Lakin tabi olma meselesi gündeme gelse, inançlılarımız hemen “Allah’tan başkasına tabi olunmaz” derler. Buna katılmamak mümkün değil. Mutlak manada tabi olunacak olan şüphesiz ki Yüce Rabb’imizden başkası olamaz.. “Bir insan için, Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra onun insanlara; ‘Allah'tan başka bana kul olun’ demesi olamaz(mümkün değildir). Fakat, sizin kitabı tedris etmiş(okuyup öğrenmiş) olmanız ve öğretiyor olmanızdan dolayı ancak: ‘Rabbâni(kendini Rabb'e adamış) kullar olunuz’ der” (Ali İmran 3;79)
NND sözlük “tabi”ye “Bir kimsenin, bir kuruluşun, bir devletin etkisi altında, güdümünde olma durumu” anlamını veriyor. “Tabi olmak” ise “birinin buyruğu altına girmek, bir şeye ya da bir kimseye bağlı olmak”, “tabiyet” de “vatandaşlık” olarak geçiyor. “Tabi olmak”, Kuran meallerine daha ziyade “uymak” olarak geçmiş..
Mutlak anlamı bir yana, gerçekçi bir şekilde bakıldığında görülür ki insanoğlu zaten nefsine tabidir çoğunlukla, bedenine, tabiata, içinde yaşadığı topluma, kanunlara tabidir. İş hayatında patronuna, serbest çalışan ise piyasa şartlarına, asker ise kendinden rütbece üstün olanına, okulda hocasına, reşit olana değin velisine vb tabidir ayrıca.
Aslına bakarsanız ideal anlamda ast üste tabidir. Sistem uyumu böyle kurulmuş görünüyor kainatta. Yücelerin yücesi Allahu Teala olduğuna göre, bu hiyerarşik yapı nihayetinde O’na tabi olmakla kemal bulur. Bu sistemin içinde kendisine cüzi irade verilmiş olan bir hususi varlık insandır. Tabiyeti kendi arzusu ile olmak durumundadır. Tabiyet problemi varsa bu, sözkonusu yapıda, yerlerin olması gerekenden farklılaşması kaynaklı olsa gerektir. İnsan kendi tekerine çomak sokar ancak. Baş olma sevdası nefsani hastalıklarımızdandır. Hazreti Allah, Allah’lığını kimseye verecek değildir..
Böyle yerleşmiş bu deyim dilimize, her söze karışan, herkese söz yetiştirenler için, hafifseme yollu kullanılan bir tamlama.. Zaten “laf” ikinci sınıftır “kelime”ye göre, kelime varır “kelam”a ki o da Allah’ın varlığını ve İslam dininin doğruluğunu ele alan ilim imiş. Kelamın Șahı ise “Kelamullah”dır! Denir ki Yaradan kelime ile yaratmada; “Kün(ol)” dedikçe, olmakta. Yaradan bilmekte ve bildirmekte. O hitaba mazhar olmuş ki Hz.Musa(as), ünvanı “Kelimullah”dır ve Yaradan’ın bir kelimesi imiş Hz.İsa(as), o da “Kelimetullah”dır; hepsinin de sebebi hikmeti, hakikat aynası Muhammed Resulullah’dır(sav)…
Bize gelince işin ucu, sizi tenzih ederim lakin ortalığı kaplayan kalabalıklar ekseri laf-ı güzaf(boş söz). Ve hem bu bir “sanat”. Hangisi gerçek edebiyat? “Manası olmayan bir söz bulamazsın sözlükte” demişti vaktiyle bir veli kimse. Ama ağızdaki dilde, manası yaşanmayan sözcükler ahenkle dizilse de, prim yapıyor yine bazen avam(halkın ilmi, irfanı kıt olan kesimi) nezdinde. İşim sözle olduğu için mi ne, önemsiyorum bu durumu. Küfürün yaygınlaşması biraz da manayı açığa çıkarması icab ederken bilakis örtenlerin sorumluluğu. Dil sanatı gönül sanatı, ki süslü bilgi biriktirmek de tam halletmiyor sorunu. Nefs terbiyesi olmalı “edebiyatçı”nın işi, ki kelimelerin edebi yansıya aynasından…
Bu edebi edinirken söz sanatçısı elbet geliştirmeli de kelime dağarcığını. Ve yaratıcı bir biçimde kullanma yetisini kelimeleri. İlhamı, karşılığını bulabilmeli lügatte dilbilgisince. Hem bir hikayesi olmalı anlatıcının. Zira hamle ettiği aslında Yaradan’ın sanatının cüzüdür. “Ve O, Adem’e öğretti kelimeleri”(Bakara 2;37). Hangi bağlamda kullanacak, hangi hikayeler anlatılacak; izliyor kainat… Laf ebesi, adı üstünde “ebe”, doğurttuğu kendi çocuğu değil; kendi, kendinin çocuğu olmadıkça…
Sözlerimiz bizi anlatır samimiyse. O’nu anlatır nefsinden geçilmişse. Anlamak ve anlaşılmak, bilmek ve bilinmek, olmak ya da olmamak; belki de bütün mesele bu..
