Murat Bardakçı

Kerkük’ün farkına 80 yıl sonra vardık

18 Ağustos 2002
Ankara, Irak'ın elimizden gitmesinin üzerinden geçen 80 küsur sene sonra Kerkük konusunda ilk defa bu hafta sert bir çıkış yaptı ve Kerkük'ü <B>‘‘Kürt şehri’’</B> ilán eden <B>Mesut Barzani'</B>nin <B>‘‘Bundan zarar göreceğini’’</B> duyurdu. Sınırlarımızın sadece birkaç saat ötesinde olan ve bir milyon kadar Türk'ün yaşadığı Kerkük bizde <B>‘‘uzak bir ülkenin daha da uzak bir beldesi’’</B> gibi hissedilmiş ve 80 yıl boyunca sadece acılara ve katliamlara sahne olmuştu. İşte, Kerküklü Türkler'in o toprakların elimizden çıkışından sonra uğradıkları feláketlerin kısa geçmişi... MESUT Barzani'nin Kerkük'ü ‘‘Kürt şehri’’ ilán etmesini, Ankara fena tersledi. Dışişlerimiz ‘‘Musul ile Kerkük'ün Kürt denetimine girmesine kesinlikle karşı konacağını’’ açıkladı ve ‘‘İpleri germeye başlayan Barzani'nin bundan zarar göreceğini’’ duyurdu.

Bu açıklamayla, biz, Irak'ın elimizden çıkmasından bu yana geçen 80 küsur sene boyunca Kerkük konusunda ilk defa böylesine acil bir tepki gösteriyor ve sesimizi de gene ilk defa böyle yükseltiyorduk.

1 milyondan fazla Türk'ün yaşadığı Kerkük ve çevresi, bizim için her zaman uzaklardaki bir memleketin daha da uzak bir beldesi olmuştu. ‘‘Kerkük’’ sözü bize ancak ‘‘Musul’’ ile beraber kullanıldığı takdirde, yani ‘‘Musul ve Kerkük’’ dendiği anda bir máná ifade eder ve kaybedilen toprakların hüznünü duyardık. Bu hüzün oralardaki petrol sahalarının elimizden çıkmış olmasından kaynaklanır, bir türlü sahip olamadığımız zenginliklerin üzüntüsünü yansıtırdı ama ‘‘Kerkük’’ sözü bize kendi başına gene de pek bir şey çağrıştırmazdı.

İşte, güneydoğu sınırlarımıza sadece birkaç saat mesafede bulunan ve bir milyondan fazla Türk'ün yaşadığı Kerkük bize bu derece uzak görünmüş ama sadece acılara ve ıstıraplara sahne olmuştu. Can almalar birbirini takip etmiş, Kerkük Türkleri'ne hayat 80 seneden beri her gün zehir edilmiş ve Kıbrıs Türkü'nün 1960'larda yaşadığı faciaların çok daha kanlısı yaşanmıştı.

Irak, krallık zamanından itibaren, Kerkük'te uzun vadeli bir ‘‘Araplaştırma’’ politikası uyguladı ve bu politika Bağdad'a Baas rejiminin hakim olmasıyla daha da sertleşti: Türk bölgelerinde Arap yerleşim merkezleri kuruldu ve Türkler'in gayrimenkul alım ve satımları kademeli olarak yasaklandı. Kerkük'e bağlı ilçeler başka viláyetlere bağlanarak şehrin yüzölçümü yarı yarıya düşürüldü. Türk nüfus kademeli bir göçe tabi tutuldu ve Irak'ın sadece Arapların yaşadığı güney kesimlerine, Basra taraflarına gitmeye zorlandı. Saddam Hüseyin, bu arada Kerkük'ün adını da değiştirip ‘‘El Te'mim’’ yaptı.

Derken, nüfus oranları da tahrif edildi. Irak'ın Türk nüfusu toplam nüfusun yüzde onunu teşkil ettiği halde sadece yüzde iki olduğu iddia edildi. Dolayısıyla, bugün 20 milyon olan Irak'ta 400 bin Türk'ün yaşadığı söyleniyorsa da, bu sayı aslında iki milyon civarında bulunuyor.

Biz ise, ekonomik endişelerimizden yahut umursamazlığımızdan dolayı ağzımızı açıp tek kelime etmedik ve Kerkük'te olup bitenleri hep ‘‘Irak'ın iç işidir’’ deyip geçiştirdik.

İşte, Kerküklü Türkler'in o toprakların elimizden çıkışından sonra uğradıkları feláketlerin kısa geçmişi:

1924, LEVİ BASKINI: 4 Mayıs 1924'te yaşandı. Irak askerleri, ortada hiçbir sebep yokken Türklere ait evleri basıp yüzden fazla Türk'ü öldürdüler.

1946, GÁVURBAĞI OLAYLARI: Bir grup Türk işçisi, 12 Temmuz 1946 sabahı çalışma şartlarında düzelme sağlayabilmek için Kerkük'te greve gitti. Grevcilerin üzerine asker sevk edildi, işbaşı yapmadıkları için yaylım ateşine tutuldular ve birçoğu canından oldu.

1959 KATLİAMI: Irak'ta krallığın devrilerek yerine cumhuriyetin ilán edilmesinin birinci yıldönümü olan 1959'un 14 Temmuz'unda yaşandı ve tarihe Kerkük'te meydana gelen en büyük Türk katliamı olarak geçti. Mesut Barzani'nin babası Molla Mustafa Barzani sürgünden döneli, birkaç hafta olmuştu. Barzani'nin adamları Kerkük'teki bir Türk gazinosunu basıp bir Türk'ü öldürdüler.

Durumun gerginleşmesi üzerine şehre zırhlı birlikler gönderildi, sokağa çıkma yasağı ilán edildi ve Kerkük her taraftan kuşatıldı. Türklerin evleri bir anda Barzani'nin peşmergeleriyle Irak askerlerinin saldırısına uğradı ve Irak’ın o zamanki diktatörü General Abdülkerim Kasım’ın emriyle şehirde tam bir katliam yapıldı. Yüzlerce Türk katledildi, Türklere ait işyerleri yağmalandı ve bu terör tam üç gün boyunca devam etti.

1980 İDAMLARI: Kerkük'ün önde gelen Türk entelektüelleri, Saddam Hüseyin'in talimatıyla 1980'in 16 Ocak günü apar-topar yapılan gizli bir yargılamadan sonra toplu halde idam edildiler. İdamlar, 1990'daki Körfez Savaşı'na kadar aralıklarla devam etti.

1991, TUZHURMATU SALDIRISI: Körfez Savaşı sona ermiş ve Irak'ın kuzeyinde yaşayan Kürtler ayaklanmışlardı. Bağdat'tan gelen Saddam Hüseyin'e bağlı birlikler önce Kerkük'ün Tuzhurmatu kasabasına girerek çok sayıda sivili kurşuna dizdiler. Kasabadaki yüzlerce senelik Türk eserleri yerle bir edildi. Kuzeye, Türk sınırına doğru göçe başlayan halkın üzerine ateş açıldı ve helikopterlerle taranan Kerkük hemen arkasından top ateşine tutuldu. Tuzhurmatu'daki katliamın daha korkuncu Kerkük ile Erbil arasında bulunan Altınköprü kasabasında yaşandı, her cins ve her yaştan yüzlerce Kerkük Türkü isyan ettikleri gerekçesiyle kurşuna dizildi. Kerküklü Türkler, 80 sene boyunca işte böyle bir kábus içinde yaşadılar ve kábus hálá devam ediyor. Bazı kişilerin bu yazdıklarımı ‘‘şovenizm’’ ve ‘‘hayal’’ diye niteleyeceklerinden ve ‘‘değişim’’, ‘‘globalleşme’’, ‘‘jeopolitik dengeler’’ yahut ‘‘Ortadoğu-Kafkasya ekseni’’ gibisinden kavramlarla dolu yorumlar yapacaklarından eminim.

Ama şurasını hiç unutmayalım: Bu kavramlar başta Irak olmak üzere bazı komşularımıza hiçbir zaman uğramamıştır, oralarda asla teláffuz edilmezler. Dolayısıyla, Mesut Barzani diye birisi çıkıp Kerkük'ün ‘‘Kürt şehri’’ olduğunu iddiaya bile kalkışır ve çok daha önemlisi, Kerkük taraflarında yaşayan bir milyon civarındaki Türk için sadece ‘‘global bir yokoluş’’ söz konudur.

Bu üç maddeyi hiç unutmayalım

Irak'ın kuzeyinde otonom yahut bağımsız bir Kürt devleti kurulması, Musul ve Kerkük'ün geleceğinin yeniden gündeme gelmesi tartışmaları bana çok meşhur bir andlaşmanın bu konularla ilgili üç maddesini hatırlattı: Sevr Andlaşması'nın bağımsız bir Kürdistan'ın kurulmasıyla ilgili 62., 63. ve 64. maddelerini...

Bu üç maddeyi, hatırlatma bábında aynen veriyorum:

MADDE 62: Fırat'ın doğusunda, ileride tespit edilecek olan Ermenistan'ın güney sınırının daha güneyinde, ...Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin özerkliğini işbu andlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde, İstanbul'da toplanacak ve İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşacak olan bir komisyon hazırlayacaktır. Herhangi bir sorun üzerinde oybirliği sağlanamazsa, bu sorun, komisyon üyelerince, hükümetlerine götürülecektir...

MADDE 63: Türk Hükümeti, 62. maddede öngörülen komisyonlardan birinin veya ötekinin kararlarını, kendisine bildirildiğinden başlayarak üç ay içinde kabul etmeyi ve yürürlüğe koymayı şimdiden yükümlenir.

MADDE 64: İşbu anlaşmanın yürürlüğe konmasından bir yıl sonra, 62. maddede belirtilen bölgelerde yaşayan Kürtler, bu bölgedeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye'den bağımsız olmak istediklerini ispat ederek Milletler Cemiyeti Konseyi'ne başvururlarsa ve Konsey bu nüfusun bu bağımsızlığa láyık olduğu görüşüne varır ve bağımsızlığı tanımayı Türkiye'ye salık verirse, Türkiye bu tavsiyeye uymayı ve bölgeler üzerinde bütün haklarıyla sıfatlarından vazgeçmeyi şimdiden üstlenir.

Bu vazgeçmenin ayrıntıları Müttefik devletlerle Türkiye arasında yapılacak özel bir sözleşmeye konu edilecektir.

Bu vazgeçme ...gerçekleştiği zaman, Kürdistan'ın şimdiye kadar Musul Viláyeti'nde kalmış kesiminde oturan Kürtler'in bu bağımsız Kürt devletine kendi istekleriyle katılmalarına Müttefik devletler hiçbir şekilde karşı çıkmayacaklardır.

