Paylaş
Mealen aktarayım kısaca, bakalım hak verecek misiniz; işte “Bağcının sufi, alevi ve fakihi hileyle birbirinden ayırması” meseli:
“Bağcı bahçesine üç kişinin girmiş olduğunu gördü. Bunlardan biri fakih(İslam hukuku bilgini), biri şerif(Hz.Muhammed’in Hz.Hasan’dan gelen soyu), diğeri de bir sufi idi. Bağcı ‘Șimdi benim bunlara hadlerini bildirmek üzere hayli sebebim var ama cemaat halindeler, cemaat de rahmete vesiledir. Yalnız başıma üçünün hakkından gelemem, o halde önce şunları birbirinden ayırmalı. Ki dostlar birbirinden ayrı kalınca onlara gününü göstermek mümkün ola’ diye düşündü.
Yanlarına varınca önce sufiyi kestirdi gözüne ‘Ey halim kişi, lütfen az ilerideki evimden bir kilim getiriniz yoldaşlarınız için de üzerinde rahatça oturabilelim birlikte’ dedi. Sufi uzaklaşınca, bağcı diğer ikisine yöneldi ve ‘Biriniz kıymetli bir fakih, siz fetva vermezseniz ekmek dahi yiyemeyiz biz, dinimizi ayakta tutan sizin ilminiz, ötekiniz sevgili Peygamberimiz’in(sav) yadigarı, sayenizde cemali görür gibiyiz, hem bize emanetsiniz; lakin yanınızdaki bu fakir, bu basit kimse, bu cahil sufi kim oluyor da sizin gibi yüksek kimselerle bir arada bulunuyor. Onu gönderin yanınızdan ki, misafirim olursunuz bir süre, bağım size feda, ne bağı, canım size feda efendiler…’ yollu vesvese verdi. Nitekim sufinin ‘değersiz’ dostluğundan kolayca vazgeçip, gönderdiler onu fakih ile şerif. Ve bağcı da bir punduna getirip seğirtiverdi ardından sufinin, elinde sopası ile. Bir güzel benzetirken sufiyi ‘destursuz bağa girmek ha, hangi Pir’den öğrendin sen bu edebi, Cüneyd’den(Bağdadi) mi yoksa Beyazid’den(Bistami) mi, oku bakalım sopamın risalesini’ diyordu. Sufi yerde yarı ölü vaziyette, ‘fakir dersimi aldım amma korkarım arkadaşların fenadır çekeceği’ diye mırıldandı.
Fakih ile Ali(ra) evladı şerifin yanına dönen bağcı bu sefer şeriften ricacı oldu; ‘Acıkmışsınızdır, kuşluk vakti için evde yufka ekmeği ile kaz eti hazırlamıştım, şerifim varsın da hizmetlime söylesin, lokmayı hep beraber yiyelim’ Șerif olan, bağcının evine gitmek üzere yanlarından ayrılınca bizimki şöyle söyledi fakihe; ‘Fakih efendi, sen Kuran’ın temsilcisi, zamanın alimisin ona bir sözüm yok, ancak laf aramızda şu şerifin hali, hareketleri pek bir tutarsız göründü gözüme. Kim bilir gerçekte ne olduğunu, annesinin ne ettiğini, kadın işine güvenilmez, aklı noksandır malumunuz, sözüne itimad edilmez. Bilirsiniz, günümüzde pek çokları ‘ben seyyidim, şerifim’ diye halkı keklemekte. Belli ki bu ne idüğü belirsiz kimse sizi çıkarına alet etmede. Kuzum kurtulun bundan da istediğiniz kadar kalın bahçemde, hoşça kelam edelim biz bize’ (Hz.Mevlana gibi biz de not düşelim ki hikayedeki bağcı herkesi kendi gibi görmekte, velhasıl evlad-ı Resul tüm bu ithamlardan beridir).
Gazı alan uçarı fakih hemen şerifin arkasından gitti ve şu sözlerle onun kalbini incitti ‘Ey eşek, seni bu bahçeye kim davet etti? Haşa hırsızlık sana peygamber mirası mı? Neren benziyor Hz.Peygamber’e, söyle!’ Bu da yetmezmiş gibi hain fakih şerife neredeyse haricinin ehl-i beyt’e ettiğini etti, yezidin Hz.Hüseyin’e(ra) kinlendiği gibi kinlenmişti. Perişan olan şerif ‘benim sıram geçti’ deyip ayrılınca oradan, artık yalnız kalan fakihin dayak vakti gelmişti.
