Musa Dede

Bendeki Sen…

30 Ocak 2016
Yine bir yazı arifesinde bilgisayarın başına oturmazdan önce, karnımın gurultusu muhtaç bedenimin ihtiyaçlarını hatırlattı fakire.

Evde pek bir şey yok, vakit dar hem de geç; çareyi mahalledeki bir dostumun yerine gitmekte buldum aceleyle. Neyse yemek vardı ve orada daha önce de karşılaşmış olup hoşbeş ettiğim bir genç kız, o da bir şeyler yemek üzere.. “Buyrun beraber oturalım” dedim, “yalnız yemektense…”

 

Oturduk karşılıklı, yemek sohbetle lezzetlendi. Kafası karışıkmış, dertleşmek istedi bir mevzuda. Dışarıdaki masaya geçtik yemekten sonra. Konu açıldı, konuşuyoruz. Fakir kendi benzer tecrübemden misaller veriyorum, anlatıyorum insanı, doğasını, dilim döndüğünce.. Derken arka masadan bir başka delikanlı lafa girdi özür dileyerek, nazikçe. Kulak misafiri olmuş, ilgisini çekmiş konu. Sual etti; “psikolog musunuz?”, “hayır” dedim, “lakin insan işte, eşekten düşeniz belki de”. Müsade istedi, katıldı konuşmaya o da. Bizim kız biraz rahatsız olmuştu sanki sohbetimiz bölündü diye.. Ne yapacaksın, zuhurat böyle!

 

Delikanlı hiç bozmadı kibarlığını ama soruları, sorgulamaları keskince, dili de öyle, zorlayıcı. Ancak bükemediği eli öper ya bazısı, vardır elbet bunun da bir mantığı.. Fakirin zaten öptürülecek elim yok, derdim benlikten sıyrılma, Hakk’ı bulma çabası, madem ki bu yolda iddiacılık ancak nefsin hevası! Hiç üzerime alınmadım meydan okumayı.. Saygı ile dinle, öğrenmeye açık, dikkatlice, ve fayda gelecekse, doğru bildiğini korkmadan, güzellikle söyle.. Agah olabilirsem bu gibi zamanlarda, ustam canlanır gönlümde, zihnimde. Nasıl da incelikle muhatap olur her meşrepten insanla; nefsinden değil, daha derinlerden bir yerlerden konuşur gibidir adeta. İnsanların içindeki iyiye konuşur o, güzeli çıkarır ortaya mümkünse, sevgiyle, muhabbetle. Öyle görüyor ki, ondan.. Her ne kadar dürtüklese de nefsimi, sevmiştim delikanlıyı; benden bir şeyler vardı onda, belki içindeki kavga, isyanla karışık arayışı, belki samimiyet, belki de yalnızca ustam ‘Derviş Baba’yı getirmesi yüzündendi aklıma… 

 

Sonra biri daha katıldı masaya, söyleyecek söz boldu onda da, çeşit arttı. Laf lafı açtı, zaman aktı. Mantık, hayaller, kırık bir gönül, ibretlik hikayeler, hepsi aynı sofrada; nefis bir demet! Kah gergin, tartışmalı, kah edebi, hoş bir sohbet… Nihayet tatlıya bağlandı, umarım birkaç hikmetli söz akılda kalacak ya kalmayacaktı. Delikanlı ayrılmak üzere ayağa kalktı, hürmeten fakir de. Vedalaştık, bir daha görüşmek üzere, memnuniyetle. Hemen ardından öteki de gidince, masada kalan yine baştaki gibi; genç kız ve fakir.. Kız biraz sinir olmuştu, farkındayım. Ancak saat geç, evde yazı bekler. Sohbetin devamını gerekirse bir başka sefere yapmak üzere, gideceğim.. Ama son bir şeyler söylemekten de alamadım kendimi işte, ne haddimeyse; “bir sohbetten azami fayda sağlamak istiyorsan, kendini o sohbetteki herkesin yerine koymak iyidir, o kişilerin hepsi sanki içinde, senden bir şubedir, denkleştir!” deyivermişim nasihatvari…

Yazının Devamını Oku

La Tahzen!

