Paylaş
Düşünceyle başlayan böylesi bir zincirleme reaksiyonun varlığı sosyal bilimlerin de başlıca ilgi alanı. Tabi bir de isterseniz felsefenin, isterseniz teolojinin, isterseniz de diğer bilimlerin ışığı altında inceleyebileceğiniz, düşüncelerin nereden kaynaklandığı, nasıl oluştuğu sorusu var…
Bu derin mevzuyu bir köşe yazısı sınırları içinde etraflıca irdelemek olası değil. Bugün daha ziyade “sosyal psikoloji” perspektifinden, yaşayışımızı belirleyen bazı öğeleri ele almayı, mümkünse söz konusu zincire tesir eden toplumsal faktörlere dair ufak da olsa bir farkındalık uyandırmayı arzuladım. “Sosyal psikoloji” yeni sayılabilecek bir bilim dalı; insanı merkeze alır ve fakat insanı içinde yaşadığı toplumla etkileşimi bağlamında onunla birlikte değerlendirir.
Değerlendirmelerinin deneysel boyutu, insan-toplum ilişkisine ölçülebilirlik getirmesiyle sosyal psikolojiyi bilimsel kılan başat unsurdur. Bu bilim dalı, doğal olarak toplumsal yönü de olan “insan”da “uyum” davranışının nasıl oluştuğu ve bunun etmenleri üzerine ciddi çalışmalar ortaya koymuş, meseleyi bizler için daha anlaşılır kılmaya çalışmıştır.
Toplumla ilişkimiz ne derece özgündür? Duygu, düşünce, tutum ve davranışlarımız ne derece etki altında oluşmaktadır? Öğrenme, güdülenme, toplumsal baskı, otorite, statü ve roller, önyargılar, şartlanmalar, kişilik oluşumunu belirleyen tüm etkenler… sosyal psikologların üzerine çalıştığı ilgi alanlarıdır. Bu konudaki en öncül deneylerden birini gerçekleştiren kişi Türk asıllı “Muzaffer Șerif”tir(1906-1988).
Grup normlarının oluşumunu açıklayan “otokinetik etki deneyi” meşhurdur(deney gruplarının mutabakatla oluşturduğu normlar yanılsamaya dayanmaktaydı). Toplumun uyumlu bir parçası olmak için kendimizi -çoğu zaman sorgulamadan- uymak zorunda hissettiğimiz “sosyal normlar”ın (mesela değerler, standartlar, gelenekler, adetler, töreler, folklor, yasalar, moda vs) oluşum dinamiklerini incelemiştir. Ayrıca, birbirine karşı düşmanca tutumlar geliştirmiş toplulukların dahi ortak bir amaç üzere birlikte çalışabilecekleri ve bunun da karşılıklı önyargıları yıkabileceğini ortaya koyan “hırsızlar mağarası deneyi” literatürde önemlidir.
Bir başka önemli isim “Solomon Asch” meşhur “çizgi deneyi” ile grup içinde bireylerin ekserisinin -bariz yanlış da olsa- karar aşamalarında çoğunluğa yahut baskın oluşuma uyum davranışı gösterdiğini kanıtlamış(deneylerde her koşulda özgün kalabilen, türlü kesimlerden seçilen deneklerin ancak %15’i olmuştur), bu olguyu kapsamlı bir şekilde incelemiştir. Bir dönem Asch’ın asistanlığını da yapmış olan Stanley Milgram ise bilim çevrelerinde epey tartışmalara sebep olan şaşırtıcı “elektroşok deneyi” ile insanların çoğunun otoriteye itaat etmeye meyilli(2010’da tekrarlanan deneylere göre %80 civarında) ve hatta mesuliyeti üstüne alan olduğunda o kimsenin emir komutası altında, mecbur olmasa da zulüme varan davranış gösterebileceğini ortaya koymuştur(bkz.otoriteryen kişilik bozukluğu)…
Anlayacağınız “beşer şaşar!” İşte tam da bu yüzden insanın layık olduğu “yüksek ahlak” ve “varoluş” normlarının oluşturulmasında Yaradan bizi rehbersiz, başıboş bırakmamıştır. Dinin letafeti (inancıma göre) önerdiği normların Hakk’a dayalı olmasıdır ve O’nun halifesi olmaklığımız bakımından da içimizdeki müspet vicdani karşılığı ile en insan dostu sistemdir.