Derviş konusunda haklı çıktım

Geçen hafta, Kemal Derviş'in altıncı göbekten büyük dedesi olan Sadrazam Halil Hamid Paşa'nın hangi siyasi tarafı tutacağı konusunda bir türlü karar verememesinden dolayı kellesinden oluşunu yazmıştım.

Devlet içerisinde ortaya çıkan iki ayrı troyka, Birinci Abdülhamid'in sadrazamı olan Halil Hamid Paşa'yı kendi taraflarına çekmeye çalışmış ama Paşa iki tarafı da oyalamış, bunu yaparken zamanın hükümdarını saray darbesiyle tahtından indirmeye kalkmış ve 1785'in 27 Nisan'ında bu yüzden idam edilmişti.

Halil Hamid Paşa'nın hikáyesini yazdıktan sonra, torunu Kemal Derviş'in de aynı kararsızlığı gösterdiğini söylemiştim.

‘‘YTP'ye geçmeyeceğini’’ açıklayan, CHP'ye katılma konusunda hálá kararsız olan ama ‘‘solu birleştirmeye’’ çalışan Kemal Derviş için ‘‘Kararsızlığı büyük dedesine benziyor’’ demekle galiba haklıymışım.
Yazının Devamını Oku

Kararsız dedesi, karar verene kadar kellesinden olmuştu

11 Ağustos 2002
Kemal Derviş'in ne yapacağına, hangi tarafı tutacağına bir türlü karar verememesi, bana bundan 217 sene önceki bir başka kararsız devlet adamını hatırlattı: Halil Hamid Paşa’yı. Reformcu sadrazam Halil Hamid Paşa, 1787'de, yaşlı hükümdar Birinci Abdülhamid'i tahtından indirmek ve yerine genç ve dinamik bir şehzadeyi geçirmek için gizli temaslara başlamış, saraya muhalif gruplar arasındaki turları aylarca sürmüş ama saray darbesini ne zaman yapacağına bir türlü karar verememiş ve niyetinin öğrenilmesi üzerine kellesinden olmuştu. Küçük bir hatırlatma daha: Kararsız kalan Halil Hamid Paşa, Kemal Derviş'in altıncı göbekten büyük dedesiydi.

Kemal Derviş dün nihayet istifa etti, ‘‘birleştirme çabalarına devam edeceğini’’ söyledi ama hangi partiye geçeceğine karar veremedi. Cem'in YTP'sine mi yoksa Baykal'ın CHP'sine mi gideceği yahut kendi liderliğinde yeni bir hareket mi teşkil edeceği hálá bilinmiyor.

Bugünün siyaset dünyasındaki istifalar, bölünmüşlük, troykalar ve ittifak çabaları bana bundan 217 sene öncesindeki İstanbul'un siyaset meydanını hatırlattı. İşin daha da garibi, o zamanın siyaset dünyasıyla bugünkü arasında bir de ‘‘kan bağı’’ vardı: Bir dede-torun münasebeti...

Önce, bugünün siyasi yelpazesine bakalım: Bir tarafta Bülent ve Rahşan Ecevit ile bazı sadık ‘‘bendeleri’’ yani Emrehan Halıcı, Şükrü Sina Gürel ve diğerleri var; öbür tarafta ise Yeni Demokrasiciler: İsmail Cem ile Hüsamettin Özkan'ın takımı... Baykal'ın CHP'si beklemede, Kemal Derviş ise her tarafla görüşerek ‘‘solda birlik’’ arayışında ama ne yapacağı konusunda kararsız.

SARAYIN TROYKASI

Şimdi de, bundan 217 sene öncesinin İstanbul'una gidelim: Bitmek bilmeyen savaşlar ve kötü idare yüzünden ekonomi berbat, halk bezmiş haldeydi... Tahtta Birinci Abdülhamid vardı; ‘‘Kaptanpaşa’’ olan Cezayirli Gazi Hasan Paşa ile hükümdarın kızı Dürrüşehvar Sultan'ın kocası defterdar Ahmed Nazif Efendi ve defterdarın babası Selim Ağa, yaşlı padişahın en yakınlarıydı. Halk padişahı seviyor ama çekilen bütün sıkıntılardan etrafındakileri sorumlu tutuyordu.

Diğer tarafta ise ‘‘Sadrazam’’ yani başbakan olan Halil Hamid Paşa ile zamanın şeyhülislámı Dürrizade Ataullah Efendi, vezirlerden İsmail Raif Paşa ve Yeniçeri Ağası Yahya Ağa bulunuyordu. Birinci Abdülhamid, devleti ve ekonomiyi Avrupa ile yakın münasebetleri olan, özellikle de Fransa'nın desteğine sahip bulunan Sadrazam Halil Hamid Paşa'ya emanet etmişti. Padişah, İsmail Raif Paşa'dan nefret ediyor ama Halil Hamid Paşa bu veziri el üstünde tuttuğu için ses çıkartmıyor ve kızı ile damadı vasıtasıyla Halil Hamid Paşa' ve Paşa'nın etrafındakileri kontrol altında tutuyordu.

KURTARICI DİYE GELMİŞTİ

Halil Hamid Paşa,
iki senelik iktidarı sırasında aldığı tedbirler sayesinde ekonomiyi bir parça yoluna koymuş, halkın uzun zamandan beri ilk defa rahat bir nefes alabilmesini sağlamıştı. Ama 1785 Mart'ında, hükümdara bir takım garip haberler gelmeye başladı: Yeniçeri Ağası Yahya Ağa, Vezir İsmail Raif Paşa ile beraber bir darbe hazırlığı yapıyor, Şeyhülislám Ataullah Efendi bu hazırlıkları bilmesine rağmen ses çıkartmıyor ve işin daha da fena tarafı, bütün bu teşebüslerin başında Sadrazam Halil Hamid Paşa bulunuyordu. Saray, Paşa'nın niyetinin hükümdarı tahttan indirip yerine Veliahd Şehzade Selim'i, yani sonraki senelerin Üçüncü Selim'ini getirmek olduğunu; bunun için asker, ulema ve veliahd arasında mekik dokuduğunu ama darbeyi hayata geçirme kararını bir türlü veremediğini öğrenmişti.

Hükümdarın ajanları, Sultan Abdülhamid'i Halil Hamid Paşa konusunda aslında aylardan beri uyarıyorlardı. Meselá sadrazamın bir dost meclisinde padişahtan bahsederken ‘‘Efendimiz de pek ihtiyar’’ dediği ánında saraya yetiştirilmişti.

Paşa'nın bir saray darbesi hazırlığı yaptığının kesin şekilde anlaşılması üzerine Sultan Abdülhamid vaziyetten kızkardeşi Esma Sultan vasıtasıyla haberdar edildi ve tahtının elinden gitmek üzere olduğunu öğrenen yaşlı padişah hemen harekete geçti.

Sultan Abdülhamid, sadrazamı Halil Hamid Paşa'derhal azletti. Azil emri, Paşa'ya 1785'in 31 Mart gecesi uykudan uyandırılarak tebliğ edildi ve Paşa giyinmesine bile izin verilmeden gecelik entarisiyle önce Topkapı Sarayı'na götürüldü, orada birkaç saat tutulduktan sonra Gelibolu'ya sürgüne yollandı. Bu arada bütün mallarına el kondu, birkaç gün sonra Cidde Valiliği'ne tayin edildi ama hükümdar bu tayinden de vazgeçti, sabık sadrazamını Gelibolu'dan Bozcaada'ya göndertti ve 27 Nisan'da orada idam ettirdi. Paşa'nın kesik başı bal dolu bir tulum içinde İstanbul'a getirildi ve Topkapı Sarayı'nda teşhir edildi.

Darbe girişimine katılan kim varsa, hepsi tek tek ortadan kaldırıldı. Sultan Abdülhamid, Halil Hamid Paşa'yı sürgüne yolladığı gün Yeniçeri Ağası Yahya Ağa' boğdurdu. Azledilen Şeyhülislám Dürrizade Ataullah Efendi sürgüne gönderildiği sırada zehirletildi, hemen arkasından da İsmail Raif Paşa idam edildi.

ALLAH SONUNU BENZETMESİN

Sadrazam Halil Hamid Paşa'
nın kellesini cellád satırına uzatmasının öyküsü, işte kısaca böyle... Padişahı tahtından indirmeye karar vermiş olan Paşa kapı kapı dolaşarak kararını uygulamayı geciktirmese, yani hemen harekete geçip Birinci Abdülhamid yerine Şehzade Selim'i tahta oturtsa hem canından olmayacak, hem de Türkiye'nin ciddi anlamdaki ilk reform hareketleri birkaç sene önceden başlamış olacaktı.

Halil Hamid Paşa'nın kararsızlığını durup dururken böyle neden gündeme getirdiğimi merak etmiş olabilirsiniz. Söyleyeyim: Türkiye'nin bilinen ilk önemli reformcusu kabul edilen ama çok daha fazla güce meraklı olan bu merhum sadrazam paşamız, hangi tarafta yer alacağına hálá karar veremeyen Kemal Derviş'in altıncı göbekten büyük dedesidir de, o yüzden!...

İki mezar sahibi kararsız paşa dede

Daha önce de yazmıştım, şimdi kısaca tekrar edeyim: İstanbul'un eski ve aristokrat bir ailesine mensup olan Kemal Derviş, 18. yüzyıl Türkiyesi'nin paradan, puldan, hesaptan, kitaptan ve de ekonomiden anlayan birkaç devlet adamından biri olan Sadrazam Halil Hamid Paşa'nın altıncı göbekten torunudur.

Sadrazam Halil Hamid Paşa, 18. yüzyıl Türkiyesi'nin paradan, puldan, hesaptan, kitaptan ve ekonomiden anlayan birkaç devlet adamından biriydi ve işte bu ekonomi ve maliye bilgisi yüzünden 49 yaşında canından oldu.

Paşa, 1736'da Isparta'da doğdu. Çocuk yaşındayken babası Hacı Mustafa Ağa ile beraber İstanbul'a geldi, Babıali'ye girdi, zamanla yükseldi, bir ara tersaneyi de idare etti ve 43 yaşındayken ‘‘Reisülküttáb’’ yani dışişleri bakanı oldu.

Türkiye o günlerde tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşamadaydı: Ekonomi tükenmiş, ardarda girilen savaşlar ve uğranılan yenilgiler maliyeyi çökertmiş, ordu başıbozuk bir hale gelmiş, idari sistem her yönüyle çürümüştü ve devleti kurtarabilecek güçlü bir sadrazama ihtiyaç vardı.