Lakin bu böyle bilindiğinden beridir ki insanoğlu giyim kuşamını, içteki halini hiç yansıtmayacak biçimde de olsa, dışarıya iyi(algılanmak istediği gibi) bir imaj vermek maksadıyla tasarlama gayretinde olmuş.
Adem’le Havva’nın başta haya edip -rivayet odur ki- incir yaprağıyla mahrem yerlerini örtme ihtiyaçları, zamanla maksadını hayli aşan bir şekilde “moda” olgusuna dönüşmüş.
Modanın en fenası da “riya”nın(aldatıcı biçimde olduğundan farklı görünmek, ikiyüzlülük) moda olması herhalde!
Öyle ki “göz boyama sihirden bir şube sayılabilemez mi? diye düşünüyor insan.
Taşlar yerinden oynadı. Görünürde bir boşluk oluştu. Bu fırsattan istifade türlü fırka sahne alıyor şimdilerde. Hepsi kendi görüşünü hakim kılmak üzere. Demokrasi böyle bir şey işte. Biz de faydalanalım nimetlerinden öyleyse..
Bugün lafım özellikle -maksatlı olarak- tüm sorunların “din”den kaynaklandığını iddia edenlere. Esas büyük taarruzun “Hak Din”e olduğunu düşünüyorum günümüzde. Dinin, insanın gerçek özgürlüğüne giden yol yordam olduğu inancımla… Kulu kula köle etmeyi işten bilenlerin, doğaldır dinin hakikatine düşmanlıkları. İnsanın rahmani doğasına düşmanlıktır meselenin aslı. Ah enaniyet!
İki yöntem var; ya doğrudan dini karşına alır cepheden savaşırsın, ya da uyaklı görünüp içten çökertmeye çalışırsın. Bu kadim bir savaş, içte ve dışta. Ve bugün iki yöntemin uygulayıcıları maalesef ittifak halinde. Palazlanmaya çalışıyorlar bilinçsizlik, bilgisizlik zemininde. Nefsani çıkarlar doğrultusunda, vicdanları teslim almak üzere.
18.yy’dan itibaren, esasen de 1800’lerin sonlarında öyle bir nesil türüyor ki etkileri bugüne uzanan, Osmanlı’nın geri kalmasından ve ortaya çıkan idari zaaflardan istifadeyle, -“Batıcılık” kisvesi altında- medeniyetimizin mihenk taşlarını yerinden etmeyi tekamül/kurtuluş olarak kodluyorlar umarsızca. Hem Batıcılığı da son derece şekilci bir yaklaşımla yorumluyorlar. Bunların bir kısmı için din(İslam dini) de geri kalmamızın başlıca müsebbibi olarak hedeftir artık. Ve üstümüzde sömürgeci emelleri olan çevrelerden her zaman destek bulacaklardır bu arkadaşlar.