Bağcı elinde sopasıyla fakihin başında bitiverdi; ‘Ey fakih! Böyle fakihlikten sefih bile utanır. Elinde fetvan mı var da girersin elalemin bahçesine, hangi fıkıh kitabından aldın izni söyle’ dedikte fakihin ‘Hakkındır, durma cezalandır, dostlarından ayrılana bu layıktır’ sözlerinden başka diyebileceği kalmamıştı”…
Meşhur hikayenin hikmetleri çok. Hatırlanmalı ki Hz.Mevlana döneminde bu vatan, bu ümmet, bu coğrafya Moğol istilasıyla karşı karşıyaydı. İnanıyorum ki Hz.Mevlana ömrübillah hikmetleriyle zalimin zulmu karşısında birliğimizi korumaya gayret etti. Mesnevinin bu hikayesi de bizlere ibret olacak hikayelerdendir ve bölünmemizin bizi nasıl zayıf düşürüp, kötü emelleri olanlara kolay lokma yapacağına işaret eder. İlk önce sufide temsil bulan, mevzubahis üçlünün kalbi, birlikteliğin ruhu hedef alınmış kanımca, muhabbet; sonra şerif ile temsil bulan güzel ahlak, sünnet, ecdada hürmet, vefa ve en sonunda da kuru kuruya kalan yasalar, ilim hedef fakihte bedenlenen. Bu kişileri toplumumuzu oluşturan zümreler olarak ele almaktan ziyade temsil ettikleri sembolik değerleri göz önüne almak gerektir diye düşündüm fakir. Nitekim o devir etnik aidiyetlerin bugünkü gibi önde olmadığı bir devir. Kuşkusuz etnik ayrımcılık vücudumuza saplanan ayrı bir hançerdir. Didişmeyi bırakmalı! Birliğimizi, ahengimizi bozan her unsur aleyhimizedir. Cehalet ise en önde gelir…
Hikayenin bir başka boyutu da var ki, aslında sorunlar o noktadan baş veriyor. Sufi, şerif ve fakih öncesinde birliktedirler fakat birliktelikleri bahçeye destursuz girmek, hırsızlık etmek üzeredir. Hafifmeşreplikte birleşmişlerdir. Bu ne çürük bir zemindir. Bağban da bu zaaflarından istifade onları kolayca nifak tuzağına düşürür. Sözüm meclisten dışarı, argo deyimle “dinsizin hakkından, imansız gelir”. Ne zaman ki bir toplumda maneviyatı, güzel ahlakı, bilgeliği, adaleti temsil edenler çürümeye yüz bulmuştur, toplum cehalete karşı savunmasız kalır. Cehalet dediğimiz kuru kuruya kitabi ilim biriktirmek yahut teknolojiyi kullanabilirlikle geçer değil ki. Edepsiz kimse cahildir, sevgisiz, menfaatçi kimse cahildir. Kültüründen kopuk bir millet cehalet içindedir. Çünkü yüksek anlamda kültür yüz, binyılların süzgecinden geçip rafineleşmiş bir değerdir. Öyle olması gerekir. Kültürel emperyalizm ilkin böyle boş bulduğu ortamları istilaya yeltenir. Hoş, maddiyatçı tüketicilik putuna bencilce tapınma dayatmasının neresi kültür? Doğrusu firavuni sömürgecilik.. Direnene, gücü yeterse kaba kuvvet, hele arkan boşsa felaket…
Bahçe dünya bahçesi, bu bahçeden meyve yemenin edebi belli. Helalinden olacak. Hele ki maneviyatı temsil edenler tamah ettiğinde harama, arsızlığa, hırsızlığa, düşkünlüğe, illa ki zorba bahçıvanın eline düşülecek. Bir defa duvarda gedik açılmış ve bu hoş görülüyorsa umarsızlıkla, sonrasında artık işten bile değildir tamahkarlar topluluğunu bölmek, bölüp de zulmetmek. Nefsin işleri böyle..
Ancak dayak yiyip ders almak da marifet! Bir an evvel kültürümüzün mihenk taşı olan, edep ile bir arada yaşamayı, hoşgörü ve muhabbeti, yüksek ahlaki değerlerimizi yüceltmeliyiz yeniden. Dünyanın gelip geçiciliğine tutsak olmama dirayetini gösterebilmeli, sakınmalıyız cehaletten. Genlerimizdeki mertlikle birleştiğinde bilgeliğimiz, sevecenliğimiz, bereketli üretkenliğimiz, zalimin bahçesiyle kalmaz işimiz. O vakit kendi bahçemizde barış içindeyiz. Biz zaten mahsulumuzu hakça pay ederiz. Yine de gözünü hırs bürümüşlerden, fazlası için dadanan olursa bağ bahçemize, birlikte güçlüyüzdür, dahası, korkmayız çün Allah bizimledir. Ve en güzel bahçe O’nun yanında, biliriz..
Ey güzel memleketim, her zor zamanda çıkarmışsındır sufinin de, alevinin de, fakihin de hakçasını, güzelini sinenden. Biz insan severiz, güzel insan severiz; güzeli severiz. Değil mi ki “Allah güzeldir, güzeli sever” Böylece hem sever hem seviliriz, gam yemeyiz. Son kale de olsak, haklı kaldıkça, Hakk’la oldukça kıyamete dek direneceğiz.. Șeytan ve vahyettikleri, işte bundan korkarlar. Bilirler ki hakikaten seven bir gönülcük dahi varsa hala, yeter zulmet karanlığını nurla yırtmaya… Hu
Kayıplarımızın ruhuna rahmet, sevenlerine metanet, tüm insanlığa selamet diliyoruz!
* Faydalanılan kaynaklar; Mesnevi’nin özü - M.Muhlis Koner (sevgili torunu Figen Hanım’a teşekkürler) / Mesnevi-i Șerif - Timaş / ayrıca M.Çelebi ve Kemal’e de teşekkürlerimle…
* Geçen hafta yayınlanan “Hiç” adlı makalemin başındaki alıntı ‘Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’ne değil, sözkonusu satırları ona yazan ‘Sultan I.Ahmed Han’a aitmiş, nezaketinden dolayı sayın okurum Hüseyin Șenel’e teşekkür eder, düzeltirim.
Paylaş