Zamanın hükümdarı Birinci Abdülhamid, Halil Hamid Paşa'nın bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu düşündü. Paşa gençti, Türkiye'nin sıkıntılarının farkındaydı, dünyayı biliyordu, dışarıyla teması vardı ve özellikle Fransa'nın önde gelen isimleriyle iyi ilişkiler içindeydi. Birinci Abdülhamid, 1782'nin 31 Aralık'ında Halil Hamid Paşa'yı sadrazamlığa, yani o zamanın başbakanlığına getirdi ve Paşa, 2 yıl 3 ay süren sadrazamlığı sırasında işe bir tedbirler paketi hazırlayarak başladı, bütün mesaisini mali ve idari bir reformu hayata geçirmeye sarfetti, öncelikle de devleti savaştan uzak tutmaya ve ekonomiyi güçlendirmeye çalıştı.

Ardarda aldığı tedbirlerle devleti rahatlattı ama bu reformlar bazı çevreleri, özellikle de padişahın yakın çevresini huzursuz etti. Hele hükümdarı tahtından indirip yerine genç veliahdı geçirmek için gizli temaslarda bulunmaya başlaması, Paşa'nın sonunu hazırladı.

Bozcaada'da 1785'in 27 Nisan'ında idam edilen Halil Hamid Paşa'nın bugün iki mezarı var: Başsız vücudu Bozcaada'da, iskelenin karşısındaki camiin avlusunda; bal tulumuyla İstanbul'a gönderilip Topkapı Sarayı'nda günlerce teşhir edilen kellesi ise Karacaahmed Mezarlığı'nda gömülü...
Yazının Devamını Oku

Bana göre, bu ‘Üçüncü Tanzimat’ın ilánıdır

4 Ağustos 2002
Avrupa Birliği'ne uyum yasaları Meclis'ten önceki gece geçti. Çıkartılan kanunlar, bence ‘‘Üçüncü Tanzimat Fermanı’’nın ilánıydı. Bizim Avrupalı olma yolundaki ilk resmî çabamız 1839'daki ‘‘Birinci Tanzimat Fermanı’’ ile başlamış, bunu 1856'da ilán ettiğimiz ve ‘‘İkinci Tanzimat’’ denilen ‘‘Islahat Hatt-ı Humayunu’’ takip etmiş ve o zamandan bu yana Avrupalılaşma konusunda aynı ağırlıkta bir başka kanun yahut belge yayınlamamıştık. İlk iki ‘‘Tanzimat Fermanı’’na rağmen bize bir türlü açılmayan Avrupa kapılarının bu ‘‘Üçüncü Tanzimat’’ sayesinde açılıp açılmayacağını ise, yakında göreceğiz.

AVRUPA Birliği'ne uyum yasaları Meclis'ten önceki gece geçti. Çıkartılan kanunlar, bence ‘‘Üçüncü Tanzimat Fermanı’’nın ilánıydı. Bizim Avrupalı olma yolundaki ilk resmî çabamız 1839'daki ‘‘Birinci Tanzimat Fermanı’’ ile başlamış, bunu 1856'da ilán ettiğimiz ve ‘‘İkinci Tanzimat’’ denilen ‘‘Islahat Hatt-ı Humayunu’’ takip etmiş ve o zamandan bu yana Avrupalılaşma konusunda aynı ağırlıkta bir başka kanun yahut belge yayınlamamıştık.

Bizim Avrupalılaşma maceramız bundan 250 küsur sene önce, Üçüncü Ahmed'in iktidar yıllarında ‘‘Lále Devri’’ni yaşadığımız sırada başladı ve Üçüncü Mustafazamanında devam etti. İlk ciddi denemeler 1700'lerin sonunda yapıldı, reformların öncüsü Üçüncü Selim bu yolda canından oldu, onun yarım bıraktıklarını İkinci Mahmud devam ettirdi. Avrupalılaşmanın resmî adımını ise 1839'un 3 Kasım günü ilán ettiğimiz Tanzimat Fermanı ile attık. Eksik kalan tarafları, yani Avrupa'nın dikte ettirdiği öteki şartları 1856'nın 18 Şubat'ındaki Islahat Fermanı ile yerine getirip adına ‘‘İkinci Tanzimat’’ dedik ve ‘‘Üçüncü Tanzimat’’ı da önceki gece çıkarttığımız uyum yasaları ile ilán ettik.

Türkiye, 18 Şubat 1856'dan önceki geceye kadar, Avrupalılaşma konusunda aynı ağırlıkta bir başka kanun yahut belge yayınlamamıştı.

İlk iki ‘‘Tanzimat Fermanı’’na rağmen bize bir türlü açılmayan Avrupa kapılarının bu ‘‘Üçüncü Tanzimat’’ sayesinde açılıp açılmayacağını ise, yakında göreceğiz.

Bir düşüncemi açıkça söyleyeyim: Ben, Avrupa Birliği'ne gireceğimize, yani resmen ‘‘Avrupalı’’ olacağımıza hiçbir zaman inanmadım. Son iki asırlık tarihimiz hakkında yüzeysel bir bilgiye bile sahip bulunan hemen herkes geçmişteki çabalarımızın hep hüsranla neticelendiğini mutlaka görürdü.

Yanılmış olmayı temenni ediyor ve modern deyimiyle, ‘‘kayda geçmesi’’ için söylüyorum: Biz, Avrupalı olma konusundaki her önemli adımımızdan sonra mutlaka bir toprak tavizi verdik, bütün çabamıza rağmen bir yerlerin elimizden çıkmasını engelleyemedik.

Bunda da yanılıyorumdur inşallah!

250 senedir hepsinin hayali aynıydı


Meclis’in önceki gece çıkardığı kanunlar, bazı devlet ve fikir adamlarımızın 250 sene öncesine uzanan hayalleriydi. Bu devlet ve fikir adamlarının kimisi Avrupalılaşma yolundan canından olmuş, kimisi hayatını sürgünlerde geçirmiş, kimisi ise hayal ettiği reformun ancak bir kısmını yapabilmişti. Aşağıda, Türkiye'yi geçmişte ‘‘Avrupalı’’ yapmaya çalışan ve gayet uzun olan bu devlet ve fikir adamları listesindeki önemli isimlerin birkaçı yeralıyor:


ÜÇÜNCÜ SELİM: Veliahdlığından itibaren Avrupa'da olup bitenlerle yakından ilgileniyordu, gerçek anlamdaki ilk batılılaşma hareketleri 1789'da tahta çıkmasıyla başladı ve öncelik ordunun modernleştirilmesine verildi. Kurulan ‘‘Nizam-ı Cedid’’ birliklerini yetiştirmeleri için Avrupa'dan uzmanlar getirtildi, tersanelerle tophanenin ıslahına ve ekonomik alanda reforma çalışıldı. Ama bütün bu faaliyetler, ordunun ve devletin bir kesimini saraya ve hükümdara düşman etmişti. Yeniçeriler'in ayaklanması üzerine 1807'nin 29 Mayıs'ında tahttan indirildi, Topkapı Sarayı'nda bir odaya kapatıldı ve 28 Temmuz 1808'de öldürüldü.

ABDÜLMECİD: İkinci Mahmud'un oğluydu, 1839'da tahta geçtiğinde 17 yaşındaydı ve babasının tamamlayamadığı modernleşme projelerini sadrazamı Mustafa Reşid Paşa ile beraber hayata geçirmek ona nasib oldu. Bu yoldaki ilk önemli adım olan ve 1839'un 3 Kasım günü ilán edilen Tanzimat Fermanı'nın üzerinde onun tuğrası vardı.

Fermanın eksik kalan tarafları 1856'nın 18 Şubat'ında yerine getirildi ve Sultan Abdülmecid, o gün tarihlere ‘‘Islahat Hatt-ı Humayunu’’ diye geçen bir başka fermanı yayınlayıp devletine daha çağdaş bir hava verdi. 1861'in 25 Haziran'ında ölen Abdülmecid'in iktidar yıllarında özeelikle İstanbul'un sosyal hayatı ve günlük yaşayışı tamamen değişmişti.

MUSTAFA REŞİD PAŞA: Tanzimat döneminin en önemli devlet adamıydı ve Tanzimat Fermanı onun kaleminden çıkmıştı. Defalarca Paris ve Londra büyükelçisi oldu, dışişleri bakanlığı yaptı ve sonra sadrazamlığa yani başbakanlığa getirildi. 1858'de öldüğünde 50 yaşındaydı, altı defa sadrazam olmuş, başta Áli ve Fuad Paşalar gelmek üzere çok sayıda devlet adamı yetiştirmişti.

İKİNCİ MAHMUD: Amcası Üçüncü Selim'in reform hareketlerini bir buçuk yıl aradan sonra yeniden başlattı. Modernleşmenin önündeki en büyük engellerden biri olan Yeniçeri Ocağı'nı 1826'da kanlı bir şekilde ortadan kaldırdı. O da Avrupa'dan çok sayıda uzman getirtti, idare sistemini değiştirmeye çalıştı, yeni bakanlıklar ve daireler kurdu ve bu arada kılık-kıyafet konusunda önemli yenilikler yaptı. Resmî dairelerde Avrupa tarzı elbiseler giyilmesini emredip devlet dairelerine kendi resimlerini astırınca adı ‘‘gávur padişah’’a çıktı. Amcası Üçüncü Selim'in feláketinden ders aldığı için, kendisine karşı çıkanlara son derece sert davrandı ve kanlı bir şekilde cevap verdi. Türk tarihinin en büyük reformcularından olan İkinci Mahmud 1 Temmuz 1839'da öldüğünde, devlet yapısında çok önemli değişiklikler yapmayı başarmıştı.

ZAPTİYE


‘Vekil’ değil, ‘mebus’

UZUN senelerden beri kullanmadığımız ‘‘vekil’’ kelimesi, gazetelerimizde şimdi hemen her gün boy gösterir oldu. ‘‘Milletvekili’’ sözü uzun geldiği ve mizanpajda fazla yer tuttuğu için, ‘‘vekil’’ diye yazıyoruz.

Aynı şekildeki kısaltmayı batı basını da yapar, meselá İngiliz gazeteleri başlıkta yahut haber metninde ‘‘Member of Parliement’’in yani ‘‘parlamento üyesi’’nin kısaltılmışı olan ‘‘MP’’ harflerini kullanır.

