayattır. Düştüğü toprak işlenirse, tohum sulanır, bakım görürse filizlenir, yaşam çiçek verir. Gönül bahçesi bayındır olur. Meyvesi hayırlı sözdür, hayırlı ameldir, cennet azığı olur, sarı altından kıymetlidir…

 

Elbet ‘Hakk söz ehli’nin nasihati büyük nimettir lakin karnı aç olanın öncelikle karnını doyurmak lazımdır.. Nitekim ‘Müminlerin Emiri Hazreti Ali’nin(ra) yoluna çıkan hiçbir muhtacı mahzun etmediği bilinirdi, elinde avucunda ne varsa verirmiş gerekirse.. Rivayet edilir ki: Bir gün evinden çıkmış mescide doğru giderken yoksulun biri önünü kesti; “Ya Ali, karnım aç, yemek yiyecek param yok, lütfen bana bir ekmek parası!” Hz.Ali’nin üzerinde verebilecek hiçbir şeyi yoktu o sırada, üzülerek durumu ifade etti ancak yoksul ısrarcı idi; “Ya Ali, sen muhtaç kimseyi eli boş döndürmezsin asla huzurundan, Allah rızası için üzme beni” “Peki” dedi müminlerin emiri, yerden bir çakıl taşı aldı eline, “Bismillah” deyip bir dua okudu ve taş altına dönüşmüştü, ihtiyaçlarını gidermesi için adama verdi.

 

Gözlerindeki hayrete tamah parıltısı karışan yoksul adam şükürle yetinmeyi bilemedi, kerametin nuru gönlüne inmemişti(gönüle inmeyen hamdır henüz ve kaybı da kolay); “Ya Ali, ne olur bana bu duayı öğret” dedi. Hz.Ali duayı tekrarlar tekrarlamaz adam hevesle koştu evine gitti, bahçesinden bir avuç dolusu taşı avuçladığı gibi öğrendiği o kısa duayı okudu ama değişen birşey yoktu. Defalarca denemenin sonunda elleri hala taşla doluydu ki adam bir terslik olduğunu düşündü, gerisin geriye döndükte Hz.Ali’yi buldu ve kusuru kendinden bilmek yerine “Ya Ali, bana öğrettiğin dua ya noksan ya da aynı değil senin okuduğunla” diye çıkıştı bir de. Gocunmadan cevapladı Müminlerin Emiri, yumuşaktı sözleri; “Dua aynı dua da, okuyan ağız aynı ağız değil ki!”…

 

Aktardığım menkıbenin doğru olup olmadığını bilemem ama gönlüm manasını tasdik ediyor. Önemli olan da bu değil mi kuzum? Aklıma Hz.Peygamber’in(sav) şu hadisi geliyor; “Ulema fetva verse de sen yine gönlüne danış”. Öte yandan gönüle değebilen sözlerin insanları değiştirdiğini gördüm. Belki de en müthiş keramet.. Sözde maksadı elementleri altına çevirmek olan ‘simya’cılığın özü de bu değil midir zaten; taşlaşmış kalpleri altına dönüştürmek. Ki altın en iyi iletkendir. Yaradan’la kayıpsız iletişmek… Haktır Evliyaullah’a keramet!

 

Yazının Devamını Oku

Ey Koca Türkmen Dervişi…

23 Nisan 2016
Kim girmek istemez ki o kutlu ilim şehrine, yaradılmışların en sevgilisi Muhammed Mustafa’nın(sav) pak gönlüne?

Ki onun kapısıdır Hz.Ali(ra) Șah-ı velayet. Hakk Teala’nın ilim şehrinin o muazzam kapısının bir de eşiği var; hani kapı eşiğine ‘derviş’ denir ya Farsça.. Üstüne basılsa da şikayet etmeden hizmet edecekmiş kapıdan girmek isteyene, derviş! “Ali’den nimet, veliden himmet, dervişten hizmet efendim, Allah, eyv’Allah”…

 

Mürşidim ‘Derviş Baba’yı tanır tanımaz manevi bir aşkla sevmiştim, itiraf edeyim herşeyden çok da bu hissi hissedebilmeyi sevmiştim. Yaşadığını hissediyor insan sevince. Allah’ın sevdiğini sevmek bizim için sevgilerin en güzeliyse meğer, anlıyordum ki öyle en güzel bir sevgiyle sevmek lazımdı ‘Habib-i Hüda’yı. Ve o sevgilinin sevdiklerini sevmekle genişleyecekti gönül; O’nu hatırlatan herşeyi, başta ’Ehli Beyt’i ve o halde olmazsa olmaz, velayet kapısının eşik bekçisi Hazreti Ali Efendimizi sevmekle.. Ne mutlu ki velilik makamından irşad yolu daima canlı. Tasavvuf yolunun erenleri, mürşid-i kamiller o velayet şahının bize erişen nimet vesileleriyse madem, tanımak icab ederdi o nimet pınarını da. Keza insan genellikle tanımadığına düşman. Halbuki dosta dost olmak ister fakir!