Din kisvesi altında, dindar görünen herkesin bu ideali yansıttığını söyleyemeyiz, ne de her yaygın görüşün dinin temel ilkelerine uyumlu olduğunu, ancak yanlış örnek örnek olarak kabul edilemez ve bu gibi örnekler dine mal edilemez. Hakk’ın doğrusunun otantisitesi bizzat kendisi tarafından muhafaza altındadır ve kıyamete değin, samimiyetle arayanın ulaşabileceği konumdadır.
Bizlerin yükümlülüğü (sizi tenzih ederim) cehaletten kurtulma ve buna koşut doğru olanı varoluşumuzla ortaya koyma gayretidir, Hakk’a uyumlanarak özgürleşmedir. Kendisi yola uyacağına yolu kendisine uydurma peşinde olanlar ise hep olacaktır…
***
Sosyal psikolojinin ortaya koyduğu “uyum davranışı modelleri”, toplumsal yaşantımızın parçası olan türlü sosyal gruplara, oluşumlara aidiyet kesbedenlerin hangi iç ve dış dinamiklerle hareket ettiklerini, toplumsal normların meydana gelme, kabullenilme sebep ve sonuçlarıyla birlikte açıklayabilmeye çalışır. Bu temel modellerden kısaca bahsedelim…
* İtaat: Grup içinde itaat edilenin normları kabul edilir, buna uygun davranılır. İtaat sonucu uyma davranışının temelinde, uyulanın uyanın üstündeki gücü ya da kontrolü vardır. Bu güç veya kontrol zayıfladığında, o etki altında olunmadığı yer ve zamanda kişi artık uyma davranışı göstermez. Bu durumda benimsenmiş, içselleşmiş kalıcı bir uyum beklenemez. Çünkü gerekli değerlendirme yapılmadan, baskı sonucu uyma söz konusudur. Bu baskı, toplum ve/veya bazı kimseler tarafından kabul görmek istemek/görmemekten korkmak şeklinde olabilir. Ödüllendirilmek istemek, menfaat sağlamak, cezalandırılmaktan korkmak itaatle uyumda etkendir. Başka bir gücün etkisi altına girildiğinde kişi evvelki tutumunu değiştirebilecektir. Ancak kişilerin ‘şartlanma’ durumlarında, itaatle birlikte kazanılan davranış zor da olsa sürdürülebilir. İtaatin altında korku duygusu yatar ve bu duyguyla öğrenilenlerin geliştirilmesi ve yaratıcı düşüncede yararlanılması mümkün değildir. İtaat özdeşleşmeye evrilebilirdir.
* Özdeşleşme: Beğenilen kişi ya da grubun özelliklerini benimsemedir. Özenme, imrenme vardır. Birey, bir kişi ya da grubun fikrine, normlarına onlara benzeyebilmek için uyar. Kişi ya da grubun çekiciliği ile özdeşleşme arasında doğru bir orantı vardır. Sevgi, hayranlık, bir rol modeli üzerinden kendini gerçekleştirebilme arzusu etkendir ve birey özdeşleşmeyle birlikte, değer verdiği kimseye(lere) benzeme, onun(onlar) gibi olduğunu düşünme tatmini sağlar. Taklit söz konusudur, idrak noksandır. Bazı tutumların sevilenin hatırı için olması durumu geçerlidir. Ancak çekicilik düşerse ya da başka çekici grup/kişi bulunursa özdeşleşme yön değiştirebilir, tutum ve davranışlar değişebilir. Dolayısıyla bu durumda tam bir ikna oluş ve anlayıştan söz edilemez. Keza özdeşleşme, kendine mal etmenin, benimsemenin zemini de olabilmektedir.