Biz ‘‘milletvekili’’ne artık ‘‘vekil’’ diyoruz ama hata ediyoruz! ‘‘Vekil’’ sözü ‘‘milletvekili’’nin kısaltılmışı değil, ‘‘bakan’’ın karşılığıdır. Eski zamanların ‘‘vezir’’i zamanla ‘‘nazır’’ ve ‘‘vekil’’ olmuş, sonra ‘‘bakan’’ halini almıştır. ‘‘Milletvekili’’ kelimesinin yerine kullanmamız gereken söz, bunun kısa şekli olduğunu zannettiğimiz ‘‘vekil’’ değil, ‘‘mebus’’tur. Şiirlere, hattá hicivlere kadar giren ve Neyzen'e ‘‘Künyeni almak için partiye ettim telefon / Bizdeki kayda göre şimdi o mebus dediler’’ diye yazdıran ‘‘mebus’’ kelimesi...

Şimdi 55-60 yaşlarında olanlar, vaktiyle politikacıların seçim bölgelerinden bahsederlerken ‘‘İstanbul vekili’’, ‘‘Ankara vekili’’ değil, ‘‘İstanbul mebusu’’, ‘‘Ankara mebusu’’ dediklerini gayet iyi hatırlayacaklardır.
Yazının Devamını Oku

Troyka, üç atlı arabadır

21 Temmuz 2002
Siyaset literatürümüze geçen hafta giren ‘‘troyka’’ sözü Rusça'dır ve ‘‘üç atın çektiği araba’’ demektir. Biz, ‘‘troyka’’ kavramı ile aslında geçen hafta değil, bundan tam 291 sene önce bu aylarda kazandığımız Prut Savaşı sırasında tanıştık. Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa'nın kumanda ettiği Türk ordusu, Rus Çarı Petro'yu Prut bataklıklarında sıkıştırmış, Çar kuşatmadan Türk tarafının istediği barışı imzalayarak kurtulmuş ama dedikodular durmamıştı. Baltacı'nın düşmanları ‘‘Moskof Kraliçesi Katerina troykasına binip geldi ve bizim Paşa'nın çadırına girdi’’ diye láf çıkarmış, İstanbul haftalarca bu ‘‘troyka’’ ve ‘‘çadır’’

hadisesini konuşmuştu.


SİYASET literatürümüz, geçen hafta yepyeni bir kelime kazandı: ‘‘Troyka’’... İsmail Cem, Hüsamettin Özkan ve Kemal Derviş üçlüsüne şimdi ‘‘troyka’’ diyoruz.

‘‘Troyka’’ sözünün nereden geldiğini ve ne demek olduğunu acaba hiç merak ettiniz mi?

Kelime Rusça'dır, doğru yazılışı ‘‘troika’’dır ve ‘‘üç atın çektiği araba’’ demektir. Bizim nasıl öküzlerin çektiği ‘‘kağnı’’mız yahut sıska beygirleri koştuğumuz at arabamız varsa, Ruslar'ın da geleneksel ‘‘troyka’’ları vardır.

Rus tarihi boyunca ‘‘Çar’’ından yani imparatorundan Sibirya'daki köylüsüne kadar hemen herkes troyka kullanmış ve troykanın yapıldığı ağacın cinsi ile süsünün ölçüsü, sahiplerinin maddi gücünü gösterir olmuştu. Çar koşumları mücevherli, ağaç kısmı altın varaklı troykalarla gezerken asiller ve zenginler nisbeten daha ucuz taşlarla bezeli arabalar kullanır, halkın troykası ise son derece basit olurdu. Üstelik sadece yolda gitmeye yaramaz, tekerleklerin yerine kızak takılınca karda da işe yarardı.

YA KATERİNA OLMASAYDI?

Ruslar'ın bu geleneksel üç atlı arabası zamanla siyasi ve sosyal bir terim halini aldı. Özellikle 1945 sonrasında, üç başlı yönetimler ‘‘troyka’’ diye adlandırılır oldu, devlet idaresinden şirketlere kadar nerede üçlü bir yönetim varsa bunlara ‘‘troyka’’ dendi.

Biz, ‘‘troyka’’ sözü ile geçen hafta değil, bundan tam 291 sene önce bu aylarda, Ruslar'la yaptığımız Prut Savaşı sonrasında tanışmıştık. İstanbul, 1711 Temmuz'unun son günlerinde Rus ‘‘çariçe’’si yani imparatoriçesi olan Katerina'yı, çariçe ile Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa arasında birşeylerin geçip geçmediğini ve Katerina'nın ‘‘troyka’’sını tartışmış, bu tartışma aylarca devam etmişti.

İşte, troyka ile bu ilk tanışmamızın öyküsü:

Türkiye ile Rusya arasında uzun zamandan beri devam eden anlaşmazlıklar, Türkiye'nin 1711'in 9 Nisan'ında Rusya'ya savaş açmasıyla neticelendi. Türk donanması Karadeniz'e açıldı, Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa'nın kumanda ettiği ordu da Romanya taraflarında bulunan Rus ordusunu bulmak için Davudpaşa Kışlası'ndan sefere çıktı.

İki ordu, 19 Temmuz sabahı Prut Nehri sahilinde karşılaştılar. Baltacı'nın kuvvetleri Çar Petro'ya cepheden saldırdı, Kırım Hanı Devlet Giray da Rus ordusunu arka taraftan çevirdi. Çar Petro, 60 bin askeriyle beraber nehir ile gerideki bataklıklar arasında sıkıştı.

Paşalar, Rus ordusunun nasıl imha edileceğini tartışırlarken, Rus tarafında kader toplantıları yapılıyordu. Çar Petro ‘‘Savaşarak ölelim’’ dediği anda devreye karısı Katerina girdi ve Çar ile generallerini teslim olmaya ikna etti. O devrin savaşlarında, teslim olan ordunun karşı tarafa teslim haberini gönderirken yüksek mebláğda bir fidye ödemesi gerekiyordu.

Katerina yanındaki mücevherlerini ortaya koydu, generaller de bütün paralarını verdiler ve toplanan bu küçük hazine ‘‘Aman verilmesi’’ için Türk tarafına, Baltacı Mehmed Paşa'ya gönderildi.

Troyka ile ilk tanışma

Çar'
ın barış teklifi kabul edildi, Ruslar'a şartlarını Türk tarafının hazırladığı bir ön anlaşma imzalattırıldı ve Rus ordusunun bazı önemli generalleri rehin alındıktan sonra Prut'taki kuşatma kaldırıldı. Baltacı Mehmed Paşa, muzaffer bir kumandan olarak İstanbul'a döndü.

Ama, Paşa daha dönüş yolundayken İstanbul'u bir dedikodu sarmıştı: ‘‘Rus ordusu imha edileceği sırada Moskof Kraliçesi Katerina'nın 21 Temmuz akşamı troykası ile aniden Türk ordugáhına gelip Paşa'nın çadırına girdiği’’ söyleniyordu. Katerina yanında getirdiği çuvallar dolusu mücevher ile parayı Paşa'ya vermiş, içeride her nedense saatler boyu kalmış, şafak sökerken gene troykasına binip kocasının yanına dönmüş, Baltacı da birkaç dakika sonra ‘‘Kuşatmayı kaldırın’’ buyurmuştu!

1712 Temmuz'unun sonunda, İstanbul, Mehmed Paşa'nın Prut'ta kazandığı eşsiz zaferi troykayla gelip gene troykayla dönen bu ‘‘Moskof kraliçesi’’nin uğruna ‘‘sattığını’’ konuşuyordu.

PAŞA, ERKEKLİK sembolümüzDÜR

Paşa önce ‘‘Bu Moskof Kraliçesi masalı da neyin nesidir? Kadının çadırıma geldiğini kim görmüş?’’ dedi, sonra ‘‘Barış yapmaya mecburduk. Çar'ı sıkıştırmıştık ama bizim ordu da yerinden kımıldayamayacak haldeydi, Troykalı kadın hadisesi iftira, hem vallahi, hem billáhi!’’ diye kendisini savundu ama kimseleri inandıramadı. Zamanın hükümdarı Üçüncü Ahmed, Prut Savaşı'nın bu galip kumandanını 20 Kasım günü azletti.

Bizim ‘‘troyka’’ sözü ile tanışmamızın kısa öyküsü, böyle. Paşa ile Katerina'nın hiçbir zaman karşılaşmamış oldukları sonradan ortaya kondu ama asırlar boyu devam edegelen dedikodular son bulmadı. Mehmed Paşa'dan bugüne kalan tek hatıra, ‘‘erkeklik gücümüzün simgesi’’ haline gelmiş olan bu ‘‘Baltacı ile Katerina’’ efsanesinden ibaret.


Troykanın başını ortadaki beygir çeker


TROYKA, her türlü hava şartında kullanılması için yapılmıştır ve özellikle Sibirya taraflarının uzun ve karlı kış ayları için troykadan daha uygun bir vasıta yoktur. Kış troykalarında oturulan kısımların altında uzun ve yüksek kızaklar bulunur. Kar mevsimi sona erdiğinde, bu kızakların yerini geniş çaplı tekerlekler alır.

Arabayı çeken üç at arasında en önemli fonksiyona sahip olanı, ortadakidir. İki taraftaki atlar iki yana salınarak giderler ve bu aykırı gidiş, troykaya hoş bir hareket uyumu verir. Sürücü, troykayı dört dizgin ile idare eder.

Dizginlerin ikisi ortadaki, diğer ikisi de yandaki atlar içindir. Koşum takımlarında dizginlerin yanısıra çok sayıda meşin de vardır ve Ruslar bu meşinlerin her birinin başka bir işe yaradığını söylerler. Sürücünün yanındaki çan, bugünkü kornanın vazifesini yapar ve sesi uzak mesafelere duyurabilecek madenden imal edilmiştir.

En iyi troyka atları, Orlov cinsinden olanlardır. Ortaya koşulacak atlar üç buçuk ile dört, yan taraftakiler ise iki buçuk ile üç yaş arasında eğitilir ve eğitimlerinin tamamlanmasından sonra ortalama on sene boyunca hizmet verirler.


Sinan’ın hamamını yıkan kafa, yalıyı da kundaklar


ORTAKÖY'deki Naime Sultan Yalısı'nı da en nihayet yakıp harabeye çevirerek hallettik ve rahatladık.

Böylesine şık ve güzel bir binanın bahçesinin bir eğlence mekánının otoparkı olmasına çok kişi şaşırdı ama bana gayet normal bir iş gibi geldi. Ne de olsa Mimar Sinan'ın hamamını rant uğruna yerle bir etmiş, birkaç asırlık Mevlevihaneler'i çıtır çıtır yakmış, hatta dünyanın en zengin elyazması kütüphanelerinden birini bile rektör talimatıyla sandıklarda çürütmeyi başarmış bir millette mensuptuk ve Ortaköy'deki bir sultan yalısını yakmak, bizim için genetik vazife olmuştu.