23 Ocak 2016
Hüzün…

Bu, insana ait öyle bir duygu ki ne onunla oluyor, ne onsuz. Öyle bir hal ki, acı ve haz bir arada. Öyle bir kavram ki, olumlayanı da var olumsuzlayanı da.. Hüzün müziğin ruhunda, bazen kokusunu duyarız havada, hiç umulmadık manzarada çıkıverir karşımıza; sanki yaradılışın mayasında. Belki de oralarda değil de gönül aynasındaki izdüşümlerdedir sadece. Değil mi ki gönül hali niceyse, etrafımız da öyle görünür bize! Makam makam ve her makamın karar sesi de başka başka… Kendimde, çevremde, mahallenin delisinde, Allah’ın velisinde, hatta peygamberler zümresinde, tekamül içerisinde… Öyle bir konu ki bu, saplanmış bir oktur adeta edebiyatın da tam kalbine aşk ile birlikte. Oradan sızan, kalbin gözyaşları; varoluşunu ispat eder kendi kendine. Oku çıkarsan bir türlü, çıkarmasan bir türlü…

 

 

Blues, gam, keder, melankoli… İnsanlar arasında yüzleşmekten ödü kopanları da ve hatta müptelaları dahi var hüznün. Bir sözlükte diyor ki “insanın maddi veya manevi kayıp ve eksikliklerinden duyduğu üzüntü, keder”dir hüzün. E kim bundan utanası? Kastedilene göre değişir! Aciz olduğumuz bir gerçektir. Öyleyse?… İki ekol var tasavvufi düşünce çerçevesinde. Birine göre fazilet, diğerine göre ise musibettir hüzün. İkisini de doğrulayan örneklerle karşılaştım ve gördüm ki yelpazesi genişmiş hüznün..

 

 

“Hüzün sahibinin bir ayda katettiği yolu, hüzün çekmeyen bir yılda kateder” (Hasan Șerkavi)

Bir gün usul usul ağlıyordu arkadaşım, “Hayırdır?” diye sual ettim. Bizlerin arasında, bir süredir sohbetlerimize katılıyor, aşktan bahsetmelerimize, aşıkların halleriyle hallenmelerimize imreniyor, üzülüyormuş meğerse. “Musa Dede, o okuduğum, duyduğum aşk hallerinden eser yok bende, yanmıyor ateşim, anlaşılan taş gibi kalbim, ne olacak böyle halim?” diye açıldıkça fakire, şiddetlendi hıçkırıkları ve artık konuşamayacak hale gelince ağlamaktan, “Ah be kızım, düpedüz aşka düşmüşsün besbelli, böyle oluyor işte aşıkların ilk halleri. Aşkın hüznü, ateşi önce aşık olamamanın yangısıyla başlıyor, sonra bir bakmışsın ateş bacayı nasıl da sarıyor. Șu halini bana verirsen sana tüm bir senemin sevaplarını vereyim, öyle bir güzelliktesin; ‘La tahzen’, hüzünlenme artık a güzelim!” diyebildim güç bela fakir de ağlamaklı..

Yazının Devamını Oku

İletişim ve gürültü…

16 Ocak 2016
Bomba patladı, kulakları sağır edici bir gürültüyle.

Gürültü sadece ses değildi.. Sesi kulaklara erişti. Yaptığı tahribatın görüntüsü gözlere gürültü, verdiği zararın barut ve dumanı burnumuza gürültü oldu. Etkisi, dokundu gönlümüze gürültüyle. Akıllar bulandı belki. Rahatsız olduk. Canların yitmesiyle duyulan isyan, hüzün, huzurumuzun bozulmasının sıkıntısı, içimizde uyanan öfke, nefret; hepsi gürültü.. Zaten içselleştirmekte zorlandığımız ahenk duygumuz, yine saldırıya uğradı. Tam da harmoni düşmanı gürültücülerin istediği gibi. Șeytan ve tebasının amacı gürültünün hakimiyeti… Bizim algımız da problemliyse üstüne, işi iyice kolaylaşıyor lanetlinin.


İletişimci diliyle konuşacağım şimdi, maneviyatla ilişkilendirmeye çalışacağım iletişim kavramlarını, güncelle de bağ kurarak:
İki temel iletişim türü var bir teoriye göre. Birisi dolaylı iletişim, ötekisi dolaysız. Dolaylı iletişimde, iletişenler aracıya muhtaç. Sözlü olduğunda iletişim, dile, söze, söylenenleri dile döken ses tellerine, duymak için kulağa, ağız ile kulak arasında hava boşluğuna, ya da çağımızda telefona, uydu hatlarına vs ihtiyaç duyarız. Yazılı iletişimde malumunuz, yazılı mecra ve araçları söz konusu… Bir de iletişenlerin kılık, kıyafet, görüntü, kullandığı lisan, mecra, ses tonu, hal, jest, mimik, duruş, hatta koku gibi unsurları da var iletişimi etkileyen. Bir araştırmaya göre kelimeler, cümleler yani söz, iletişimde olsa olsa % 10 kadar etkiliymiş. Gerisi durum ve hal ile aktarılanlar, aktarılanlardan algılananlar, anlaşılanlar…


