Paylaş
Açan çiçeklere üşüşen arılar oradan alabildiğince bal aldılar ve nehir boyunca, bilinmeyen bir yere doğru uçtular. Öte yakada vardıkları o kasvetli ormanda, ulu bir ağacın üzerinde, kara bir kovan vardı. Arılar aldıkları balı kovana sundular ve az sonra, kovanın petekleri altın sarısı bir ışıkla ışıldamaya başlamıştı. Çok geçmeden içeriden görkemli bir ‘arı beyi’ peyda oldu. Tüm arılar vızıldayarak etrafında devran ediyordu. Ormanın üzerindeki karanlık gölgeler hızla sağa sola kaçıştılar. Artık tepede pırıl pırıl bir güneş parlıyordu…
Woloflar’dan Baba Maribu gezgin bir şifacıydı. Momo’nun annesinin ebedi ruhlar ülkesine zamansız göçünden beri baba oğul yalnız yaşıyorlardı. Momo neredeyse 16 yaşına varmış, güçlü kuvvetli, yakışıklı bir delikanlı olmuştu ve yaşlı adamın ona bu meslek ve dahi ataların irfan yoluyla ilgili artık öğretebileceği pek bir şey de kalmamıştı. Bilginin gerisi aktarılabileceklerden değil, hakedişle, nasiple ele geçileceklerdendi. Momo’nun kendini ispat etme, erkekliğe adım atma zamanı gelmişti. Baba Maribu bir işaret bekliyordu!
İşte işaret o gece gelmişti. Sabahı bulduklarında Momo’nun da anlatacak bir rüyası vardı. Sonunda o mağrur mavi baykuşu suya batırıp boğmayı başarmıştı. Parlak tüylü mavi baykuş suların üzerinde azametle kanat çırparken Momo hayran hayran onu seyretmekten kendini alamazdı. Baba Maribu onu uyarmıştı; mavi baykuş kendi ilmine olan hayranlığı, kibiriydi. Onu öldürmeden bilgelik yolunda ilerleyemeyecekti. Bilgi sahibi olarak kalacak, bilge olamayacaktı. Keşif ve ilham kanalı başka türlü açılmazdı.
Momo ne zamandır babasının verdiği özel dua ve sözcükleri tesbih ediyordu. O gece çalışmalarının ilk semeresini aldı. Bu sefer becerdi. Nefsi karşısında çok önemli bir mevzi kazanmıştı. Sanki üzerinden büyük bir yük kalktı. Baba Maribu sevinçle oğlunu kucakladı. Șimdi vakit geçirmeden hazırlanmaları gerekiyordu. Gidilecek bir menzil, tamamlanacak bir görev, aşılacak sınavlar vardı. Uzaklarda bir yerlerde…
Kanolarına bindiler ve Gambia nehri boyunca ilerlemeye başladılar, hakkında korkunç hikayeler anlatılan Niokolo Koba ormanlarının içlerine doğru. Burada garip adetleri olan, cinler perilerle kucak kucağa, hakikat bilgisinden uzak, kan dökücü animist kabilelerin yaşadığı anlatılırdı. Kendi gibi olmayanları pek sevmezlermiş. Bu devirde oralara seyahat etmek akıl karı sayılmazdı. Ama vazife buydu! İnandıkları, yaşamlarını adadıkları doğrular uğruna, gidilecekti. Baba’nın rüyası çok netti. Oğlan kaderiyle yüzleşmeye hazırdı.
Diolalar onları gece ateş başında yakaladı. Korkmadılar, direnmediler de. Savaşçı Șef Tamba’nın karşısına getirildiklerinde Baba Maribu elini kalbine koyarak yüksek sesle tekrarladı; “Ata Emit, Ata Emit”. Bu, Diola dilinde “Tek Tanrı” anlamına geliyordu. Diolalar’ın inançları belki karışıktı ama büyüklerin hafızasında tüm ruhların hakimi Tek Tanrı inancına ait kırıntılar da vardı. “Ata Emit” ismini sırları koruduklarına inanılan kabile büyücüleri yahut Șef dışında zikreden olmazdı. Șef Tamba duraksadı, bunlar basit kimseler değillerdi. Baba Maribu’yu yerden kaldırdı. Gözgöze uzun uzun bakıştılar. Tamba gürültülü bir kahkaha patlattı. Bu adamı sevmişti. Lakin delil lazımdı.