Beni asıl şaşırtan hadise, başkaydı: Okul idaresi bundan tam iki ay önce özel bir güvenlik şirketine muhtemel bir yangın konusunde rapor yazdırmış, bunun için para da ödemiş ama rapordan yangın sonrasında hiç bahsedilmemişti.

‘‘Beta Güvenlik Sistemleri’’ adına endüstriyel yangın ve patlayıcı maddeler uzmanı Yunus Kızmaz'ın imzasını taşıyan 20 Mayıs 2002 tarihli raporun girişinde binanın yüksek derecede yangın riski taşıdığı söyleniyor ve alınması gereken tedbirler tam beş sayfada sıralanıyordu.

Şimdi, iki hususu merak ediyorum: Birincisi, okul idaresinin bu raporu bir yerlerden tehdit gibisinden birşeyler aldıktan sonra mı hazırlatmak ihtiyacını hissettiği, diğeri de iki ay raporun yangın sonrasında neden gündeme gelmediği.
Yazının Devamını Oku

Mutsuz aşklar yalısı

15 Temmuz 2002
Ortaköy'de önceki gün kül olan Naime Sultan Yalısı'nda, 20. yüzyılın ilk yıllarında büyük bir aşk skandalı yaşanmıştı. Devrik hükümdar Beşinci Murad'ın kızı Hadice Sultan, gönlünü komşu yalının sahibesi olan Naime Sultan'ın kocası ve Sultan Abdülhamid'in damadı Kemalettin Paşa'ya kaptırmış, ama bu aşk her iki taraf için de tam bir feláketle sonuçlanmıştı. Birbirlerine gönül veren Sultan ile damat paşanın torunları şimdi Paris'te yaşıyorlar.

Ortaköy'de önceki gün çıkan kuşkulu bir yangın sonucu alevlere yenik düşen Naime Sultan Yalısı, 20. yüzyılın ilk yıllarında büyük bir aşk skandalına sahne olmuştu. Zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid'in kızı Naime Sultan ile devrik hükümdar Beşinci Murad'ın damadı Kemaleddin Paşa arasında yaşanan fırtınalı bir aşk skandalına...

Abdülhamid, iki kızını Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa'nın babaları gibi ‘‘Paşa’’ olan iki oğluyla evlendirmişti. Naime Sultan'ı Kemaleddin, Zekiye Sultan'ı da Nureddin Paşa ile. Naime Sultan, kocasıyla beraber Ortaköy'de önceki gün kül olan yalıda yaşıyordu ama çiftin mutlu olmadığı söylenirdi.

Naime Sultan Yalısı'na kara tarafından bakınca, yalının sol tarafında Beşinci Murad'ın kızlarından Hadice Sultan'a ait olan ve bugün Yüzme İhtisas Kulübü olarak kullanılan bir yalı, onun yanında da yine Beşinci Murad'ın kızı Fehime Sultan'a ait olan ve şimdi yerinde yeller esen bir başka yalı vardı.

AŞK MI, İNTİKAM MI

1904 ilkbaharında bir gün, İstanbul bir aşk skandalının söylentileriyle çalkalandı. Devrik hükümdar Beşinci Murad'ın kızı Hadice Sultan, gönlünü kuzeni Naime Sultan'ın kocası olan Kemaleddin Paşa'ya, yani padişahın damadına kaptırmıştı. Hadice Sultan'ın, babası Beşinci Murad'ın tahttan indirilmesinde amcası Abdülhamid'in parmağı olduğuna inandığı ve amcasından gücü yettiğince bir intikam alabilmek için bu yolu seçtiği söyleniyordu.

ABDÜLHAMİD’İN ÖFKESİ

Hadise aslında söylenti değil, gerçekti ve Paşa ile Sultan'ın birbirlerine yazıp bir yalıdan ötekine gönderdikleri aşk mektupları Sultan Abdülhamid'in eline geçmişti.

Abdülhamid, kızı Naime Sultan'ı Kemaleddin Paşa'dan hemen boşattı, Paşa'yı Bursa'ya sürgüne yolladı ve Hadice Sultan'ı da hiçbir zaman sevmeyeceği bir hariciye memuruna nikáhladı.

Aşıkların kaderinde, aslında çok daha büyük acılar yazılıydı: Bursa sürgünü Kemaleddin Paşa, 1908 Meşrutiyeti'nden sonra İstanbul'a döndü, ama adı sanı bir daha hiç işitilmedi ve nerede ne zaman öldüğü bile duyulmadı. Hadice Sultan, 1924 Mart'ında hanedanın bütün mensuplarıyla beraber Türkiye'den sınırdışı edildi. İki çocuğuyla beraber sürgüne gitti ve 1938'de Lübnan'da yokluk içinde can verdi. Naime Sultan da sürgüne gönderildi, bir ara Fransa'da yaşadı ama geçim sıkıntıları yüzünden Arnavutluk'a yerleşti ve burada 1944'te, komünist darbesi sırasında hayatını kaybetti.

Bundan 100 sene önce dillerden düşmeyen bu skandal aşkın kahramanlarının soyundan gelenler, şimdi Paris'te yaşıyorlar. Naime Sultan'ın torunu Bülent Osman, eşi Jeanninne ile Paris'in en şık semtlerinden Passy'de oturuyor. Hadice Sultan'ın torunu ise Fransa'nın en tanınmış yazarlarından ve kitapları bizde de liste başı olan bir isim: Kenize Murad. Büyükanneleri ve dedeleri arasında geçmiş olan acı hadiseler ikisini de hiç ilgilendirmiyor ve aralarında gayet yakın bir dostluk var.
Yazının Devamını Oku

Doktor ve üfürükçü raporu ile indirilen üç padişah

14 Temmuz 2002
Hasta olan devlet büyüklerini o makamda tutmamak, eski asırlardan beri várolan ‘‘derin devlet’’in kararıyla yahut doktor raporuyla görevlerinden uzaklaştırmak bizde bir devlet geleneğiydi. Birinci Mustafa'yı, Sultan İbrahim'i ve Beşinci Murad'ı işte bu geleneğe uyarak tahtlarından indirmiştik. Her üçünün de aklından zoru vardı, çok hastaydılar ve hastalık dışında bir ortak noktada daha buluşuyorlardı: Hastalıkları boyunca, devleti anneleri idareye kalkmış ve herşeyi birbirine sokmuşlardı.

AYLARDIR, Başbakan Bülent Ecevit'in hastalığıyla meşgulüz. Bir ara vekálet müessesesinin işletilip işletilemeyeceğini tartıştık ama başbakan ‘‘yerimi kimseye bırakmam’’ dedi. Gayet yoğun bir tedavi programı uygulandı, evine kapanmış olan Ecevit ayakta durmaya bile mecáli yokken işinin başına döndü, derken DSP'deki malum karışıklıklar çıktı, Ankara toz-duman oldu ve siyaset dünyasında hálá göz gözü görmez halde...

Halbuki biz, hasta olan devlet büyüklerini o makamda tutmamak, eski asırlardan beri várolan ‘‘derin devlet’’in kararıyla yahut doktor raporuyla görevlerinden uzaklaştırmak gibi bir geleneğe sahiptik ve bu geleneği üç padişaha da uygulamaktan çekinmemiştik: Birinci Mustafa'ya, Sultan İbrahim'e ve Beşinci Murad'a...

Her üç padişah da hastaydı ama hastalıkları daha başkaydı, akıllarından zorları vardı. Sultan Mustafa iki defa tahta geçmiş ve devletin tepesindekilerin ‘‘Padişahın delirdiği, görevlerini yerine getiremeyeceği’’ yolunda karar vermeleri üzerine 1618'in 26 Şubat'ında ve 1623'ün 10 Eylül'ünde iki defa tahtından indirilmişti. Aynı şekilde, hasta olan Sultan İbrahim de falcılara, üfürükçülere ve doktorlara muayene ettirildikten sonra 1648'in 8 Ağustos'unda ‘‘hal’’ edildi, yani tahtından indirildi.

Hükümdarın ‘‘delirmesi’’ gerekçesiyle iktidardan uzaklaştırılması hadisesinin sonuncusunu 1876'da, Beşinci Murad'ın doktor raporu alınarak tahttan indirilmesiyle yaşadık. İşte, bu hadisenin kısa öyküsü:

Liderliğini Hüseyin Avni Paşa'nın yaptığı bir cunta, imparatorluğu 15 sene boyunca idare etmiş olan Sultan Abdüláziz'i 1876'nın 30 Mayıs'ında tahtından indirdi. Abdüláziz'in yerine, veliahd Murad Efendi ‘‘Sultan Beşinci Murad’’ olarak tahta geçti. Yeni hükümdarın zamanının entelektüel çevresiyle ilişkisi vardı ve ekonomiden politikaya kadar herşeyi berbad bir halde bulunan devletin onun sayesinde düzelebileceği hayal ediliyordu.

Ama devletin en tepesindekiler, 35 yaşındaki yeni padişahın hiç de bekledikleri gibi çıkmadığını gördüler: Hükümdar bir garipti, sinirleri bir hayli bozuktu ve içki merakı çok daha fazla artmıştı. Hele, tahta çıkmasından beş gün sonra amcası olan sabık hükümdar Abdüláziz bilekleri kesilerek öldürülünce, davranışları daha da garipleşti. Sarayda ‘‘Kan da istemem, saltanat da istemem’’ diye kendi kendine konuşmaya başladı. O gece Dolmabahçe Sarayı'nın alt katındaki pencerelerden birinden bahçeye çıkıp havuza atlayıverdi. Hastalık, sonraki günlerde daha da arttı ve bu yüzden tahta çıkan her hükümdarın yapması gereken Eyüpsultan'daki kılıç kuşanma merasimi yapılamadı.

Saray doktoru Capoleone'nin uyguladığı eski tarz tedavi usulleri, padişahı daha da zayıf düşürmekten başka bir işe yaramadı. Meselá hükümdarı ardarda bir soğuk bir sıcak sulara sokuyor, sülükler yapıştırıyordu. Bir defasında Sultan Murad'ın kulak arkası ile ensesine tam yetmiş adet sülük yapıştırdı. Doktor bu işlerle meşgul olurken, hükümdarın annesi Şevkefzá Kadınefendi de üfürükçülerle ve büyücülerle temas ediyor, muskalar yazdırıp oğlunun çamaşırlarını tütsületiyordu.