Kabul gören en temel iletişim kuramına göre iletişimi başlatana ‘kaynak’ denir. Kaynak, mesajı hedefe aktarmak için harekete geçer. Mesajın aktarıldığı mecraya ‘kanal’ adı verilir. Kanal birebir iletişimde sesin iletildiği hava da olabilirken, kitlesel iletişimde mesela radyo, televizyon kanalı vb olabiliyor. Biraz daha detaylandırıp şematize edeyim; Kaynak—Verici(kodlama)—Kanal—Alıcı(kodaçım)—Hedef… Mesaj(ileti) bu şekilde yol alıyor. Tek yönlü lineer iletişim böyle, çok yönlü ise bir de geribildirim devreye giriyor ve aynı süreç tekrarlanıyor. İletişim bir başladı mı, tek yönlü, karşılıklı hatta yön değiştirerek, çatallanarak ucu bucağı artık bilinmeyecek şekilde gayba kadar devam edebiliyor. Bu arada mesaj da dönüşebiliyor tabi(kulaktan kulağa oynamış mıydınız çocukken?). İdeal iletişim teknik olarak, iletinin kaynaktan hedefe istenilen şekilde kayıpsız olarak ulaşması, amaç bakımından ise arzu edilen bir tutum değişikliği oluşturmasıdır.


Yazının Devamını Oku

Hep bu havalar…

9 Ocak 2016
Kar yağıyordu. Öyle güzeldi ki.

Melekler iniyordu semadan. Ve hiçbiri birbirine benzemez kar tanelerinin. Yaradan’ın bir mucizesi kucağında kristallerle yağan melekler; nur taneleri… Bir de böyle bakın Dünya’ya, kusurları örtercesine, kar taneleri gibi. Beyaz, bembeyaz…

Bir ekmek parası istedi kapıma gelen, ekmek fırında vardı askıda, muhtaçlar için bedava. Bir palto verdim. Sevinemedi şaşkınlıktan. Hayret sevinçten üstün müydü acep? Bilemedim..

Bir başkası, bir başka ülkede rüyasında görüyordu bizleri tanımadan, karanlık bir odada oturmuş bekliyormuş, “Gel” demişim “Gel benimle” karanlıktan aydınlığa.. Adımı söylemiş. Unutamamış sonra da, buldu nitekim fakiri bizi birbirimize bağlayan sanal dünyada. Bu daha gerçekti ona göre, varlığıma şaşırdı, kendi varlığına şaşırmıyor da… Hayret sevince galebe çaldı bir kez daha!

 

Yazımı bu sefer bütün bir haftaya yaydım, satır satır, parça parça. Bugün yağmur yağıyor mesela, değişti manzara. Yağmur taneleri öbek öbek buluşuyor yerde, sahrada. Nereye gidiyor bunlar kuzum? Hepsi de nasıl yolunu buluyor sonunda! Kimi toprakta emilip besin oluyor, kimi yeraltı sularına karışıyor, ve dere olup akanlar ırmaklara katılıyor, nehirlerde buluşuyor, göllere, denizlere, okyanusa koşuyor. Biz de koşalım, damla okyanusla kavuşmadan yolculuğu tamamlanmıyor..

Bir kedi görüyorum su birikintisinden içen, bir serçe, bir köpek aynı rahmetten sebeplenen. Rahman herşeyi kuşatıyor…

Rüyayı gören ağlıyor. Bu bir cezbe halidir! Ne zaman gönülde ateş harlansa, dayanamaz gözler, su getirir.. Medet Allah’tan; şikayetler doğru adrese yönlendirilmelidir. “Kendine bak!” diyor damla, “okyanusu göreceksin”…

 