 

O zamanlar… Henüz pek cahilim, bilmek istedim bunca medh-ü sena edilen Hz.Ali Efendimizi. Hem çünkü hayatta tanıdığım en güzel insanın sevdiceğiydi ve çünkü adım attığım yolun varış kapısıydı; Hazreti Peygamber’e ilk biat verenlerden, o veliler velisine ilk dervişlik edenlerden, mana denizinin en derinine dalanlardan, bu yola canı başı koyanlardan, yaşamıyla örnek olanlardan, ‘Ali el Murteza’ ki Peygamber soyunun devamı da Hz.Fatımat’üz Zehra(ra) annemizle izdivacından gelir.. “Nehcü’l Belağa” adlı bir eser varmış kendisine atfedilen, Hz.Ali’nin konuşmaları, mektupları ve hikmetli sözlerinden derlenen bir kitap. Düşündüm ki okursam, onu daha iyi tanıyacağım. Vardım bir kitapçıya, sordum danışmaya. Bir yer işaret ettiler; “varsa burada vardır, bir bakınız” dediler. Arıyorum…

 

Üç rafı da didik didik ettim; yok da yok! Ama ararken Nehcü’l Belağa’yı, bir başka kitap çekti dikkatimi “Divan-ı Hikmet” adlı. Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri’nin manzumelerinin yeni bir telifi… Derviş Baba’dan işitmiştim bu meşhur Türkmen Dervişi’nin ismini. Tarihte bilinen ilk büyük Türk mutasavvıfı Pir Yesevi. 12.yy’ın başlarından günümüze değin bize etkisi o kadar fazla olmuş ki… Önce ‘Aslan Baba’ adlı menkıbevi atanın, ardından Hz.Yusuf Hemedani’nin talebesi olan Hz.Yesevi, İslam’ın Türk illerinden Balkanlara uzanan gönülleri fethinin başlıca hizmetkarlarından. Eserlerinden de anlaşıldığı gibi Tasavvufi irfan geleneğinin bu müstesna temsilcisi, ‘şeriat’ ilmine vukufiyeti yanında Hz.Peygamber’in sünnetine son derece bağlı ve ‘ehli beyt’ sevgisi en ileri derecede imiş. İslam’ın gönüllere hitab eden özünü mükemmel derecede benimsemiş bu ulu ata, Türklerin gelenek, görenek, örf ve adetleriyle İslam’ın son derece uyumlu bir şekilde yaşanabileceğini ortaya koymuş, öğretisinin etkisi Vefaiye, Haydariye, Bektaşiye tarikatları başta olmak üzere tüm Anadolu tasavvuf ekolleri üzerinde güçlü bir şekilde görülmüştür..

 

Yazının Devamını Oku

Kuyunun suyuna düşen taş…

16 Nisan 2016
Derler ki; “Bir deli bir taş atmış kuyuya, bin akıllı bir araya gelse çıkaramamış”.

Suya atılan taş alegorisi güzel de, bu deyişi alışageldiğimizden farklı tevil etmek lazım, yoksa da değiştirmeli. Șöyle ki; O deli bizim bildiğimiz “deli” değil bir kere, haşa.. Bizler kendi aklımızınkinden farklı çalışan akılları hemen “deli” diye yaftalayanlarızdır. Ve hem de biliriz ki delilikle dahilik arasındaki sınır pek muğlaktır. Anlamayız doğrusu. Keza “Bu akıl fikrile Mevla bulunmaz!”. “Veli Allah’ın delisi” olmak lazımdır..

 

Allah’ın delisi, o akıl almaz azamet ve güzelliğin müşahadesi ile O cazibe kaynağı karşısında nutku tutulmuş kişidir, cüzi aklının sınırlamasından aşkınlaşmış, aşka düşmüştür. Fakat bunun da bir makbul yolu yordamı var, ki kişi halka olan hizmetini yerine getiremez şekilde “meczub” olmaya..

 

Hakk’ın yolu yordamınca gidişe “seyr-i süluk”, yolu gidene de “salik” deniliyor tasavvuf edebiyatında. Abdülkadir es-Sufi şöyle anlatıyor “Yüz Basamak” eserinin “süluk” bahsinde; “Süluk, meczub olmaksızın cazibenin meyvelerinden faydalanmayı mümkün kılar, böylece cazibe gerçekleşebilir -zira o kaçınılmazdır- ama faydasız cazibeden kaçınılmış olur. Demek ki, insan bir makama mahkum olmadan müşahadeye ulaşabilir.. Yolumuz salik/meczub(Allah’ın delisi) olmak, yani süluk sonunda cezbeye ulaşmaktır. Dıştan(zahiren) aklıbaşında ve içten(batınen) Allah delisi, dıştan dengeli, ayık, içten sarhoş…” Cezbenin kaynağıyla karşılaşana meczup diyorlarsa tevekkeli, bir de kaynağı düşün sen! Sübhanallah!