Uygulanan garip tedaviler yüzünden, hükümdar daha da zayıf düştü. Arada bir cuma namazına gitmek için atına binerek saraydan çıktığında ellerini ve kollarını sallayıp garip hareketler yapıyor, halka kaş-göz işaretleri ediyordu. Devlet işleri yapılamaz olmuştu. Kararnameler çıkartılamıyordu, hükümet kilitlenmiş haldeydi ve yabancı elçiler itimadnamelerini veremiyorlardı. Doktor Capoleone, işte bu arada ‘‘Padişahın iyileşmesi ihtimali çok düşüktür’’ diye bir rapor verdi.

Hükümet tek bir raporla yetinmedi ve İngiliz elçisinin de tavsiyesiyle, o günlerde Avrupa'nın en iyi sinir doktoru olan Avusturyalı profesör Leidsdorff İstanbul'a davet edildi.

Leidsdorff geldi, padişahı iyice bir muayene etti ve 1876'nın 13 Ağustos'unda hükümete bir rapor verdi: Hükümdarın iyi olup olmayacağı en az üç ayda anlaşılabilirdi.

O zamanın ‘‘derin devlet’’i, işte bu rapora dayanarak Sultan Murad'ı tahttan indirmeye kadar verdi ve zamanın şeyhülislámı Hasan Hayrullah Efendi'den fetva alındı. Fetvada ‘‘Müslümanların imamı olan kişi daimi bir cinnet neticesinde delirdiği takdirde, uhdesindeki görevler boşalmış sayılır’’ deniyordu. Beşinci Murad, 1876'nın 31 Ağustos günü işte bu fetva ile tahtından indirilip Çırağan Sarayı'na kapatıldı ve tahta 34 yaşındaki kardeşi Şehzade Abdülhamid Efendi geçirildi. Yeni hükümdar 33 yıl boyunca tahtta kalacak ve tarihlere ‘‘İkinci Abdülhamid’’ adıyla geçecekti.

Devrik padişah, kapatıldığı Çırağan Sarayı'nda, tam 28 sene boyunca çocuklarıyla beraber hapis hayatı yaşadı. Az da olsa iyileştiği ama tam düzelemediği söyleniyordu. Günlerini okumakla, piyano parçaları bestelemekle ve arada bir gelen torunlarıyla alákadar olmakla geçirdi. Kızları, Çırağan'dan ancak evlenerek ayrılabildiler, Sultan Murad ise hapishanesinden ancak 1904 Ağustos'unda ama hayata veda ederek çıkabildi.

Hastalıklarının şifa bulmayacağının anlaşılması üzerine tahtlarından indirdiğimiz hükümdarlar işte bu üç kişiydi ve bir ortak noktaları daha vardı: Hastalıkları boyunca anneleri devleti idareye kalkmış ve herşeyi birbirine sokmuşlardı.


İntihalci hoca ceza gördü, darısı ötekinin başına


HAFTALARDIR, İstanbul Üniversitesi'nin rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nun Amerika'da çıkmış olan bir bilimsel makaleyi makaslayıp kendi adıyla yayınlaması hadisesini yazıyorum ve rektörden hálá ses yok.

Bu hafta, elime çok enteresan bir belge, Türk Tabipler Birliği'nin bir kararı geçti: Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde hocalık eden Prof. Dr. Atalay Arkan, Almanya'da çıkmış olan anestezi ile ilgili bir kitabı intihal etmiş yani Türkçe'ye çevirmiş ve üzerine kendi ismini koyarak yayınlamıştı. İzmir Tabip Odası intihal iddiasının üzerine gitmiş, Prof. Arkan'ın kitabının bir ‘‘bilimsel hırsızlık’’ yani ‘‘intihal’’ ürünü olduğuna görmüş, Arkan'a ‘‘15 gün meslekten men’’ cezası vermiş ve Türk Tabipler Birliği bu kararı onaylamıştı. Bu intihal hadiseleri sırasında, birkaç ay öncesine kadar her vesileyle ‘‘İntihalcileri bildirin, gereğini yapalım’’ diyen YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz'de hiçbir hareket yoktu.

Bendeniz, şimdi İstanbul Tabip Odası'nın başındakilerin ilmi haysiyete İzmirli meslekdaşları kadar düşkün olmamalarının sebebini merak ediyorum.

Bu arada, İstanbul'daki intihalci hocalardan bir ricam var: ‘‘Yazdıkları bizi yeteri kadar yıprattı, daha fazla yazmasına engel olun’’ diyerek bazı dostlarımı rahatsız etmekten vazgeçin. Fena bir huyum vardır, haklı olduğum konularda aracı kullanıldığı takdirde, işin üzerine daha fazla giderim ve gideceğim. Rektör Alemdaroğlu mertçe ortaya çıksın, ‘‘Evet kardeşim, makasladım ama hata etmişim’’ desin ve üç seneden beri sandıklarda çürümeye mahkûm ettiği üniversitenin Merkez Kütüphanesi'ndeki 30 küsur bin elyazmasıyla nadir kitabı yeniden okuyucuya açacağını söylesin, susayım.


Ayvalık'ta Harvard vardı da biz mi gitmedik


HARVARD Üniversitesi'nde 30 küsur seneden beri hocalık yapan Profesör Şinasi Tekin'den daha önce birkaç defa bahsetmiştim. Dünyanın önde gelen türkologlarındandı ve bundan birkaç sene önce Ayvalık'taki Cunda Adası'nda Harvard Üniversitesi'ne bağlı bir ‘‘Osmanlıca Yaz Okulu’’ açmıştı.

Şinasi Bey'in bu okulu açabilmek için neler çektiğini, işin taaa başından itibaren takip ettim. Amerika'daki malını-mülkünü ipotek ederek aldığı parayla bir vakıf kurdu, Ayvalık'taki küçük yazlığını bu vakfa verip okul haline getirdi, sonra Harvard Üniversitesi'nden de okulun açılması iznini elde etti ve burada verilecek dersleri Harvard'ın ‘‘resmi eğitim’’ statüsüne aldırdı.

Harvard'ın Ayvalık'taki bu küçük uzantısında Koç Üniversitesi'nin sağladığı burslarla her yıl bir düzine kadar Harvardlı öğrenci şimdi bir buçuk aylığına Türkiye'ye gelip burada ders görüyor ve Türk kültürünü ‘‘dilinden yemeğine kadar’’ yerinde öğreniyorlar.

Ama, yaz okulunun bir ‘‘yer’’ sıkıntısı vardı, öğrenci sayısı arttığı için Cunda'daki küçük eve artık sığmıyorlardı ve bu sıkıntı bu hafta, hoş bir jestle çözüldü: Koç Holding İdare Meclisi Üyesi ve yazarımız olan Sevgi Gönül, okulun hemen yanındaki tarihi binayı küçük bir servet ödeyerek satın aldı ve Osmanlıca Yaz Okulu'na tahsis etti. Binanın restorasyonunu Türkiye'nin en zevkli mimarlarından olan Dr. Sinan Genim yapacak.

Geçen perşembe günü Sevgi Hanım, Dr. Sina Genim ve bendeniz, helikopterle bir günlüğüne Ayvalık'a gittik. Öğle yemeğimizi Alev ve Halis Komili'nin eskiden manastır, şimdilerde ise artık pek rastlanmayan bir birlikteliğin, ‘‘zevkle servetin ortak eseri’’ olan nefis evlerinde yedik. Sonra Harvard'ın yaz okulunu ziyaret ettik ve hem okulu, hem de okula dahil edilecek olan yeni alınan binayı gezdik. Sinan Genim restorasyonu nasıl yapacağına karar verdikten sonra Sevgi Hanım evin anahtarlarını Şinasi Bey'e teslim etti.

Sahip olunan servetin bir kısmının böyle işlere sarfedildiğini görmek, insana büyük keyif veriyor.
Yazının Devamını Oku

90 yıl sonra yine aynı hasta adam fotoğrafı

7 Temmuz 2002
Tam bir buçuk asır aradan sonra, kendimizden ‘‘Avrupa'nın hasta adamı’’ diye bahsettirmeyi nihayet başardık! ‘‘Hasta adam’’ sözünün patenti Rus Çarı Birinci Nikola'ya aitti, ilk defa 1853'ün 9 Ocak'ında, Petrograd'daki kışlık sarayda kullanılmıştı ve diplomasi tarihinde bu söz kadar yerlemiş ve onun kadar sık kullanılmış bir başka ifade yok gibiydi. İşte, 1850'li senelerin ‘‘hasta adam’’ının son günleri ve hastanın nasıl can verdiğinin öyküsü... TAM bir buçuk asır aradan sonra, kendimizden ‘‘Avrupa'nın hasta adamı’’ diye bahsettirmeyi nihayet başardık! İngiliz ‘‘The Times’’ gazetesi, önceki gün Türkiye'yi anlatırken ‘‘Avrupa'nın hasta adamı’’ başlığını kullandı.

Avrupa'nın gözünde dönüp dolaşıp bundan 150 sene önceki halimize geldiğimizi görünce, ‘‘hasta adam’’ yakıştırmasının nereden geldiğini ve o zamanki hastalığımızın seyrini anlatayım dedim...

Diplomasi tarihinde, ‘‘hasta adam’’ sözü kadar yerleşmiş ve onun kadar sık kullanılmış bir başka ifade yok gibidir. Yakıştırmanın patenti Rus Çarı Birinci Nikola'ya aittir ve ilk defa 1853'ün 9 Ocak'ında, Petrograd'daki kışlık sarayda kullanılmıştır.

Türkiye, o günlerde her bakımdan berbad haldedir. Ekonomisi çökmüş ve siyasi hayatı kilitlenmiştir ama yolsuzluklarda hiçbir gerileme yoktur. Ama bu vaziyetine rağmen ‘‘Avrupalı olmak’’ istemekte, Avrupa ise Türkiye'yi nasıl paylaşacağının hesabını yapmaktadır.

Çar, 1853'ün 9 Ocak gecesi, kışlık sarayında bir balo verir. Bir ara İngiliz elçisi Sir George Hamilton Seymour'u bir kenara çeker ve söze ‘‘...Kollarımızın arasında hasta bir adam var’’ diye başlar. ‘‘Çok hasta... Lázım olan bütün tedbirleri almadan önce kaybetmemiz büyük bir feláket olacaktır.’’

Sonra ‘‘Türkiye ansızın ölebilir. Bu takdirde, üzerimize kalacaktır. Ölüleri diriltemeyiz. Türkiye ölünce, bir daha dirilmemek üzere ölecektir’’ der ve Avrupa'nın Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşması planını anlatır.