Yazının Devamını Oku

Yeniyıl…

2 Ocak 2016
Yeni yılın gelişini niye kutladığımızı düşündüm.

Umudu buldum! İnsanoğlu doğası gereği kendinin hep yeni ve daha iyi bir versiyonunu arıyor ya.. Bu yolda bazı doğal eşikler de sunuyor hayat, bazı kültürel eşikler de. Kilometre taşları var irili ufaklı… Hoş zaman izafi zaten; malum noktayı çekip uzatıp bir çizgi halinde algılatan zihnimiz, o çizgi üzerinde bazı eşikler de algılatıyor bize. Zamanın kırılma noktaları… Bunlardan bazısı kolektif; insanlığın kolektif zihninde ortak yerleri var, çoğunluğun mutabakatıyla benimsenmiş. Yeni yıl da böyle bir eşik sanırım bizler için. Geçeceğiz ve yeni ve daha iyi bir gerçekliğe imkan doğacak (inşallah) orada. Anlaşılan ihtiyacımız var buna! Yeniden doğacak olan biziz sanki, geçmişin yüklerinden hafiflemiş, umutla tazelenmiş…

 

Gelen yeni yıl hepimizin ortak bir bebeği adeta.. Bizler hem yeni doğan bebek hem de ebeveynleriyiz. Bu bebeği bir yıllık algı ömründe yetiştireceğiz. Kemalatına eriştireceğiz. Aktarılması icap eden deneyimlerimizi aktaracağız. Anlayışla bakacağız. Paylaşacağız. Herşeyden önemlisi çok seveceğiz. Seven sevdiğini sakınır kötülüklerden. Yeni doğanın öncekinden daha da iyi olması için, koruyacağız zararı bilinen unsurlardan. Mutlu mesut bir aile olabilmek için.. İşte fırsat! Dönüştüreceğiz birbirimizi…

Bu fırsatı değerlendirmek için henüz vakit erkenken şunları yapmalı: Bu güne kadar yaşadıklarımızın adil ve şefkatli bir muhasebesi, ki bilinsin geride bırakılacaklar. İmkanların akılcı bir değerlendirmesi, ki dağılsın fuzuli hayalperestlik sisleri. İleri taşınmaya değer, yaşamı yaşanır kılan insani değerlerin motive edici bir manzumesi, ki dua nispetindedir bu yöndeki niyetler… Sonrası için; “Gayret bizden, takdir Allah’tan!”

 

Sonsuzlukta deviniyor varlık. Değişim, dönüşüm kaçınılmaz kesitsel yaşayan bizler için. Bunun en ideali genleşerek gelişmedir fakirane görüşüm. Sonsuzluğa.. Böylece her genişlemede bir evvelki sınırların içeriği yeniden yorumlanır. İyi ve kötü algısı zamanla hakikate uzanır. Zamanla ilişkisi, bir semazenin dönüşüne öykünür hakikati arayan insanın. Bir ayağı merkez noktada sabit, diğer ayak gezmelidir zaman/mekan diyarlarını… Savrulanlar ayağını sabitleyemeyenler, yaşantısızlar ise diğer ayağı çark ettiremeyenlerdir. Dengededir semazen, etekleri çark-ı felek, hem yenidir seyranı her dem, hem değişmez asla merkezi manen..

Merkezimizi bulmak için gezenlerdeniz madem, zamanın getirdiği her yenilik fırsat işte böyle. Ama yeninin yeni olması için istediğimiz anlamda, eskiden özgürleşmiş olması lazım gelmez mi? Bu açıdan bakınca soruyor insan ister istemez; nedir bizi yenileştiren, geçmişten temizleyen? Tövbeyi buldum ben; ruhun abdesti ‘tövbe’! Ve merkezde, daimi bir tövbe ediş ile var’olan sonsuz yenilenme… Öyle daimi ki yeri gönülde, öyle daimi ki zuhuru her harekette. Anladım ki “eski yıl, tövbekar olunca yeni yıl olur” gerçekte… Bebeğin kemalatı, gerçeğe bilinçli doğumuyla olacaktır, ebeveyniyle birlikte. Tövbe gizli bilgelik, tövbe umuttur; geçmişle gelecek anda birleşir. Kutlamaya değer öyleyse! Semazen döner, seyretmektedir alemi, huşu içinde…

 

Yazının Devamını Oku

Minik bir yılbaşı hediyesi; Hayrani neşesi…

26 Aralık 2015
Bu seneki Konya seyahatimde dostlarla adetimiz olduğu üzere Akşehir’e de uğradık.

 Orada malumunuz Nasreddin Hoca Efendi’nin de türbesi bulunmaktadır. Hoca Efendi’ye ziyaretimizin ardından yürüyüş mesafesinde, fakir için çok kıymetli bir zatı da ziyaret edecektik. ‘Seyyid Mahmud-u Hayrani Hazretleri’, manevi yolculuğumdaki en müstesna eşlikçilerden biri olmuştur ilginç bir şekilde. Henüz kendisini tanımazken, dağ başında bir gündüz rüyasında bu tatlı mı tatlı büyüğümle müşerref olmuş, kendisinden iki de hediye almıştım. Onlar anlatılmaz..