Bir kulübeye alındılar. Șef parmağıyla işaret etti. Döşekte hasta yatan genç kızın etrafı kalabalıktı. Ellerinde büyü gereçleri, jujular, yaşlı cadı karılar ümitsizce mırıldanmaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Zavallı kızın göğsünde koca bir ur, içinde kıpırtılar. Hali pek tekinsizdi. Bu, Șef Tamba’nın kızıydı. Baba Maribu kırık dökük Jolacasıyla halledebileceğini belirtti. Ancak heybesine ve bıçağına ihtiyacı olacaktı. Kızdan zaten umut kesilmişti. Verdiler..
Yaşlı usta önce kıza kola meyvesinin özsuyundan yapılma bir ilaç içirdi. Kız rahatlayıp derin bir uykuya daldıktan sonra itinayla şişkinliği yardı. O da ne; urun içinden akrebimsi bir yaratığın ateş saçan kırmızı gözleri görünür olmuştu. Baba Maribu canavarı oradan söküp atmak için bıçağın ucuyla kanırttıkça canavar pençelerini kızın göğsüne, daha daha derine sokuyordu. Baba’nın alnı boncuk boncuk ter olmuştu. Böyle birşeyi daha önce ne görmüş ne de duymuştu. Havadaki gerilim son raddeye varmıştı. Șef’in eli palasının kabzasındaydı.
İşin sonu pek hayırlı olmayacak gibiydi ki Momo babasına yaklaşarak “Babacığım, belli ki bu yaratık ateş ehlindendir, bıçakla kanırtmak yerine ateşle dağlasak ya” diye fısıldadı. “Hay aklınla bin yaşa”. Denemeye değerdi. Kız dayanıyordu. Baba devam etmesi için Momo’ya işaret etti. Kendisi de gözlerini kapayıp duaya başladı. Momo dağladığı demiri canavara yaklaştırınca canavar kollarını sapladığı yerden çıkardı, gövdesine çekti. Momo da o an yaratığı yakaladığı gibi ateşe fırlattı. Keskin bir çığlık duyuldu. Baba Maribu gözlerini açtı. İş bitmiş, kız kurtulmuştu. Șef Tamba oğlanı öyle bir kucakladı ki neredeyse boğulacaktı.
Șimdi köyün başmisafiri idiler. Momo nekahat döneminde kızın bakımı için gönüllü olmuştu. Șef’in kızı Elinki’nin yaratıktan kurtulur kurtulmaz yüzü gözü aydınlanmaya başlamıştı zaten. Artık Momo her kulübeye girdiğinde kız ahu gözlerini açıyor, yanaklarında çiçekler gamzeleniyordu. Elinki günbegün iyileştikçe o taptaze emsalsiz güzelliği fütursuzca ortaya seriliyordu. Bembeyaz dişleri, abanoz rengi pürüzsüz bir teni, bülbül gibi sesi vardı. Ya da Momo’ya öyle geliyordu. Birlikte vakit geçirdikçe birbirlerine iyiden iyiye aşık oldular. Hem de öyle ki; ne olursa olsun asla ayrılmayacaklarına yemin verdiler.
Momo gece rüyasında kendini kılıç kuşanmış gördü, iki tarafı keskin bir kılıç.. Babasına durumu açtı. Baba Maribu zaten anlamıştı. “Oğlum aşk kılıcı kuşanmışsın, hayırlısı! Bak bizi ta nerelerden getirttiler, nasibin bu demek! Ötesi varsa da öncelikle kızı babasından istemek gerek. Ancak bilesin; bu kabilenin üzerindeki bulutlar henüz dağılmadı, bu izdivaçla birlikte ola ki üzerine büyük bir yük düşecek, bazı teklikeler göğüslenecek, ona göre”. Momo razıydı.
Baba Maribu oğlunu yanına aldı, Șef Tamba’nın yanına vardılar. Durumu arzettiler. O da farkındaydı. Sevinecekti sevinmesine amma öncesinde konuklarının bilmesi gereken başka şeyler de vardı; Burada yaşamanın bedeli ağırdı. Șef de olsan örf ve adetlere uyulmalıydı. Kabile, ormanın kötü ruhu ile, tüm üyelerini bağlayıcı, nesiller sürecek bahtsız bir anlaşma yapmıştı…
(Tefrika, devamı haftaya…)
Musa Dede / GÖLGENİN HAKİKATİ
Paylaş