‘‘Hasta adam’’ sözü, İngiliz Elçisi Sir George Hamilton Seymour'un işte bu balonun hemen ertesi günü Londra'ya gönderdiği raporda yeralacak ve diplomasi tarihinin en sık kullanılan kavramlarından biri olacaktır.

Aşağıdaki kutularda ‘‘hasta adamın’’ son günleri ve o hastanın nasıl can verdiğinin öyküsü yeralıyor. O günlerde yaşananları bugün yaşadıklarımızla bir mukayese edince, Avrupa'nın bizden yine ‘‘hasta adam’’ diye bahsetmesinin sebebini herhalde siz de farkedersiniz.


‘‘Hasta adam’’ böyle öldü


Çar Birinci Nikola, 1853 Ocak'ında ‘‘hasta adam’’ tabirini ortaya attığı sırada, Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecid vardı. Ekonomi berbattı ve sık sık değiştirilen programlar piyasaları çökertmekten başka bir işe yaramaz hale gelmişti. Devletin başındakiler birbirleriyle didişirlerken yolsuzluğun envai çeşidini yapıyorlardı ve herbiri sırtını bir başka memleketin elçiliğine dayamıştı.

Türkiye ‘‘Avrupalı olma’’ çabası içerisindeydi ama devletin içindeki bir grup buna karşıydı. Avrupa'dan gelen deprem yardımları bile ‘‘Onların yardımına ihtiyacımız yok’’ diye geri çevrilmişti.

Biz Avrupalılaşmaya çalışırken, Avrupa, 1839'da ilán edilmiş olan Tanzimat Fermanı'ndaki vaadleri az buluyor, daha fazlasını istiyordu. Hükümet ise reform vaadlerinde bulunuyor ama kanunlar bir türlü çıkmıyordu.

1854'te Avrupa devletleriyle beraber Rusya'ya harp ilán ettik ve ‘‘Kırım Savaşı’’ başladı. Çar, 1855 Eylül'ünde ateşkes istedi. Artık Avrupalı olacağımızdan emindik ama müttefiklerimiz ‘‘önce reform’’ dediler. İşkencenin yasaklanmasını, cezaevlerinin ıslah edilmesini, halka din hürriyeti verilmesini ve vergi reformu yapılmasını istiyorlardı. 1856'nın 18 Şubat'ında ‘‘Islahat Hatt-ı Humayunu’’nu yayınlayıp daha bir çağdaş olduk, Avrupa da 1856'nın 30 Mart'ında bizim ‘‘Avrupalı’’ olduğumuzu ilán etti.Ama Avrupalılaşmamız kısa sürdü. Rusya, 1856 andlaşmasını tanımayacağını duyurdu. Derken ‘‘93 Harbi’’ denilen 1876'daki Türk-Rus savaşı çıktı, Rus ordusu Yeşilköy’e dayandı, ‘‘hasta adam’’ komaya girdi, bunu Balkan ve Birinci Dünya Savaşları takip edince de vefat edip gitti. Devlet, savaş senelerinde cephelerin yanısıra, bir yandan da tahtta bulunan Sultan Reşad'ın hastalıklarıyla uğraşıp durmuştu.

İngiltere, 1860'larda, Lübnan’daki Dürziler'i, Fransa ise Hıristiyan halkı himaye bahanesiyle siláhlandırmış, sonra da Bábıáli'den ‘‘Lübnan'daki azınlıkların haklarını tanımasını’’ istemişlerdi. ‘‘Hasta adam’’, 5 Eylül 1860'ta Lübnan'a bir ‘‘Avrupa askeri gücü’’ gönderilmesini kabul etti, talepler bitmeyince de Lübnan'a özerklik verdi.

Avusturya ile Rusya'nın Hersek'in Türk idaresinden ayrılması için senelerden beri gizliden gizliye yaptıkları faaliyet, semeresini 1875'in 13 Nisan'ında verdi, Hersek'te kanlı bir isyan çıktı. Avrupa, Bábıáli'ye 1876'nın 31 Ocak günü meşhur ‘‘Andrassy Muhtırası’’nı dayadı: Hersek'teki Hıristiyanlara dini serbestlik verilmesi, vergi reformu ve Hersek'ten alınan verginin sadece Hersek'e harcanması isteniyordu. ‘‘Hasta adam’’ için talepleri kabul etmekten başka çare yoktu. Ama birkaç sene sonra, Bosna-Hersek Avusturya'nın oldu.

Girit Meclisi, 1896'da ‘‘Yunanistan'la birleştiğini’’ açıkladı. Biz hálá Avrupalılaşma derdindeydik ama Avrupa ‘‘Girit'i vermeden bizden olamazsınız’’ dedi. 1897'de Yunanistan'a savaş ilán ettik. Atina'ya girmemize ramak kalmışken Paris ve Londra ‘‘Haydi, barışın’’ deyince durduk ve Avrupa, Osmanlı toprağı olan Girit'in ‘‘özerkliğini’’ açıkladı. Savaşta kazanmış ama masada kaybetmiştik. Aradan seneler geçti, Girit Meclisi 6 Kasım 1908'de ‘‘Yunanistan'a ilhak’’ kararı verdi, ‘‘hasta adam’’a ise sadece birkaç protesto mitingi yapmak kaldı.


İntihalci rektör ve çevresi bu kızdan ders alsınlar


Ali Emiri Efendi, Türk tarihinin en meşhur kitap meraklısıydı. Çoğu tek nüsha olan yani başka örneği bulunmayan binlerce elyazması toplamıştı. Türkçe’nin bilinen en eski sözlüğü Divan-ı Lügatü't-Türk, onun yokolmaktan kurtardığı eserlerden sadece biriydi.

1908'de, Fatih'teki Feyzullah Efendi Medresesi'nde sadece Türkiye'nin değil, bütün dünyanın en zengin özel kitaplıklarından birini kurup başına geçti. 1924'teki ölümüne kadar, kendi eseri olan bu kütüphaneyi idare etti.

‘‘Millet Kütüphanesi’’, ilim dünyasına uzun seneler hizmet verdi. Derken 19 Ağustos depremi geldi, bina hasar gördü ve kitaplar Bayezid'deki genel kitaplığa taşındı, raflara yerleştirilip iki sene kapalı kaldılar.

Melek Gençboyacı adında bir hanımın, kütüphanenin müdireliğine tayin edilmesine kadar...

Melek Hanım tam 34 bin cild kitabın sayımını yaptı. Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın kapısını aşındırıp Millet Kütüphanesi'nin depremden sonra dört bir yana tayin edilmiş olan personelini eski vazifelerine getirtti. Bakandan, Fatih'teki binanın tamiri için 500 milyar ödenek koparttı ve Fatih Kaymakamı Ali Ertan Yücel'le beraber restorasyonları, Bayezid'deki geçici binada da okuyucuya hizmeti başlattı. Millet Kütüphanesi, Melek Hanım'ın sayesinde şimdi eski günlerindeki gibi okuyucuyla kaynıyor.

Bu yazıyı yazmamın sebebi, İstanbul Üniversitesi'nin Merkez Kütüphanesi'ni depremden sonra kapatan, burada bulunan 35 bin civarındaki kitabı ‘‘okunmamaları için’’ sandıklarda çürümeye mahkûm edenlere bir ders göstermek!

İstanbul Üniversitesi'nin rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nun Amerika'da yayınlanmış bir makaleyi makaslaması ve maiyetindekilerin de üniversitenin Merkez Kütüphanesi'ni çürümeye mahkûm etmeleri rezaletini haftalardır gündemde tutmaya çalışıyorum. İntihalci rektörümüzden hálá ses gelmiyor ama kütüphanenin başındaki zevatın kımıldamaya başladıklarını ve ‘‘Acaba ne yapsak?’’ diye düşündüklerini işitip memnun oluyorum.

Yapmaları gereken işi söyleyeyim: İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi'ni kaşla göz arasında kapattıkları gibi derhal açmakve ilim dünyasına yeniden hizmet vermek! Bunu yapacaklar, zira elleri mahkûm! Şimdilik şu kadarını hatırlatayım: İsimlerinin başında ‘‘kütüphanecilik profesörü’’ unvanını taşıyan ama kitap zevkinden nasibini almamış hanımların, Millet Kütüphanesi'ni hayata kavuşturan Melek Gençboyacı'dan öğrenecekleri çok şey var!

Kütüphane ve intihal tefrikam haftaya da devam edecek, meraklanmayın.
Yazının Devamını Oku

Ya bizim de böyle liderimiz olsaydı?

30 Haziran 2002
‘‘Türkmenbaşı’’ Saparmurad Niyazov, Türkiye'nin Senegal'i yenmesinden sonra, Aşkabat'ta bulunan vatandaşlarımızın sevinç gösterilerinden rahatsız oldu ve bir daha böyle kutlamaların yapılmamasını istedi. Daha önce de birçok gariplikler eden ve vatandaşlarımıza milli maç heyecanını bile çok gören ama ülkesindeki bazı yazarlar tarafından ‘‘peygamber’’ ilán edilen Türkmenbaşı'yı yakından tanımak için, onun bizzat yazdığı ‘‘Ruhname’’ isimli kitabının bazı bölümlerinden örnekler veriyorum. Okuyun ve Türkmenbaşı hakkında dünkü gazetlerde yer alan ‘‘Bu nasıl Türk?’’ sorusunun cevabını kendiniz bulun.

TÜRKMENBAŞI’’ yani Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurad Niyazov, Türkiye'nin Senegal'i yenmesinden sonra Aşkabat'ta yaşayan vatandaşlarımızın sevinç gösterilerinden rahatsız olmuş ve Dışişleri Bakanı'nı Aşkabat Büyükelçiliğimiz'e göndererek ‘‘Brezilya'yı da yenerlerse böyle yapmasınlar’’ demiş.

Haberin dünkü gazetelerde ‘‘Bu nasıl Türk?’’ başlığıyla çıktığını görünce, Türkmenbaşı'nın ‘‘nasıl biri’’ olduğunu kendi yazdıklarından anlatmak istedim.

Saparmurad Niyazov garip hareketleriyle tanınıyordu ama garipliklerinin zirvesi, önceki sene yazmaya başladığı ‘‘Ruhname’’ adını verdiği kitabıydı. Ruhname'nin giriş bölümünü bizzat kaleme almıştı, diğer bölümlerini ise bir komisyon kaleme alıyordu.