Bu gibi rüyalara alışık değildim henüz. Hoş bir hal ile uyandığımda, anlam veremediğim tarifsiz mutluluk hissiyle “hayırdır” deyip şöyle geçirmiştim içimden; “Hayrani’, ne güzel bir mahlas, keşke fakirin de böyle bir mahlasım olsa”. Cahilim tabi, kendi kendime fiyakalı bir mahlas yakıştıracağım ya, günler sonra, seyahatimizin devamında internet bağlantısı olan bir yere vardığımızda, “araştırayım bari” dedim “acaba bu mahlas kapılmış mıdır?” Bir de ne göreyim; rüyamda tanıştığım bu zat meğer gerçekte var olmuş bir tasavvuf çınarı değil miymiş! Hem de Derviş Babamın yakını ve ziyarete gidilirmiş makamı her Konya seyahatinde. Derviş Baba, Seyyid Mahmut Hayrani’ye isnad edilen etkileyici bir de menkıbe anlattı, mealen şöyle:

“Seyyid Mahmud, Ahmed er Rifai Hazretleri’nin maneviyatından haberdar olup, kendisini makamında ziyaret etmeye duyduğu karşı konulamaz istekle kalkmış Anadolu’dan, Basra’ya doğru yola çıkmış. Zorlu bir yolculuk sonunda, Basra yakınlarında bulunan Seyyid Ahmed er Rifai’nin dergahına yaklaştıkça hissettiği manevi aşk ve cezbe hali onu ondan almaktaymış, öyle ki dergahın arazisine girdiğinde artık bu cezbe halinin tesiriyle kendini kaybetmiş ve yüzü dergaha dönük şekilde derviş selamı durarak kalakalmış bu halde. O sırada dergahın postunda oturan Rifai Hazretleri’nin halifesi, derler ki günler sonra(belki 40 gün), dervişlerini çağırıp ‘arazimizde bir zat davet beklemektedir, varın getirin onu buraya’ dedikte dervişan araziyi taramaya başlamışlar, görünürde kimse yokmuş ama ‘şeyhimiz söylediyse doğrudur, daha dikkatli arayalım’ diyerek sonunda güç bela Seyyid Mahmud’u bulmuşlar. ‘Güç bela’ diyorum çünkü Hazretin etrafını otlar bürümüş zamanla, kendisi hiç duruşunu bozmaksızın otların içinde adeta kamufle olmuş vaziyette imiş. Ayağının dibinde ise onu ısırmış olup Hazretin damarlarında dolaşan aşkın tesiriyle kendileri telef olmuş yılanlar, akrepler, çıyanlar… Bu halinden ötürü ‘Hayrani’ mahlasını alan Seyyid Mahmud, bir süre dergahta bir meczup gibi yaşamış, Hz.Seyyid Ahmed er Rifai’nin türbesi önünde kendisinden ‘üveysi’(fiziken karşılaşmadan rüya, mana yoluyla) olarak terbiye almış, günü gelince de halihazırdaki halife tarafından ‘Ey Mahmud, artık sebepler alemine geri dön, sana ihtiyacımız vardır’ denilerek o meczup halinden çıkarılıp manevi vazifeyle tekrardan Anadolu’ya geri yollanmış”…

 