 

Yaradılış mucizesine akıl sır erdiremiyoruz, ufacık bir parçasının az buçuk anlayışı dahi bizi hayrete düşürüyor. “…Her canlı şeyi sudan yarattık, hala inanmayacaklar mı?”(Enbiya suresi 30.ayet). Bir taş atıldığında suya, bilirsiniz hareket başlar dalga dalga. O harekete “hayat” diyemez miyiz sonuçta. Enerji açığa çıkmış, devinmekte mevcudat. ‘Kuantum’a göre hem parçacık ve hem titreşim, dalgadadır boşluğun yaradılış alanı aktörleri. Hem varlık, hem yokluktur ‘göreceli’ gerçek. Kuyunun engin ve derin suyuna atılan taş dalgalandırır akılları. O kuyu ki bana helozonu hatırlatır, yaradılışın burgusal yolculuğu aslında uzay-zamanın nokta tasarımıdır. Büklüm büklüm solucan, kara delikteki can.. Hacim sıfır, yoğunluk sonsuz… Hakk’a vasıl olanların attığı taş da işte gönülleri öyle bir kıpırdatır ki etkisi zamana ve mekana rahmet okutur. Akıllı geçinenler DNA sarmallarının kuyusunda o taşı arar durur. Kimileri de bir damlacık sularının derunundaki taşın sahibiyle meşguldur. Bilim ile ibadet bitişik… “Tanrı benim kayamdır” buyuruyor Hazreti Davud Aleyhisselam…

 

Yazının Devamını Oku

Ustamın gönlünde gittiğim Hindistan’daki “Dünya Sufi Forumu” izlenimlerim…

9 Nisan 2016
Henüz kendi başıma “tayyi mekan”(mekanı ortadan kaldırmak) yapamıyorum ancak taşıyan biri olursa iş değişiyor. Öyle olunca bir bakmışsınız buradayım gözünüzün önünde, ve hem seyyahmışımdır belki o an mürşidimin gönlünde, kim bilir daha nerede.

Ah, Allah dostu bir gönülde yer bulabilmek ne büyük lütuf; ne zaman ne de mekan sınırlayamazdır o kimseyi o halde… İşte böyle gitmişim meğer Hindistan’a, hayırlı bir ziyaret için. Yeni Delhi’de düzenlenen birinci “Dünya Sufi Forumu”na katılmış bulundum böylece ustamla birlikte. Biraz dikkatim dağınık olduğundan şu sıra, kendisi söylemese bilemeyecektim “oradaydın benle” diye, artık bildiğime göre bildireyim size de..

 

Öncelikle 17-20 Mart 2016 tarihleri arasında gerçekleşen bu ilk küresel ‘Sufi’ forumunun amacını özetleyecek olursak; gönüllerimizin susadığı “barış, hoşgörü ve koşulsuz sevgi” mesajını Dünya’da yaygınlaştırmak, etkin kılmak… Foruma Dünya’nın dört bir köşesinden konuşmacı olarak katılan tasavvuf erbabı, ‘Sufizm’e gönül veren girişimciler, İslam uleması ve akademisyenler bu mesajın içini dolduran sunumlarda bulundular dört gün boyunca. Foruma binlerce kişi katıldı izleyici olarak ve en başta Hindistan ana akım medyası olmak üzere bu toplantının yankıları iletişim ortamlarında yaygın şekilde paylaşıldı, tartışıldı. Fakirin yazım da bildiğim kadarıyla Türkiye’de konuyu ele alan ilk makale olmuş oluyor.

 

Forumun açılış konuşmasını, “Gujarat” eyaleti başbakanı(chief minister) iken Müslümanları rencide eden yönetimi ve ‘2002 Gujarat ayaklanması’ sırasındaki tutumu dolayısıyla sicili İslam alemi nezdinde pek de parlak olmayan, “Hindu ulusalcı” Hindistan başbakanı(prime minister) ‘Narendra Modi’ yaptı. Bu siciline rağmen Sayın Başbakan’ın teşrifinin çoğunluk delege tarafından ayakta alkışlanmasını Sufilerin kin tutmayan, hoşgörülü ve uzlaşmacı tutumlarına bağlamak isterim ki tam da bu bakımdan Sufilerin, öncelikle İslam alemi içindeki karşıtlıkları yumuşatıcı, barıştırıcı ve -tarihte pek çok defa kanıtlanmış- insanlığın birliğine hizmet edici rol modeli olabilme kapasiteleri hatırlanmış olsun. Narendra Modi’nin -belli ki bunu önemseyen danışmanlarınca hazırlanmış- konuşması, forumda kendisine gösterilen misafirperverliğin karşılığını verir nitelikteydi.

 

İslam’ın barış dini olduğunu vurgulayarak, İslam idealinin terör ve aşırılığı dışlayıcı olduğunu belirtmesi, Allah’ın 99 isminin hiçbirinin şiddetle zulümü olumlayıcı olmadığını, O’nun Rahman ve Rahim olduğunu söylemesi incelikliydi. Sn.Modi şiddetin gölgesinin koyulaştığı bu günlerde Sufilerin umut veren “nur” pareleri olduğunu, genç kahkahaların silahlarla susturulmaya çalışılması karşısında Sufilerin şifa veren sesleri temsil ettiğini hatırlatarak Dünya’nın bu seslere daha aktif karşılık vermesi çağrısında bulundu.

 

Yazının Devamını Oku