Kitabın yayınlanacağının duyurulmasından sonra Türkmenistan'da bir pohpohlama kampanyası başladı. Eli kalem tutan hemen herkesin, Ruhname'nin ‘‘faziletlerinden’’ bahsetmesi artık bir vazife olmuştu. Ama bazıları bu işte biraz ileri gittiler. Meselá başkanlık sözcüsü Kakamurat Ballıyev ile Osman Odayev adındaki bir gazeteci, Ruhname'yi anlatırken işi Türkmenbaşı'nın ‘‘Üçüncü milenyumda Türkmen halkına gönderilmiş yeni peygamber olduğunu’’ ve ‘‘iláhi güçlere sahip bulunduğunu’’ iddiaya kadar götürüverdiler.

Türkmenbaşı'nın ‘‘Ruhname’’si hakkında bizim gazetelerimizde de bir hayli haberler çıktı ama bunlar sadece ‘‘kitabın yazıldığı’’ yolunda haberlerdi ve muhteviyatından tek satırla olsun bahsedilmedi. Kitap, birbirinden garip ifadelerle doluydu. Meselá ‘‘Türkmen’’ sözünün ‘‘Türk’’ ve ‘‘iman’’ kelimelerinden meydana geldiği iddia ediliyor, Türkmenler'in Hazreti Nuh'un soyundan oldukları söyleniyor ve Oğuz Han'dan ‘‘peygamber’’ diye bahsediliyordu.

Vatandaşlarımıza milli maç heyecanını bile çok gören Türkmenbaşı'yı daha yakından tanımanız için, yandaki sütunda Ruhname'nin onun kaleminden çıkma bazı bölümlerinden örnekler veriyorum. Okuyun ve Türkmenbaşı hakkında dünkü gazetelerde yer alan ‘‘Bu nasıl Türk?’’ sorusunun cevabını kendiniz bulun.


Göktaşlarına bile kendi adını verdi


İşte, ‘‘Türkmenbaşı’’ Saparmurad Niyazov'un Türk vatandaşlarının milli maç heyecanlarını yasaklamasından önceki tuhaflıklarından bazıları:

Türkmenistan bozkırlarına düşen meteorlara kendi adını verdi.

‘‘Türkmen'in kanında bale ve opera kavramlarının bulunmadığı’’ gerekçesiyle, baleyi ve operayı kapattı.

Hava tahminini yanlış yapan meteoroloji çalışanlarının aylıklarını kesti, sonra bu cezayı hata yapan her seviyede devlet görevlisine uygulamaya başladı.

Enerji ve Sanayi Bakan Yardımcısı Anagülü Cumageldiyov'u ‘‘baş kalfa’’ olarak elektrikçilik stajına yolladı. Türkmenistan'a resmi ziyaret yapan Türk bakanları da arada bir, bir güzel haşladı.

Annesinin hatırasını yaşatmak için, Bouygues adında bir Fransız şirketine Aşkabat yakınlarındaki Kıpçak köyünde 86 milyon dolara malolacak bir cami inşaatı başlattı.

Türkmen parlamentosu tarafından ‘‘hayat boyu başkan’’ ilán edildi ama daha sonra bu süreyi kendi arzusuyla 2010 yılına indirdi.

Türkmenbaşı'nın ‘‘peygamber’’ olduğunu iddia eden başkanlık sözcüsü Kakamurad Ballıyev'in kapalı mekánda sigara içtiğini görünce bir aylık maaşını kesti.


Ruhname meğer neymiş!


‘‘...Aziz Türkmen halkı! ...Sana başucu kitabı olsun diye, Ruhname kitabını yazdım. ...Benim ana talimatım, Ruhname'dir.

...Türkmen'in gürül gürül yüreğinin, ruhunun, hisli kalbinin, şairane gönlünün yüceliğini; içten gelen coşku ve heyecanlarının sönmemesini sağlayan eksilmez ruhi kaynak Ruhname olmalıdır.

...Kerametli kitaplar Musa, Davut, İsa, Muhammed peygamberlere indirildi. Hakk'ın Resulü bizim peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam ise başta Kur'an olmak üzere, dört büyük kitabın gökten indiğini tasdik etti. ...Ruhname kitabı, Türkmen'in altın asrındaki maksadına ulaşmasını, yüreğinin sürekli heyecanlı, aydın ve ferasetli çarpmasını sağlayan bir güç olmalı.

...Ruhname, birlik ve beraberliğin kitabıdır. Çünkü o Türkmen milletinin şimdiki zamanıyla tarihini birleştirecek tek temel esastır. ...Ruhname, Türkmen halkının yüzünün ve kalbinin duvağıdır! Ruhname'nin bir bölümü gökyüzü, diğer bir bölümü de yeryüzüdür.

...Ruhname, yalnız Türkmen için değildir, ...diğer halkların, kardeşlerimizin de kendi kitaplarıdır! ...Ruhname yakınımızdaki, uzağımızdaki, komşumuz ve kardeşimiz olan diğer halkların da kitabıdır! ...Büyük dönüşümleri, biz Ruhname ile gerçekleştiririz!

...Ruhname, bu toprağa edilen ziyarettir. Ruhname bu toprağın geçmişine, geleceğine edilen ziyarettir. Ruhname, Türkmen'in kalbine edilen ziyarettir. Ruhname bu toprakta biten, olgunlaşan tatlı ruhi meyvedir.

...Ruhname'nin dönemi tarihi oluşumlar çağı değil, tarihi oluşturma çağıdır.

...Ruhname bir gemidir. ...Ruhname, üçüncü bin yılın ‘‘Oğuznamesi’’dir.

...Ruhname'yi tamamlayıp bir kere baştan sona okuduktan sonra, kalbimi şöyle bir duygu kapladı: Ruhname'yi hayatım boyu kalbimde taşımışım. Ruhname'yi ömürboyu hayal ettiklerim ve yaptığım işlerle yazmışım. İşte bugün de o hayalleri ve işleri kitap halinde milletime çıkarıyorum.

...Ruhname benim sadece milletimi ve halkımı değil, aynı zamanda kendimi anlayış metodumdur.

...İnsan, Allah'ın zamanı hissetmek için yarattığı bir cihazdır. Nesiller, bu şekilde atalarının ruhunu kendi ruhlarına sindirerek güçlenir ve yücelirler. ...Benim maksadım da, bu manevi meydanda yaşayan erlerin ruhlarını kendi kalbim vasıtasıyla tüm Türkmenler'in kalbine iletmektedir.

...Ruhname, tarihteki nesillerin manevi tecrübeleri ve felsefe dersleri hakkındaki kitaptır. ...Ruhname'nin felsefesi, bu onur ve güvenin temeli; Ruhname'nin duygusal ciheti ise bu onur ve güvenin özüdür.

...Hiç bir kitap ilhamsız yazılmıyor. Milletimin önünde açılan tarihi imkánlar ve yeni vazifeler kalbime ilham verdi. Daha önce de şairliğim vardı. Gençliğimden beri, günlüğüme şiirler yazmışımdır. Omuzuma yüklenen sorumluluklar, beni şairlikten daha yukarılara çıkmaya mecbur ettti.’’

(Ercan Ekmekçioğlu'nun,

‘‘Ruhname’’ metninin yeraldığı sitesinden).

Belgeler ortada, rektörden tık yok


GEÇEN hafta, Amerika'nın önde gelen eğitim kurumlarından olan Virginia Üniversitesi'nin, İstanbul Üniversitesi'nin Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nu ‘‘intihalci’’ olarak ilán ve teşhir etmesini yazmıştım.

Üniversitenin iddiasına göre Alemdaroğlu, Philippe Jean Quilici adındaki Amerikalı bir doktorun 1992'de çıkarttığı ‘‘New Developments in Laparoscopy’’ isimli çalışmasını 1995'te makaslamış ve Mustafa Taşkın ile Berat Apaydın adlarındaki iki doçentle beraberce yayınladığı ‘‘Laparoskopik Cerrahi’’ isimli kitaba kendi adıyla aktarıvermişti.

Yayınımın üzerinden bir hafta geçti ama Kemal Bey'den tek bir kelime bile gelmedi. Türkiye'nin en eski ve en büyük üniversitesinin başındaki bir hocanın ‘‘İntihal yapmadım! Amerikalılar bana iftira atıyorlar! Ben gerçek bir bilim adamıyım ve böyle işlere tenezzül etmem!’’ demesini bekliyordum ama olmadı. Dolayısıyla, şimdi, ‘‘Kemal Bey'in sükutu galiba ıkrarından geliyor’’ diye düşünüyor ve daha önce defalarca ‘‘İntihalleri bildirin, gereğini yapalım’’ demiş olan YÖK Başkanı'nın ne ile iştigal etmekte olduğunu merak ediyorum.

İşin, bir de yasal tarafı vardı: Alemdaroğlu'nun makasladığı söylenen yazının yayın hakkı Amerika'da ameliyat araçları yapımcısı olan ‘‘Tyco’’ şirketine aitti. Şirket, intihalin duyulması üzerine bir açıklama yapmış ve ‘‘bu makale ile içerisindeki çizimlerin Türkiye'de yayınlanması için izin vermemiş olduklarını’’ duyurmuştu. Ama, Tyco'dan daha sonra bir başka açıklama geldi. Bu defa ‘‘Özür dileriz, hata yapmışız. Şirketimizin Türkiye temsilciliği ile görüştük ve yayın konusunda izin verildiğini öğrendik’’ deniyordu.

Bu hafta, Tyco'ya bir mekup gönderdim. Amerikan hükümetinin telif hakları konusunda dünyanın dört bir yanında devam eden yoğun çabalarını hatırlattım, açıklamalarındaki çelişkinin Amerikan yasalarına göre ‘‘suç’’ olduğunu söyledim ve ‘‘İşin gerçeğini yansıtan açıklamanız bunların hangisi?’’ diye sordum.

Tyco'dan henüz bir cevap gelmedi. Bir müddet daha bekleyecek ve gelmediği takdirde her yazarın sahip olduğu bir hakkı kullanacak, şirket hakkında ‘‘Uluslararası telif hakları sözleşmelerine aykırı davrandıkları ve Türk kamuoyunu yanılttıkları’’ suçlamasıyla Amerikan makamlarına şikáyette bulunacağım. Dolayısıyla, Alemdaroğlu'nun intihal konusunu Amerikan makamları çözecekler.

İstanbul Üniversitesi bu hafta bu intihal hadisesiyle çalkalanırken, vaktiyle Merkez Kütüphanesi'nde bulunan ve 17 Ağustos depreminden sonra kutulara tıkılan çoğu elyazması onbinlerce kitabın akıbetinde bir değişiklik olmadı. Eserlerin mahzende çürütülmesine devam edildi.

Bu intihal ve kitaplık konusunu gündemde tutmaya devam edeceğim. Sırada, senelerini üniversitenin kütüphanesinde geçirmiş bir hanımı intihara kadar götüren hadiseler var.
Yazının Devamını Oku