Sonrasında bir gün yine o dağ başındaki mekandayım bahsettiğim rüyayı gördüğüm. Yanımda arkadaşlarla ve yeniyetme dervişlik hallerimden kaynaklanan havaya girmelerimi her seferinde bozmayı başaran, o sırada kız arkadaşım, adı diyelim ‘Șukufe’ de birlikte.. Ağaçlıkların arasında, dereye bakan kerevete oturup sohbet edecektik, ki arkamı yere koymamla fırlamam bir oldu ayağa. Dikkat etmemişim, minderdeki arının üzerine oturunca kazara, ne yapsın, batırmış o da iğnesini. Daha evvelden sokulmuşluğum var, fena şişebiliyor. Erken müdahale, amonyak iyi gelir diye öğrenmişiz çocukken. Ama nerede, dağ başındayız. Biraz da panikle, hatırıma geldi; -afedersiniz- “çişi olan yok mu, hemen işesin üzerime, arının soktuğu yere!” Kimseden tıs yok. Neden sonra Hayrani Efendim geldi aklıma, onun menkıbesini, ustamın anlattıklarını düşündüm, bu yola muhabbetle bağlanan aşıkların yılan vs. sokmalarına bağışıklığı olacağını söylediğini anımsadım. İşaret parmağımın ucuna az tükürük bulaştırdım ağzımdan ve “destur Pirim” deyip sürdüm arının soktuğu yerin üzerine. Rahatlamıştım. Tabi bizimkiler “yok şöyle yapalım, yok yakın bir köye gidelim dispanser bulalım..”, çözüm önerilerinin bini bir para… Neyse, onları da yatıştırdım. Allah’ın izniyle bir şey olmayacağını, hallolduğunu söyledim. Ardından sohbete dalmışız. Belki bir belki iki saat sonra, arının soktuğu yerde ne bir iz, ne kızarıklık, ne şişme. Orası şişmemişti ama ben başladım şişinmeye “E ne de olsa fakir de Mahmud-u Hayrani’nin haliyle hallenmiş, almışım demek Hazret’ten bir şeyler, onu da yılanlar, çıyanlar sokmuştu da zehirin etkisi olmamış, kendileri ölmüştü damarlarında akan aşkın ateşinden…” diye ballandıra ballandıra anlatıyorken dayanamadı sonunda Șukufe, lafı gediğine yerleştiriverdi hemen “peki o da kendisini soktuklarında senin gibi ‘çişi olan var mı, işesin üzerime’ diye aranmış mı evvel?” Pat, fıss!! Balonum sönmüş, arkadaşlarla birlikte dayanamayıp fakir de gülüyordum artık esprinin inceliğine. Șeytan ayrıntıda gizli gerçekten bazen. Fakir nereye koca Hayrani Sultan nereye, biz en ufak lütufta böyle havalara giriyorken neyimize dervişlik, erenlerin teslimiyetinin boyutu yanında komiklik değil de nedir bu iddiacı halimiz. Tevbe, estağfirullah! İyi gülmüştük ama, hem ders olmuştu… Hakk razı olsun!

 

Tevekkeli değil Seyyid Mahmud Hayrani Hazretleri’nin adı her anıldığında etrafı sarar neşesi, ne de olsa gülmecenin büyük ustasını yetiştirmiş kendisi. Bu büyük zatın en bilinen iki halifesi “Nasreddin Hoca” ve “Sarı Saltuk” Hazretleri olmuşlar. Son tasavvufi araştırmalar ortaya koymaktadır ki “Yunus Emre” Hazretleri de bu silsileden gelmekte imiş. Seyyid Mahmud ilk ‘tennure’(semazenlerin giydiği, kolsuz, yakasız, beli kırmalı uzun ve geniş giysi) giyip sema eden zat olmakla da bilinmekte. Ama onun giydiği tamamen deridenmiş. Ve pür nur olurmuş Hazret dönerken. Öyle bir çınar yani. Hamdolsun ki tasarrufu bizlerin üzerinde halen devam etmekte…

Bunları düşünüyordum tarihi Akşehir sokaklarında ağır ağır yürürken Hazretin türbesine. Her zamanki gibi bizi hoş karşıladı, ve kendisi fakiri asla huzurundan hediyesiz yollamadı. Kimseleri hor, hakir görmemiş bu ulu zatın muhibbiyiz madem, suyunun suyunun suyu kadar da olsa, geleneğe hürmeten, bu yazımız minik bir yılbaşı hediyesi olsun sizlere, Hazretin neşesinden.. Seyyid Mahmud Hayrani’nin hatırına tüm iyi dileklerimizi hayırlara eriştire Rabbim bu gelecek yeni yılda. Aşk olsun! Selam olsun! Hu