Sonrasında gelişen olaylar iki haftaya bölmüş olduğum konuyu tamamlama fırsatı vermedi maalesef. Neyse ki yıkılmadık, ayaktayız ve sizlere borçlu kalmamak için diziyi tamamlamak arzusundayım bu hafta. “Peygamber Hazeratından örneklerle; ‘Nedir bir Sufi’nin kendinde uyandırmaya çalıştığı özellikler?” bahsimize devam öyleyse:
* Sufi, Hz.Musa(as) gibi suf(yün) giyer: Hazreti Musa’nın Tur-u Sina’ya Rabbimizle konuşmaya çıktığında baştan ayağa yün giymiş olduğu rivayet edilir. O zamanlar yün bugünkü gibi ince ve yumuşak şekilde dokunmuyormuş tabi. Hatta ham haliyle giyildiğinde yün, teni rahatsız eder bilirsiniz. O bakımdan tevazuyu simgelermiş “suf” yani “yün” giymek. Sufi kelimesinin de buradan türetildiği söylenegelir.. Sufi, Hazreti Musa gibi muhlis(halis, katıksız) ve alçakgönüllü olmalı, rahatına, gösterişe düşkün olmamalı, halka hizmeti öncelemelidir. “Kitap’ta Musa’yı da zikret. Muhakkak ki O, muhlis ve Nebî Resûl idi” (Meryem 19;51)
* Sufi, Hz.Davud(as) gibi Hakk yolunda samimi ve cesur olmalıdır: Davut as’a verilen “Zebur” Hazret’in ağzından şaheser ilahiler içerir; Davut Aleyhisselam’ın sanatkarlığının altında müthiş bir içtenlik yatar. Sanat, güzellikleri aktarmak üzere cemali ve celali nitelikleri ahenkle kucakladığı ve gönüllere yansıtabildiği oranda başarılıdır. Sufi de savaş ve sanatın iç içe geçtiği özelliklerin timsali Hz.Davud gibi samimi ve hem cesur olmalıdır. Allah’ın yardımıyla nefsini bir demirci ustası gibi incelikle işlemesini bilmelidir. “…Dâvud’la beraber tesbih etsinler diye dağları ve kuşları emrine amade kıldık…” (Enbiya 21;79)
* Sufi, Hz.Süleyman(as) gibi adaletli olmalıdır: “Dâvud ve Süleyman, bir kavmin koyunlarının gece (çobansız olarak) içinde yayılıp otladığı ekinler hakkında hüküm veriyorlardı. Ve Biz, onların hükmüne şahittik” (Enbiya 21;78) Hakim ve hükümdar peygamberlerden Hz.Süleyman vakti zamanında sadece insanlara değil, Allah’ın izniyle cinlerden hayvanlara alemlere sultanlık etti. Bilhassa adaletiyle şöhret buldu. Sufi de, Süleyman as gibi adaletli olmalıdır. Allah’ın adaletini uygulamak bilgelik gerektirir ve bu adalet boş yere karıncayı dahi incitmeyecek merhameti de doğal olarak içerir zaten.
Gizler ortaya saçılıyor. Ve evyedeki dolu su giderden boşalırken döne döne, nasıl hızlanmış gözükürse bitime doğru girdabı, öyle de hızlı dönüyor Dünya sanki. Sebepler ve sonuçlar arasındaki yollar kısaldı. Yaşanması icap edenler, geçilmesi gereken sınavlar da böylece telaşlandılar adeta.
İçinden gelmiş olduğum belli bir zümrenin arasından, çok gelişmiş görüntüsü veren bir kısım aklı evvelin ısrarla sürdürdüğü halk düşmanlığı ve yaşadığımız vahameti en aleyhimize olabilecek şekilde tersten okuma, okutma ısrarları karşısında, hatta kiminin fırsattan istifade manevi değerlerimize, sevdiklerimize hakarete varan tutumları karşısında, iyi niyetimi korumakta zorlanıyorum. Bazısıyla geçmişten gelen bağlarımın son telleri de hüsranla kopuyor sanki gönlümden. Birlik sizin için tahakkümünüz altında yaşaması mı diğerlerinin?
“Bu tam da bozguncuların istediği şey işte ve başarılı da oluyorlar anlaşılan” diye uyarıyor ‘Derviş Baba’ gönlümdeki kopuşu dile getirişim karşısında. Ne yapayım, celal rüzgarları esiyor içimde. Gülü koruma derdindeki diken gibiyim… Halbuki gül hep goncasıydı benim için. Șimdi daha iyi anlıyorum dikenin hikmetini.. Zamanın ruhu bu mu? Cemal evrimci, celal ise devrimci…
Bir orta yol bulmalı. Orta yol değil mi yolumuz? Ama herkesin ortası nefsine göre başka başka olunca… Allah’ın işaret ettiği orta yolda buluşmayı öneriyorum hep ben. Kendine referanslı olmaktan geçip, aşkınlaşmaya sıçramayı. Aşamayacağın tek şey Allah’ın hükümeti, inan!
İletişim çağının sağladığı enstrümanlar, bir medeniyetin çökertilmesi için önce kültürel taarruzla koflaştırılması ve akabinde ya sözkonusu çıkar çevreleriyle aynılaştırılmış işbirlikçi yerel unsurlarla ortama hakim olma (ve böylece ortamı sömürme), ya da yeterli oranda zayıflatıldığına inanılınca o medeniyetin stratejik noktalarına fiziksel taarruzda bulunup böylece üzerinde hakimiyet kurmayı daha makul, daha hesaplı kılıyor.