* Benimseme: Bu tür uyma davranışında birey bir görüşe, norm ya da kurala onun gerçekten doğru olduğuna inandığı için uyar, bilgiyi kendine mal eder ve içselleştirir. Kişi sosyal öğrenme yoluyla öğrendiklerini sorguladıktan sonra, aklına uyduğu için uygular ve bunu farklı yer ve zamanlarda tutarlılıkla sürdürür, hal edinir. Bunun kişiye sağladığı temel fayda, onun doğruyu anlama ve uygulama gereksinimini tatmin etmesidir. Bilişsel denge söz konusudur. Böylece uymanın en birinci görevi olan “gerçeği tanımlama” gerçekleşmiş, taklitten tahkike geçilmiştir. Doğruyu anlayarak inanma, onunla özdeşleşerek benimseme, özümseme, özümsediğine uygun tutum, davranış bütünlüğü ve yaşam sergileme, bireyin ideal düzlemde kendini gerçekleştirmesi olarak algılanır. Böyle kimseler sahiplendikleri görüşlerin yaygın olarak benimsetilmesine öncülük etmeye de en uygun vasıftadırlar. Benimsenmiş tutumların değiştirilmesi zor olmaktadır.
Yukarıdaki sınıflandırmanın ışığı altında toplumumuzun güncel bir değerlendirmesini yapmayı size bırakıyorum. Sosyal psikoloji alanında yapılan deneylerin sonuçlarının, pek az insanın anlayarak, bilerek, gönülden inanıp özümseyerek “doğru” tabir edilen normlara sadık yaşadığı şeklinde yorumlanabileceğini söylemeliyim. Kaldı ki “doğru” kavramı üzerinde uzlaşmaya varmak da ciddi bir meselemizdir. Her halükarda bir arada varolmayı becerebilmemiz adına toplum, kendi içinden çıkan temsilciler eliyle asgari müştereklerde uyumlanmamızı sağlama çabasındadır. Bu, global ölçekte demokrasi kavramıyla idealize edilmiş olsa da, uygulamadaki sorunlar, adaletsizlikler malumunuzdur. İnsanın bencilce nefsine tabiyetinin sonuçları ortadadır..
Özlemini duyduğumuz doğrultuda “Hakk”ça yaşayabilmek için “aydınlanmış rol modelleri”ne şiddetle ihtiyaç duyuyoruz günümüzde. Ki onların çevresinde oluşan habitat bize hakikatimizi hatırlatır, umut olur, yayılır. Toplumumuzun her bireyinin bu uğurda gayretini artırmasını, katkı sunmasını diliyorum. Doğruluğu benimsemiş bilinçli bir toplum cehaletin baskısına boyun eğmez, hem başkalarına da ibret olur. Elbet önce kendimiz bilinçlenmeli, kendimizi sevmeliyiz. Bunun yolu da inanıyorum ki en başta da belirttiğim gibi düşüncelerimizle başlayan zincirleme reaksiyonun sağlıklı işleyişi olacaktır. O halde tüm kötücül şartlama bombardımanına inat, düşünce sistemimizi öncelikle “hüsnü zan” üzere, iyilik, güzellik, “hayırhahlık” normları üzere akortlamaya çalışalım ki, olumlu düşüncelerimiz huzurlu bir duygu alemine, oradan hayırlı tutum ve amellere, en nihayet “hakikat”i içselleştirmiş nurlu bir “halet-i ruhiye”ye dönüşsün ve bir mum da biz yakmış olalım karanlığa Hakk yolunda.. Aşk olsun!
Doç.Dr. psikolog Yıldız Dilek Ertürk’ün “sosyal psikoloji - kalabalık içinde ben olmak” notlarından ve Prof.Dr. Veysel Batmaz’ın derlediği “otoriteryen kişilik” kitabından faydalanılmıştır.
Paylaş