Yazının Devamını Oku

Şeb-i Arus günleri; Aşk halleri…

19 Aralık 2015
Bugün aşkı ben uyandırdım… Gün henüz doğmamıştı.

Sanki her zamankinden de kalabalıktı sarayı. Kapalıydı hareminin kapısı. Aşıklar umutla bekleşiyorlardı önünde. Sıra vardı. “Çekilin yolumdan, ben geldim” diye bağırdım. Susturmaya kalktılar beni. ‘Edepli davranmalı’ idi. ‘Herşeyin bir usulu var’ idi. Dinlemedim, ilerledim. Durduramadılar, dokunan yandı, saman alevi gibi. Ben hışımla yararken kalabalığı, önlerden biri korka korka kapıyı tıklattı. Baktım. Açılmadı. “Henüz zamanı gelmemiş” diye sızlandı bekleyenler. “Daha güçlü çalmalı, sesini duyurmalı” diye üsteledim oysa ben. Anlaşılan buna cesaret eden çıkmayacaktı. ‘Koca sultan kızdırılmamalı’ idi. Bir kaç çalım daha attım, emin adımlarla geçtim tereddütler içinden. Artık kapının önündeydim. “Güm, güm” kapıyı tokmakladım, ki bu kalbimin gümanıydı(inanç, heves, neşe) aslen. Ama açılmıyordu. Kalabalık dalgalandı. Tartışmalar başladı. Umudu kesenler oldu ve bırakıp gidenler… Yanımdaki bana sabır üzerine vaaz vermeye kalkıştı. Bir diğeri aşk kapısında ölmenin erdemliliğini muştuladı ötekilere.. Belki, ama önce yapacak bir şey daha vardı. Kapıya bir omuz attım hayret dolu bakışlar arasında, bir kez daha ve bir kez daha… Korkunç bir çatırdamayla kırıldı sonunda koca kapı! Aşkın kucağına düşmüşüm öylece, usulca başımı okşadı; “Bugün beni sen uyandırdın ey Șems! O halde ben de bu sabah, seninle dünyayı tutuşturacağım yeniden. Sen çırasın, git Mevlana’yı bul, o meşaledir, yak. Sarsın alevler dört bir yanı. Aşkın edebini hatırlasın insanlar, ateşimle yansınlar”…

 

Ancak sonrasında aşkı aldatacaktım… Aslında en baştan beri aşkı kullandım. Onun ışığını yoluma rehber ettim. Ne aradığımı biliyordum. Aşk değildi muradım. Ondan faydalandım. Ben ona hizmet ediyordum güya. O beni yanında taşıyordu dışarıdan görene göre. Görevim onu bulaştırmaktı tüm evrene.. Yanıyor ama tükenmiyordum. “Eridi bitti” diyenlere inat, küllerimden doğdum kim bilir kaç kere. Aşk bana güvendi nihayetinde. Onun için ölmeyi pek az kişi göze alabilmişti. Ama bu bir göz boyamaydı. Ben diriydim hep aşkın içinde. Sevgilinin ümidiyle… Bir gün dedim; “Beni yaklaştırsana yâre, sonra dolaşırız seninle yine”. Aşk bir şimşek gibi çaktı. Beni sevgilinin yanına bıraktı. İşte o gün bu gündür. O da beni bekliyormuş, nazlı yârim. Birden tuttum elini. Bir daha da bırakmadım. Bugün aşkı vuslatla(kavuşma) aldattım. Ama bana kızamadı. Aşkın sırrı çözülmeli, doğası bilinmekti çünki. Aşıkla maşuk(sevilen) bir olunca aşk da birlikte eridi gitti.. Artık herşey en baştaki gibi. Hiç… Bir an sessizlik oldu ve “Çok güzeldi, bunu yine yapalım!” dedi biri…