Çağlardır çakma Aristokrat-Ruhban kesim işbirliği üzerinden halk düşmanlığı yapan narsist zihniyetin, “İseviyet”(Hıristiyanlık!) inancını ölesiye boğan kah “pagan” kah “sözde modernist” dogmaları ile “İslam medeniyeti” de dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu zihniyet, kimi tüccar ve asker kesimi de yanına alarak, iletişim/halkla ilişkilere dönüşen propaganda aygıtı işçilerinden bazı devşirmelerin de yardımıyla, ahlaksızlık zemininde yayıldıkça yayılarak, halkların sömürülen alt tabaka olduğu bir kast sistemini mukim kılmayı kendine görev bilmiş. Tabi ki ezilen alt tabakanın hak savunusunu yapan, mazlumların sığıngahı “Hak Din” bu zihniyetin baş düşmanıdır. Hele ki İslam dışında, emperyalizm karşıtı tüm ideolojilerin hakim sisteme yenik düştüğü, uydurulduğu çağımızda…
Doğrusu bizler de nefsimize karşı zayıf düşmüştük. Fırsat verdik. Misyonumuzu tamamlayamadık. Dünya imparatorluğu olmanın getirdiği şımarıklık, kibir, kolaycılık, tembellik, yozlaşma… Ve İslam’ın son güçlü bayraktarı Osmanlı İmparatorluğu’nun vücud bulmasının hikmet-i sebebine olan bağlılığımız, hak anlayışımız zedelenmişti. Yukarıdaki paragrafta bahsettiğim köleci, emperyalist zihniyetin İslam dünyasında karşılığı sayılabilecek “Emevi idare biçimi ve yaşayışı” yer yer içimize sızmış, dışarıdaki muadilleriyle işbirliği içinde medeniyetimizi kısmen çürütmüştü. Çöktük ama yok olmadık.. Çünkü büyük çoğunlukla halkımız İslam’ın hakikatiyle ve dolayısıyla “ehli beyt” sevgisiyle yoğrulmuş öz değerlerini, mert karakterini muhafaza etmekteydi.
Mustafa Kemal önderliğinde “Kurtuluş Savaşı”mızı verdik, tüm kesimler birlikteydik, ve fakat Türkiye Cumhuriyeti olarak devam eden maceramızda da rahat bırakılmadık. Aslımıza dönmemiz önündeki suni engeller, yeni çağın nefislerimize sunduğu rüşvetlerle birleşince anladık ki henüz dibi bulmamışız. Halkımızın sömürülmesi, Batı’nın türlü yöntemlerle “muhtaç bırakma, birbirine düşürme” ve akabinde sözde demokratik aygıtlarla “rıza devşirme” politikaları üzerinden meşrulaştırılarak devam ediyordu. Ama çilemiz tamamlanınca, söndü sanılan bir ateşin külleri arasında kalan közlerimizden yeniden doğacaktık. Bütün mesele zamanı gelinceye değin o közlerin muhafaza edilmesiydi. İnşallah ettik. Șimdi üzerimizdeki külleri silkelemeli, közlerimizin harıyla istiklal meşalesini yeniden canlandırarak Dünya’ya taşımalıyız.
Müntesiplerinin ikameci bir yaklaşımla köksüzlüklerini örtme gayretleri olduğu anlaşılıyor. Kendilerini isnad edecekleri meşru bir yol bulamayınca, geriye bulanık suları mesken tutmak kalmış..
Geçmişimizdeki baskıcı yapıların ve aslında laiklik ilkesine de tam olarak uymayan devletçi din anlayışının hakim olduğu bir ortamda, ‘tasavvuf’ geleneğinin kendini yeterince ifade edememesi ve bilhassa da siyasal yapının dini cemaatleşmelere bakışında politik çıkarların rol oynaması, bu bünyenin oluşumuna zemin hazırlamıştır diye düşünüyorum.
Vaktiyle süregelen baskıcı ortamın mağdurları, doğal dini/manevi açlıkları ve arayışları doğrultusunda, hem doğru örneklerin de nadirleşmesiyle, geleneksel İslami ahlak, bilinç ve öz kültürümüzden uzak kalındığı oranda böyle denetimsiz, sapkınlaşmış yapıların kucağına düşebilmişlerdir maalesef. F.Gülen’in cami vaizliği geçmişinin sağladığı referans ayrıca üzücüdür..
Gülen cemaat yapısının böylesine palazlanmasının nedenlerine bir de hareketin, üzerimizde kontrol sahibi olmak isteyen dış unsurların çıkarlarına uygunluğunu ve bu doğrultuda böylesi hareketlerin desteklenmesini ekleyebiliriz.