Kendimi bir meyhanede buldum aniden… Gel gör ki ben, ben değildim. Bu gece bir kutlama varmış, ‘şeb-i arus’(düğün gecesi) diyorlar. Șarap su gibi akıyor. Sordum “bu ne şarabıdır?” “Aşk şarabı” dedi meyhaneci, yüzü bir yerden tanıdık geldi, ‘Derviş Baba’ydı ismi. Masalardan birine iliştim usulca. Bunlar meczuplardı. Üstleri başları perişan, kiminin dişleri dökülmüş, hele bir kadın, derisi kertenkele derisine dönmüş, ötekisi, saç sakal birbirine karışmış, bir ağlıyorlar, bir neşeli, gariplerdi… Masanın başında oturan, içlerindeki en pejmürdesi sanki şeyhleriydi. Selam verdim. Sual ettim; “Nasılsınız efendim?”, “Siz nasılsanız biz de öyleyiz sultanım!” demez mi. Aklım başımdan gitti. Hemen yan masaya kaçtım. Bu masa delilerindi. Sohbet acayipti; “Ben Allah’ı o kadar çok severim ki peygamberimi kıskanırım, çünkü Allah ona ‘sevgilim’ dedi” “Amma ettin be küpeli, seviyorsan sevdiğinin sevdiğini de sevmeli” “Henüz o kadar içmedim demek, daha içelim, hey meyhaneci boş bırakma peymaneyi(büyük kadeh)”. Kadeh tokuştururlar; “Miraca inmeye içelim bre akılsızlar”.. Bu masada konuşulanlar bana fazla uçuk gelmişti, ne de olsa bunlar deli, onlara günah yoktur, bari fakirin başını yakmasınlar diye kalktım yanlarından. Meyhaneci yanıma geldi, “evlat, bunlar halkın delisi değil, Hakk’ın delisi, söyledikleri çok inceliklidir, her gün bu sofrada nice put kırarlar, anlamayan pot kırıyorlar sanır, sakın hor görme, lakin deli olunmadan veli olunmaz” dedi ama artık kalkmış bulunmuştum. Halimi anlayan meyhaneci elimden tuttu ve kuytudaki bir masaya getirdi akabinde fakiri; “sanırım senin meşrebine bu masa daha uygun olacak”. O masa ‘hamuşan’(suskunlar) masasıymış. Oturdum ki bir sessizlik gönlümü sardı, bu ne dolu, ne doygun bir sessizlikti, hem hafif hem de dipdiri, tüm buluşlar, tüm unutuşlar, söylenmemiş ne varsa oradaydı. Ve bir anda anladım, ama anlatamazdım ki, hamuş olmuştum. Sırların sırrı söylenmeyenlerdeymiş. Aşıklar sessiz… Sizler için de dualar ettim sessizce… Aşk olsun! Selam olsun! Hu erenlerim…

 

Yazının Devamını Oku

Kabak tadında…

12 Aralık 2015
Kahvede oturuyorduk.

Bizim kahvenin tavanında çeşitli objeler asılıdır. Davuldan bastona, fotograf makinesinden oyuncak bisiklete, kuklalar, lambalar vs… Misafir arkadaş sordu: “Bunların bir anlamı var mı?”, “Tabi” dedim “Burası Derviş Baba kahvehanesi, hepsinin, herşeyin bir anlamı var, anlayana…”, “Mesela şu tepeden sarkan su kabaklarının ne anlamı olabilir ki Allah aşkına!” diye üsteledi. Gülümseyiverdim elimde olmadan; “Sana ‘Sufizm’in özünü anlatabilirim istersen sadece su kabakları üzerinden, ne dersin?”. Bizimki “Haydi o zaman, görelim bakalım” dercesine meydan okuyan bir bakış attı yüzüme ve dinleme pozisyonuna geçti. Fakir de başladım anlatmaya…

 

Bilirsiniz, su kabağı yerde, toprak üstünde yetişir… Bu mesel onun hakkında;

* Dergahın revaklı bahçesinde yürümektelermiş Ulu Pir Seyyid Ahmed er Rifai Hazretleri(ks) ve yanında birkaç dervişi. Bahçenin orta yerinde durmuş bir an Seyyid Ahmed, etrafta boy boy, çeşit çeşit bitki, ağaç. Hurma ağacını işaret etmiş Hazreti Pir; “Șu hurma ağacına bakın, başını kaldırdığı için nasıl da meyvelerini yüklemişler üzerine! Bir de şu kabak bitkisine bakın, boynunu eğdiği, serkeşlik etmediği için onun yükünü ise toprak taşımakta. Kabak bitkisi ne kadar yük getirse de, yükünü hep başkaları taşır. Onun yanındaki herşey yükselir, o eğilir. Hiç kimse ona eziyet edemez. Herkes onu dost kabul eder.. İşte derviş de bunun gibidir. Allah için tevazu gösterirse, Allah da onun mertebesini yükseltir, yardımcısı olmadığında yardım eder. Gittiği her yerde onun için rahmet ve bereket yaratır. Kabak gibi olalar evlatlarım”…

Bundan hareketle Rifai yolu dervişleri tevazuyu, alçakgönüllülüğü şiar edinmişlerdir ve hatta kavim(sufiyye) içinde Rifai’ye Hazreti Hakk makamında “aslü’l-yaktîn’ yani “kabak bitkisinin kökü” dendiği rivayet edilir.(kaynak Hz.Kazeruni)

 

Yazının Devamını Oku